top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

"Hiçbirimiz ülkemizdeki siyasi faaliyetlerin dışında değiliz."

Mahmut Yıldırım, Kuş Kısmak adlı ilk romanıyla 68 Dönemi’nin siyasi-sosyal ve kültürel yönlerini ortaya koyan Murat Akan ile söyleşti.


Anadolu’da İris Kasabası ve İris Irmağı’na çok yakın kadim bir köyün ilkokul çağındaki avare çocukları; akşamları köyün eski, ahşap camisi yanında toplanmayı alışkanlık hâline getirirler. O yıldızlı gecelerde çoğunlukla gün içinde yaşadıklarından, kasabada seyrettikleri filmlerden, komşu köylerindeki cinayetlerden, dönemin siyasal ve toplumsal olaylarından konuşup sinemaya giderler. Sinema artık onlar için bir okuldur.


Kuş Kısmak adlı ilk romanıyla 68 Dönemi’nin siyasi-sosyal ve kültürel yönlerini ortaya koyan Murat Akan, okuruyla buluştu. Keyifli okumalar dileriz.


Oğuz Atay, “Sonra yazarsın, şimdi kendinden bahset,” der. Kısaca Murat Akan’dan söz eder misiniz?

Masalsı bir köyde doğdum. Dedelerimiz cin peri hikâyeleri anlatırlardı; biz çocuklar dinlerdik. Gizemli, eski bir cami… yanında biz. Hikâyeler, gece yarılarına kadar yıldızlar altında sohbetler, tatlı rüyalar. O yıllarda sinema bizim her şeyimiz, tek gerçekliğimiz. Bugün benzerleri dahi olmayan o müthiş artistler! Büyülü bir sanat dünyasında büyüdük. Onlar bizi eğitti, bize öğretti…


Sonra bir gemi, kırık dökük eşyalarımızla aldı bizi götürdü İstanbul’a. Üstü çadırla kapalı bir kamyonete bindik. Ay ışığı altında Yıldız Yokuşu’ndan çıkarken Apollo 11 de aya ayak basıyordu. Gültepe’de bir sene oturduk. Sonra gittik Seyrantepe’yi kurduk; gecekondulu yıllar başladı. Gültepe, Çeliktepe, Sanayi Mahallesi, Seyrantepe(Çöplük), 4.Levent… Benim hingilim attığım yerler. Çocukluğumun bir kısmı buralarda geçti.


Ergenlik dönemimde Berlin’deydim. Ortaokulu okudum. Sonra dönüp Kadirli ve Samsun’da liseyi bitirdim: Adı “Devrim Lisesi”ydi. Yine Berlin’e gittim; işçi olarak çalıştım. Döndüm, eğitim fakültesini bitirdim, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni oldum. Otuz yıl çalıştıktan sonra emekli oldum; roman yazdım.


"Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığında, gerçekleştirmek istediğin neydi?"

"Beni çocukluğumda etkileyen şeyi edebiyatla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum." Gabriel Garcia Marquez’in bu sözü üzerinden eserinize başlıyorsunuz. Edebiyat yolculuğunuzdan bahseder misiniz?

Benim edebiyat yolculuğum çocukluğumda dinlediğim cin peri hikâyeleri ile büyüklerimizin sohbetlerine; yerli ve yabancı filmlere, Tommiks Teksaslar’a kadar uzanır. Hayal dünyamı onlar zenginleştirdi diyebilirim. Seyrantepe’deki iki odalı gecekondumuzda beş kardeş aynı yatakta yatardık. Kardeşlerime -büyükleri bendim- doğaçlama öyküler anlatırdım. İşte gecekondumuzdaki o yatakta başladı benim edebiyat yolculuğum…


Berlin’deyken Alevî arkadaşım Hurşit, okumam için İnce Memed’i vermişti bana. O günden sonra bana bir şeyler oldu; kitap beni büyülemiş, hayatımı olumlu anlamda alt üst etmişti. İçimde bir cevher varmış, ortaya çıktı. Bir daha da kaybolmadı. Berlin’de bir Türk kütüphanesi vardı; adı Namık Kemal Kütüphanesi’ydi. Oradan çuval çuval kitap taşıdım eve. Okudum, geri götürdüm. Ve yıllarca okudum: Türk ve dünya edebiyatının klasiklerini okudum… okudum. Hâlâ okuyorum.


Edebiyat dünyasının usta kalemleri yazmayı şöyle tarif ediyorlar: Yazmak demek; yaşamak, okumak, dolmak ve sonra boşalmak demektir.


