top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Hayatın anlamı denen hayalet

Gökhan Yavuz Demir, Jessica Au’nun ikinci romanı Kar Havası üzerine yazdı: "Hiçbir şeyden bahsetmez gibi görünürken her şeyi odağına alabilecek kadar da hassas."


Gökhan Yavuz Demir


Kendisine büyük anlamlar atfedip, hakkında fiyakalı tespitler ve genellemeler yapmaya doyamadığımız hayat, aslında küçük detayların üst üste yığılmasından ibaret. İnsan, o bildik kendini beğenmişliğiyle kendi varoluşunu anlamlandırabilmek için bütün bu küçük detayları birbirine bağlayacak anlamlı bir büyük tahkiye inşa etmeye müptela. Fakat o inşa ettiğimiz büyük tahkiyelerde aslında kusursuz bir nedensellik zinciri bulunmuyor. Belki de kendimizi kandırmadan, doğrudan o küçük detaylara bakabilecek denli cesur olmalıyız. Sanırım sanatın aslî vazifesi de bizi bu küçük detaylara bakmaya cesaretlendirmek. Zaten büyük sanatçılar sudan korkan biz fanileri yüzmeyi öğrenmemiz için suya itiveren büyük öğretmenlerden başkası değiller.


Melbourne doğumlu Jessica Au’nun ikinci romanı Kar Havası, bu ufak ayrıntılara odaklanmamızı sağlıyor. Tâbir caizse Au bizi arkadan sonsuz bir küçük detaylar okyanusuna itiveriyor.



Kar Havası görüp görebileceğiniz en telaşsız ve basit roman olabilir. Hiçbir şeyden bahsetmez gibi görünürken her şeyi odağına alabilecek kadar da hassas. İsimsiz anlatıcının nedensiz çağrışımlarca tetiklenen zaman içindeki bir ileri bir geri giden bilinç yolculuğunda, aslında anlatılan bir olaylar silsilesi yok. Çok sade başlayan roman, hiç bölüm arası vermeden berrak bir pınarın usulca akan suyu gibi çok sade bir sonla da bitiyor.

Romanın bir sahnesinde isimsiz anlatıcı annesine Yunan mitlerini neden sevdiğini açıklarken, aslında yazarı Au’nun yazarken yapmak istediği şeyin ipucunu da veriyor:


“Bunun ressamların bir zamanlar kamera obscura’yı kullanmalarına benzediğini söyledim: Odaklanmak istedikleri şeye dolaylı olarak bakarak kendi gözleriyle gördüklerinden daha net görebiliyorlardı” (s. 31).

Au da hayattaki hemen hemen her şeye aşkın, ölümün, güzelliğin, kederin, kaderin, akrabalığın, sanatın, yazmanın, göçmenliğin, yalnızlığın, anlamanın metaforu olarak bakıyor.

Kar Havası’nın konusu aldatıcı biçimde basit: Meçhul bir batı ülkesinden (muhtemelen Avustralya’dan) anne ve yazar olmak niyetindeki yetişkin kızı Japonya’ya turistik bir geziye gider. Bu seyahatte turistik yerleri ziyaret eder, sergi ve müzeleri gezer, restoranlarda yemek yer, tren yolculukları yapar ve nihayetinde beraber vakit geçirirler. İsimsiz anlatıcımız her ne kadar her şeyde bir anlam aramaya ve sürekli bağlantılar kurmaya teşneyse de anne ile kızı arasındaki konuşmalar da bir o kadar sıradan, basit ve yüzeyseldir. Fakat bütün bu sıradan anlar, isimsiz anlatıcımızın zihninde sürekli başkalarıyla ilişkilerine dair çağrışımları tetikler: çocuk yapmayı düşündükleri partneri Laurie, onu klasiklerle tanıştıran üniversitedeki hocası, bir zamanlar çalıştığı Çin lokantasında karşılaştığı tekinsiz bir müşteri, ablası ve küçük yeğenleri, üniversite öğrenciliğindeki erkek arkadaşı, Laurie’nin heykeltraş babası veya annesinden dinlediği ama hiç görmediği Hong Kong’taki dayısı… Görünüşte yönsüz ve bağlantısız olan bütün bu ilişkilere dair hatıraları birbirine bağlayan şey “özen”dir. İsimsiz anlatıcı; Hong Kong’ta doğan annesi ile dayısının kıyafetlerine “özen” gösterdiklerini, kendi küçüklüğünde çocukluk kıyafetlerinin annesi tarafından “özenle” onarıldığını, öğrenciyken Çin lokantasında işine gösterdiği “özen”i, partneri Laurie’nin babasının atölyesi için ahşabı “özen” ve dikkatle şekillendirdiğini, iki hafta köpeğine bakmak için kaldığı hocasının evindeki her bir objenin “özenle” seçildiğini hatırlar. Daha derin bir anlam arayışında olan isimsiz anlatıcımız da zaten annesiyle yapacakları bu seyahati “özenle” planlamıştır. Çünkü özen hayata anlamını veren sevgi ve inançtır.


