top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

"Dil, kendini yeryüzüne ve bir ötekine açmaktır."

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 7 saat önce
  • 7 dakikada okunur

Gülsel Ceren Güneş, Dilek Bektaşoğlu ile söyleşti: "Dilek Bektaşoğlu edebiyat dünyasına deneysel, yeni, ilginç bir eserle giriş yaptı. İmgeler arasında savrulmam bitince hemen kendisiyle bir söyleşi yapmak istedim. Par’ı, yazım sürecini ve dahasını keyifle konuştuk."

ree

Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? İlk metinlerinizi hatırlıyor musunuz?

Sanırım kendimi bildim bileli iyi bir okur yazardım. Dünyaya meraklıydım, özellikle ansiklopedi ve şiir okumayı seviyordum. Latinlerin admiratio dedikleri o ilk duygunun; hayret ve hayranlıkla dolu merak duygusunun değerini şimdilerde daha iyi kavrıyorum. Dil, içinde rahat ettiğim, kendimi zahmetsizce ifade edebildiğim bir alandı. Okul yıllarında, derslerde yazdığım kompozisyonlar, şiirler, makaleler beğenilirdi. Yazmak benim için doğallığı ile büyülüydü belki. İçinizde karşılığı olan bir arzunun toprağında gelişigüzel serpilişi gibi. Gençlik döneminde, varoluş sancıları, hüzünler ve hayaller eşliğinde yazdığım bazı şiirler hafızamdadır. İnsana en yakın acı kendi acısıysa da, diğerlerinin yarasını, acısını, ruhsallığını görme eğilimim vardı. Tüm sanatlar içinde şiirin yeri benim için başkadır. Hep şiire doğru yol almak isterim.  


Yazmak ifade biçimi mi, yoksa bir tür kaçış alanı mı?

Yazı ve genel olarak dil bir ifade biçimi elbette ama sadece bu değil. Dil, kendini yeryüzüne ve bir ötekine açmaktır. Ben bu açıklığı, bu açıklıkta deneyimlemeyi ve büyümeyi önemsiyorum. Yazı bir kaçış alanı mı, benim için değil. Kaçmaya eğilimli biri değilim. Yazmak, daha ziyade bir karşılaşma ve sığınma alanı olabilir. Hayatın kabalığından, vasatlığından, tekrarlarından uzaklaşarak, bir rüyayla, arzuyla ya da insanın kendiyle karşılaşması gibi. Dünyada başka bir mekân, yeryüzünden başka bir nefes belki. 

Ancak sorunuzu biraz daraltıp, Par bir kaçış alanı mıydı şeklinde okursak, cevabım bu defa evet olurdu. Yazma eylemim genel olarak hukuksal-düşünsel alanda ve kısmen kısa öyküler etrafında şekilleniyordu. Yaşama, aklın, bilginin, düzenin filtresinden bakıyordum. Bu haliyle Apollonvari bir yaklaşım elbette. Par oysa, düzenden kaçışla, esrik düşsel bir bakış ve arzuyla yazılmıştır. Bu haliyle, Dionysos’a göz kırpar. Böyle bakınca, Par’ın büyük kısmının düzenin askıya alındığı, ölümün ve kaosun yanı başımızda uzandığı pandemi döneminde yazılmış olması tesadüf olmamalıdır. 


ree

Par’da net bir giriş, gelişme, sonuç hatta olay akışı, analiz edebileceğimiz karakterler yok. Oldukça deneysel bir çalışma. Böyle olmasını planladınız mı yoksa yazma sürecinde doğal olarak mı böyle bir yapıya oturdu?

Malum modern çağ dünyanın büyüsünü bozmuş, yaşamlı şeylerin aurasını erozyona uğratmıştır. Bugün dünya, büyük anlatılar, insanlık ve insanlar parçalıdır.  Sistem, yapılandırılmış bir bakış ve yaşam formunu dayatmaktadır.


Diğer yandan, insanın içindeki kendi varlığını gerçekleştirmek arzusu ve o ezeli bütünleşme-tamamlanma ihtiyacı en azından henüz bir yere gitmemiştir. 