İlk öykülerim kimi yerel dergilerde seksenli yılların ortalarında yayımlandı. Yine o yıllarda Latife Tekin ile tanıştım; bir süre mektuplaştık. Beni yüreklendirdi. Kendisine minnettarım.


Kitabınızın kapağı bir ressam tarafından özel olarak resmedilmiş. Karakterlerin Van Gogh’un yıldızlı geceleri tarzı, sizin için burada neyi ifade ediyor?

Tabii burada romanın başarılı kapak çizimi için, özellikle Emel Cansu Büyükköse’ye çok teşekkür ediyorum. Eğer kapak resmi büyük boy olarak yer alabilseydi, bence daha etkileyici bir kapak ortaya çıkardı… Şunu belirtmeliyim ki Cansu hanım benim hayalimdeki görsel imgeyi somutlaştırdı. Yıldızlı geceler evrenin bir parçası olduğumuzun resmidir; biz insanlar evrende birer toz zerresinden başka bir şey değiliz. Dikkat ederseniz romanın kahramanları genellikle yıldızlı gecelerde bir araya geliyorlar. Onlar da kozmosta birer yıldız tozu olarak yerlerini alıyorlar. Romanımın kahramanları birgün, yıldızlı gecelerin altında anıtlaşacaklar; bundan çok eminim.

Behçet Necatigil’in bir radyo oyunu vardır; çok güzel bir oyundur. Orada şu anlatılır: Siz, yıldızlara bakmışsınız ama görememişsiniz. İşte benim roman kahramanlarım da yıldızların farkındaydılar; onlar yıldızları gördüler.


Eserinizin merkezine aldığınız “sinema, cinayet, dönemin siyasi sosyal fonu” meselesi dikkate değer. Bir dönemin siyasi sosyal fonunu ortaya koymak, beraberinde neleri getirip götürdü?

Söyleşinin en zor sorusu buydu sanırım. Önce sinemadan başlayayım: Kasabadaki bütün sinemaların kökü kazındı. O sinemalardan birinin yerine, romanımın basımı sürerken, bir dinî vakıf tarafından ilim ve irfan yuvası temeli atıldı. Sinemalar yok edildikten sonra kasabanın o eski şehirli, medenî hali kalmadı; kasaba giderek yozlaştı, o medenî aileler kasabayı terk ettiler. Bir kültür göçü yaşandı…


Cinayetler bugünlerde tüm Türkiye’nin bir sorunudur. Hele de kadın cinayetleri. Eskiden kabadayı kabadayı ile vuruşurdu. Şimdilerde ise kendine kabadayı diyen zavallılar kadınları öldürüyorlar!

O zamanlar cinayetler sıra dışı vukuatlardı; hatta Orhan Kemal’in ünlü romanının adıdır: Vukuat Var. Bugün artık sıradan eylemler haline geldi.


Dönemin siyasi sosyal fonu meselesine gelince… Evet, özellikle anlattığım yetmişlerin birinci yarısı, Türkiye’de siyasi kırılmaların yaşandığı bir dönemdir. Ben sadece edebiyatın içinde kalarak o döneme şöyle bir dokundum; söylemek istediklerimi roman sanatı yoluyla ilettim. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek. Hiçbirimiz ülkemizdeki siyasi faaliyetlerin dışında değiliz. Dolayısıyla romanın kahramanları çocuklar da dönemin politik hareketlerinden etkilendiler. İşte ben de bu etkilenmeyi anlattım. O dönemin siyasi atmosferini eğlenceli bir üslupla anlattığımı düşünüyorum. Ve bunun romana çok şey kazandırdığını biliyorum.


Üslubunuzu belirlerken nasıl bir okur profili belirlediniz ya da bunu dikkate aldınız mı?

Tabii ki okuru dikkate aldım. Türkçeye çok kafa yordum. Otuz yıl Türkçe edebiyat öğretmenliği yaptım. Türkçenin büyük yazar ve şairlerini okudum. Doğal olarak Nazım Hikmet şair, Yaşar Kemal romancı olarak beni çok etkilediler. Onların dili benim üslubum oldu. Sait Faik bir kentli, bir adalı Türkçesiyle dilimi şekillendirdi. Bu büyük sanatçılar her yaştan okura ulaşabildiler. Peki nasıl? Halkın dilini, halkın Türkçesini kullanarak… Başta çocuklar olmak üzere her yaştan okuyucuya ulaşmak istedim.