Seramik kapların desenlerinde, kumaş kıvrımlarında, yürüyüş yaptıkları parklardaki ağaçların yapraklarında, akan suyun coşkulu ışıltısında, hamamlardaki buharda, kitapçı dükkânında çalan keman konçertosunda, sergi salonlarındaki empresyonist resimlerde anlam kendini gösterir gibi olur ve sonra anında silinir. Au’nun romanda yaptığı şey, tıpkı kahramanının Nikon marka fotoğraf makinesinin diyaframını ayarlarken yaptığı gibi, bu küçük detayların sade ve sakin geçit resminde anlam denen bu hayaletin siluetini bir anlığına da olsa kayda geçirmeye çalışmaktır.


İsimsiz anlatıcının takıntılı biçimde istediği asıl şey birini gerçekten tanımak ve o biri tarafından da gerçekten tanınmaktır. Peki ama insan daha anlatıcımız gibi kendine meçhulken bu nasıl mümkün olacaktır? Ortak bir vokabüler bu kusursuz iletişimi tesis edebilir mi? Aslında bütün bu Japonya seyahati, annesiyle o müşterek hatıralar üzerinden işler kılınacak bir ortak vokabüler arayışı değil midir? Hâlbuki annesinin anadili Kantoncayken, isimsiz anlatıcının anadili İngilizcedir.


Belki de bütün bir roman basit bir “hatırlıyorum” ifadesinin üzerine inşa edilmiş. Anlatıcı hatırladıkça birtakım hikâyeler, karakterler ve imajlar da kendilerini açıyor. Kahramanımız ikinci defa geldiği Japonya’yı, şimdiyi, o an cereyan eden konuşmaları ne kadar ayrıntıyla tasvir ederek anlatıyorsa, geldikleri ülkeyi (muhtemelen Avustralya’yı), geçmişi ve o geçmişte yaşananları da bir o kadar üstü kapalı, belirsiz ve imalarla anlatmayı tercih ediyor. Meselâ anlatıcının Katolik okulunda aldığı eğitimden, üniversite öğrencisiyken sınıf arkadaşlarına nazaran pek çok şeyi bilmemesinden, bir uyum problemi yaşamasından, ne yaparsa yapsın kendini sürekli dışarıda ve öteki hissetmekten kurtulamadığından şikâyet ettiğine şahitlik ediyoruz. Ama bütün bu hislerin kültürel mi yoksa şahsî sebeplerden mi kaynaklandığı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Çünkü yazar bilinçli olarak tercih ettiği bu nokta atış kesinliğindeki geçmişe dair mikro hikâyelerle tam da böyle bir belirsizliği hedeflemiş. Kitap içindeki bu mikro hikâyelerin kesinliğine rağmen ustalıkla belirsiz bırakılmış pek çok şey var. Belki de tam da bu sebeple anne ile kızı geçmişten ve şimdiden konuşsalar da gelecekten hiç konuşmuyorlar. Bunun için Laurie’nin babasını tanısak bile, anlatıcı kendi babası hakkında tek bir laf bile etmiyor. Sanki anlatıcının kendisiyle problemi, daha ziyade annesiyle problemi gibi, yahut tam tersi. Çünkü bu seyahatin sonunda, en azından anlatıcı aslında birbirlerine ne kadar benzediklerini görüyor. Anlaşılan o ki bütün bu seyahat de zaten karşılıklı anlaşma ve uzlaşma umuduyla planlanmış. Fakat bu amacın hasıl olup olmadığı dahi meçhul. Çünkü nasıl anlam denen hayalet sürekli isimsiz anlatıcıdan kaçmayı başarıyorsa, yazarımız Au da cevaplardan ziyade imalar üzerine inşa ettiği “hayalet” bir metin yazmayı başarmış.


Son sahnede anlatıcımız diz çöküp yaşlı annesinin ayakkabılarını bağlamasına yardım ettiğinde, nihayet onu olduğu gibi, yani ayakkabılarını bağlamak için kızının yardımına ihtiyaç duyan yaşlı bir kadın olarak gördüğünde kahramanımızın nihayet annesiyle o istediği derin bağı kurup kuramadığını bilemiyoruz. Fakat yazar Au’nun zarif, hassas, sade ve doğrudan üslubuyla okuruyla böyle derin bir bağ kurduğunu söyleyebiliriz.


KAR HAVASI

Jessica Au

Timaş Yayınları, 2023

Çeviri: Kübra Bodur

112 s.

Comentarios


bottom of page