Bu bağlamda, modernitenin bildiğimiz formlarına dayanarak, bildiğimiz şeyleri tekrarlayarak çoğaltmaktansa, gerçek arzularımıza karşılık gelebilecek ve artık duyumsanamaz olanları duyumsamamıza vesile olabilecek cesur ve deneysel yaklaşımlara daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 


Bunun için de öncelikle, bir durma, yavaşlama ve dikkat kesilme halini gerekli buluyorum. Zira, bir yanda yukarıda sözünü ettiğim gibi, sistemin yapılandırılmış bir bakış ve yaşamı dayatması, diğer yandan modernite, şehir hayatı ve teknolojinin uyguladığı acelecilik nedeniyle durmayı ve dikkat kesilerek bakmayı yitirmekteyiz.  Bu durum, hem kendimize bakışımızı hem de bir ötekine ve dünyaya bakışımızı, bilgeliğimizi eksiltmektedir. 


Buradan yola çıkarak, Par anlatısında, günüzümün ya da gözümüzün aradığı o klasik metin anlayışının, akıcı bir hikâye, olay örgüsü ve kolayca analiz edebileceğimiz karakterlerin olmaması, bu durma, yavaşlama ve dünyaya dikkat kesilme ihtiyacından kaynaklanmış olabilir. 


Diğer yandan, insanlar birbirinden farklı bir çok olay yaşıyor ancak temel arka plan duyguları (parçalılık, yetersizlik, tamamlanma-bütünleşme arzuları) neredeyse yerli yerinde duruyor.  Ayrıca, ben öznel olarak, hikâyelerin kendinden çok, hikâyelerin  benliğimize ne yaptığıyla ve bedenimizin, yeryüzüne ve bir diğerine nasıl açıldığıyla ilgileniyorum. Sanırım, bu da beni dilin, sesin, dokunmanın yani duyumsamanın alanına fırlatıyor. Sözle, imgeyle, ritimle, tempoyla, şiirle dünya kuruyorum. Bu dünya da, teslimiyet, sabır ve dikkat istiyor. 


Açıkçası, bunların hiç birini yazarken düşünmedim, planlamadım. Şimdi Siz sorunca üzerine düşündüm. Metin, her durumda kendini dayatıyordu. Ama her metin, nihayetinde yazarın dünya görüşüne, bilincine, bilinçaltına, arzularına dayanıyor olmalı. 


Bunu anlatabilmek istedim, umarım anlatabilmişimdir.



Alışılmadık bir eserin, olağandışı bir yazma süreci olmuştur gibime geliyor. Bir yazma rutininiz var mıydı? Ya da yazarken uyguladığınız ritüeller?


Doğru bir tahmin. Par’ın büyük bölümü pandemi döneminde yazıldı. Ölüm ve hastalık hiç olmadığı kadar yanı başımızdaydı. Aynı anda, annem başka bir hastalık nedeniyle bir tedavi sürecine girdi ve onu virüsten korumak ve hayatta tutabilmek adına yaşamdan iyice çekilmem gerekiyordu. Şimdi retrospektif bakınca tuhaf bir paradoks gibi görünüyor, birini yaşamda tutabilmek adına yaşamdan ölesiye çekilmek. Dışarıdaki ve içimdeki hayatın ritmi değişmişti. Ritim oysa bağlantıyı kuran şeydir. Onca zaman içine yerleştiğiniz ritim birdenbire değiştiğinde, önce pratikleriniz, ardından bilinciniz parçalanıyor dağılıyor adeta. Evde kendi dünyama çekildikçe, duygular düşler bakışlar, parçaların oluşturduğu çatlaklardan canlanarak sızıyor, bir eşikten geçerek, meditatif bir havayla gün yüzüne çıkıyordu. Yazdıklarım da, kaçınılmaz olarak parçalı, meditatif, imgeli ve bir bütünleşme arzusuyla doluydu. Roman hayatın bir alegorisiyse, başka türlüsü nasıl olabilirdi. 


Kitabı, anneme ve yeryüzüne adadım. 


Par, bir düş ya da gerçek bir yürüyüş gibi okunabilir. Bana göre, düşlere alan açan gerçek bir yolculuktur. Kanımca, bazı bölümleri, içerdiği tefekkürle ayrı dahi okunabilir. Örneğin, evreni ham haliyle duyumsamaya çalışan ve bir taş yontma pratiği üzerinden hakikat sorgulaması yapan “yontucu” bölümü. 


Kitabın yazım sürecinde, en çok felsefe okumalarına, karşıma çıkan rastlantısal bilgi ve ilhama yaslandım. Doğada daha çok vakit geçirdim. Dağlar, krater göller, ormanlar, denizler. Karanlığı, sessizliği, suyu, ağaçları, kitapları, güzel masaları ve kahveyi severim. Başkaca bir ritüelim henüz yok.