Türkçenin ilk metinleri Orhun Abideleri’ni, sonrasında Dede Korkut Hikâyeleri’ni defalarca okudum. Ve diğerlerini. Onların anlatımından etkilenmek istedim, üslubumun oluşmasına yardımcı olmalarını umdum.


Romanımı çok kolay yazdığım söylenemez. Ama çok akıcı olduğunu, rahat okunduğunu söyleyen okuyucularım var. Ben de bir çırpıda okudum. O nedenle okumayı yeni sökmüş, yeni okuma yazma öğrenmiş, ilkokulu bitirememiş ama ağır aksak okuyabilen okurlar da kitabımı okusun istedim.


Kuş kısmak isteyen bir yazar olarak aklınızda edebiyata dair neler var? Yazmak istediğiniz konular, teknikler, okuma listeniz vs.?

Hayır artık kuş kısmıyorum, kuş kısmak istemiyorum. Kuşlar özgürlük imgeleridir. Romanda anlattığım Devgençler de özgürlüğün timsalleriydi. Hele romanın kahramanlarından Avare, Fukara ve Poyraz da yıldızlar altında özgürdüler.


Aklım hep ama hep edebiyatta. Kitap okumak, kitap okumak, kitap okumak istiyorum; sallanan bir sandalyede kitap okurken ölmek istiyorum. Ama ölmeden önce yazmak istiyorum. Bir kitap yazdım, hayatım değişti… Birkaç kitap daha yazarak hayatımı yine değiştireceğim.


Aptallık konusu önceliklerim arasında. Aziz Nesin'in kurcaladığı konu. Bu konuyu ele aldığım düşünce yazılarım var. Sonra uygarlık sorunu. Ama ille de sevgisizlik, mutsuzluk ve yozlaşma. Doğal olarak sevgi teması her şeyin önünde. Toplumumuzun Oblomov’unu yazmak istiyorum.


Tekniklere gelince… Doğrudan anlatımın yanı sıra yer yer bilinç akışı tekniğinden yanayım. Bu tekniği dünya edebiyatında en iyi kullanan yazar Gabriel Garcia Marquez’dir. Ben bu müthiş yazardan çok şey öğrendim, ondan el aldım: “… Ancak o zaman, kimilerimizin önerdiği üzere ana kapıyı menteşelerinden sökmek için koç başı kullanmadan ve daha gözü pek olanlarımızın sözlerine uyarak, yıkılmaya yüz tutmuş, kaç kere payandalanmış taş duvarları zorlayıp içeri girme yiğitliğini gösterebildik, yapının cesur çağlarında William Dampier’in Lombardiyalılarına karşı direnmiş koskocaman, kurşun geçirmez kapılar, bir omuzlayışta açılıverdi. …” Başkan Babamızın Sonbaharı adlı eserindeki bu anlatım, tekniğimi bulmamda bana yardımcı oldu.


Dönüp klasikleri tekrar okuyorum. Ayrıca son yıllarda etkileyen iki yazar var: Biri Necib Mahfuz diğeri ise Bukowski’dir. Necip Mahfuz, anlatımındaki sıcaklık ve sahicilikle etkilemiştir beni. Bu anlamda onu kendime yakın bulmuşumdur. Bukowski ise çelik sertliğindeki üslubuyla, ele aldığı konuların içeriğiyle ve oldukça basit gibi görünen anlatım tekniğiyle sarsmıştır beni.


Çağdaş Türk edebiyatında ise Latife Tekin’i takip ediyorum. Orhan Pamuk, Mehmet Eroğlu, Ahmet Altan, Hasan Ali Toptaş, Ahmet Ümit’i okuyorum. Yenilerden Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar’ını bitiremedim, yarıda bıraktım. Kitabının adı daha ilginçti. Başka bir kitabını deneyeceğim.


Roman yazmak için niçin uzun süre beklediniz?

Bu sorunun çok basit bir yanıtı var: Aslında erken yaşlarda başladım yazmaya. Yazınca gördüm ki dünyanın en zor işi yazı yazmakmış! Çetin Altan, “Bir insanı cezalandırmak istiyorsanız, ona bir tomar boş kâğıt ile bir daktilo vererek bir odaya kapatınız, bu kağıtları anlamlı cümlelerle dolduracaksın, deyiniz,” demiştir. Bundan dolayı okudum, yaşadım, doldum ve yazdım diyebilirim.


KUŞ KISMAK

Murat Akan

Metinlerarası Kitap, 2022

Tür: Roman

216 s.


bottom of page