Tek kelimelik cümlelerden oluşan paragraflar, hatta şiirler içeren eser aslında tam olarak bir roman değil. Bu açıdan derinlere inip düşünmeyi seven okurlar için bir oyun alanı diyebilirim. Par için bir tanım yapacak olsanız nasıl yaparsınız? 


Par, bir novella kanımca. Orta uzunlukta, az karakterli oluşuyla, çok geniş bir zamana ve örgüye yayılmayan haliyle, diğer yandan katmanlı yapısı, bir yolculuğu ve dönüşümü konu alması, dlinin yarattığı atmosferin yoğunluğu ile bir novella özellikleri taşıyor diyebilirim. 


Tek kelimelik cümleler ya da uzun paragraflar, karakterin ruh halinin, cümlelerin ritmini belirlemesinden kaynaklanıyor olabilir. Şunu demek istiyorum, dil yazardan çıkıyor elbette ancak metinde yaratılan dünya, bazen yazarın niyetini aşan bir ritim, bir ses örüntüsü çağırıyor olabilir. Benim durumum da zaman zaman böyle oldu, sanırım. Sanat, kendi dilini oluşturmaya meylediyor. 


İlk eser için bu kadar deneysel bir çalışmayı oldukça cesur buldum. Mutlaka aynı tarzda yazan yazarlardan etkilendiğiniz olmuştur. Sizinkine benzer eserlerden hoşlanan okurlarla yolunuza ışık tutan yazarları ve eserleri paylaşmak ister misiniz?


Buna müsaadenizle, önce öznel bir cevap vereceğim. Deneysel bir çalışma yapabilmeye cesaret edecek yaşta görüyorum kendimi. Diğer yandan, Par’ı yazma sürecinde deneysellik gibi bir amacım yoktu. Metin buydu ve sanki başka türlüsü olamazdı. İmgeler, yazdıklarım ve biçim kendini dayatıyordu. Ben açıklıkla dinliyor, içinden geçiyordum. Anlatı, bedenin yeryüzünü doğrudan duyumsayışı ve bu duyumsamayla dönüşen bir bakışla açılyordu. Par, sese, ritme, kokuya ve dokunmaya da dairdir. Bu kadar imge yüklü ve yer yer erotik olmasının bir sebebi de bu sanırım. 


Şimdi buradan bakınca, metnin deneyim-duyumsama ve ten-içiçelik kuramlarının ustası Merleau-Ponty’nin felsefe taşlarına epey dokunduğunu görebiliyorum. 


Yoluma ışık tutanlara gelince, bu, kesin olarak bilinemez sanırım. Bazen bir dize, bazen bir ağıt, bir aforizma ışık tutabilir. Aklıma ilk olarak Rilke’nin Duino Ağıtları, Broch’un Vergilius’un Ölümü, Malcolm Lowry’nin Yanardağın Altında isimli romanı, Turgut Uyar şiirleri, Leyla Erbil, Sema Kaygusuz, Birgül Oğuz, Clarice Lispector metinleri geliveriyor.


Par’ın bir yerinde Turgut Uyar’ın geyikli gece şiiri doğrudan anılır:

“Gece tepelerden aşağıya anbean çöküyordu. Bu karanlık nereden geliyordu. Bir dua çiçeğinden…zifiri bir şiirden… yoksa bir geyikli geceden…”


Eser metaforlar ve üstü kapalı imalarla dolu. Beni imgeler arasında savurmasından keyif alsam da merak ediyorum. Yazarlar olarak mutlaka “Şunu anlatmak istedim” dediğimiz bir şey oluyor. Par’da neyin anlaşılmasını istediniz?


Sanırım tek bir şeyin değil, bazı şeylerin anlaşılmasını isterim.

Par, iki bölümden oluşur. İlk bölümde kahramanın ıssızlığı, bir öteki ile karşılaşması ve bu ötekine, geçmiş hikâyesini anlatımı üzerine kuruludur. Uygarlığın kendine has şiddeti, yalnızlık, öfke, pişmanlık, utanç kaygı gibi duygular etrafında bu bölümde anlatılır. İkinci bölümde, bir gezintiye çıkılmıştır artık. Anlatı ilerkedikçe, kahraman, doğada bilmediği diyarlarda, türlü maceralara atılarak ve ötekinin hikâyesine karışarak, kendi iç evreninde, kendi ormanına dalar. Karşılaştığı kuyular, göller, kayalar rüyalar onun evrenidir artık. 

Kaygılı insandan sade insana doğru geçtikçe anlatının dili şiirselleşir. Bir çember tamamlanır: Kişinin gerçekten olduğu şey ile olduğunu sandığı şey arasındaki mesafe kısalır. Anlatıcı başladığı yere dönmüştür; fakat bu noktada artık ne aynı huy, ne aynı zihniyet, ne de başlangıçtaki benlik kalmıştır. 

Par arka planda yeryüzüne, doğa varlıklarına aurasını geri vermek arzusunu içerir.  Yeryüzünün teni ile bedenlerimizin teninin iç içe geçmişliğini hatırlatır. (Sırtını Merleau-Ponty’nin duyumsamayı merkeze koyduğu, beden ve dünyayı aynı tenin farklı kıvrımları olarak gördüğü felsefesine yaslamaktadır). 

Başlangıçta kahramanın doğada duyumsadığı titreşimler ve belki de duyguların tam form bulmamış halleri, ritimli bir yolculukla ve başka bir insanla karşılaşmayla, bir dönüşüme ve ruhsal düzene doğru uzanır. Kaostan kozmos’a bir yolculuktur bu. Ancak yaşam aktıkça, dönüşüm sonsuzca tekrar etmek zorunda olduğundan ya da bir gün ölümle ansızın kesileceğinden, insanın yeryüzüne ya da sabit bir duruşa yerleşebilmesi imkansızdır.


Par, bu yolculukta, yanıp sönerek ilham veren o (natamam) parıltıdır, titreşimdir, eşikte göz kırpan arzudur.


Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Bazı düşünsel yazılar kaleme alıyorum. Şu an çağdaş sanatın tekrara düşmesi ve yaşamda bir arzu alanı olarak sanattan beklentilerimize dair bir yazı üzerine çalışıyorum. Edebiyat alanındaysa, ölümün insanı hareketsiz bırakan ağırlığıyla, arzunun canlılığının aynı bedende buluşması üzerine bir anlatıya başladım. Bunları aynı nefeste tutmayı başarabilirsem, bu konuda yazmış olacağım. Geçen gün bir şiir dizesine denk geldim: “Aşksa çıkmalı kabuğundan. Ölümse gayet vahşi.” Sadece bu güzel dizenin içimde titreştirdikleri için dahi yazabilmeyi dilerim. 


Par, bir şeye övgü metni diyebilir miyiz, öyle ise, neyedir övgüsü?

Evet belki. Par, evreni bir arada tutan içkinliğe ve yolculuğa bir övgüdür. Yolculuk fiziksel olabileceği gibi, zihinsel de olabilir. Tarihte, Sokrates’ten başlayarak büyük düşünürlerin yürüdüğünü biliriz. Rousseau da, yazar Robert Walser da yürür. Sanatçının ve düşünürün yerleşemezliği epey belirgindir. Ancak, insan için de durum budur. Kaos ve düzen içinde salınıp giden yaşamda, oluş yaşamın gereğidir, benlik de sürekli hareket eder, kurulur ve dönüşür. Batı dillerindeki existance (varoluş) sözcüğü, exit (çıkış) ve stance (duruş) köklerinden türer. Varoluş, bir duruştan çıkışla, yolculukla, kurulur. Bir duruştan diğerine. Her karşılaşma bir diğerine doğru açılır. Süreklilik içinde.…Hakikatin, zaman alışıyla da uyumludur bu. Hakikat metaforu güneştir, ışıktır. Onun da doğmak için bir vakte, karanlıktan geçmeye ihtiyacı vardır. 


Yayın sektöründe zor bir süreçteyiz. Yazar olmak isteyenler için bir tavsiye rica etsem…

Yayın sektörünü iyi bildiğimi söyleyemem. Genel olarak Türkiye’de tarihsel olarak sanatın ve edebiyatın yaygın bir değeri olmadığını, sektörün tüm elemanlarının şu an ekonomik sıkıntılar çektiğini anlıyorum. Şüphesiz iyi yazarlar, iyi işler, iyi sanatçılar var. Diğer yandan, küresel olarak, anlam üretmekte zorlanılan bir dönemden geçiyoruz.  Anlam arayışı belirgin olarak tam da kriz zamanlarında ortaya çıkar. Nitekim yeni sanat anlayışları da.


Yine de. Bir gün herşey yerini bulur. O güne değin bize düşen, o gün henüz gelmeyecek de olsa, yıldızlarla, hayvanlarla, insanlarla ve ağaçlarla bağlantılı olduğumuzu anımsayarak, dünyayı duyumsamaya, kendi otantikliğimizde yazarak, kendimizi gerçekleştirmeye devam etmektir. Dolayısıyla benim önerim, piyasaya odaklanmak değil, yaşama, kendi bakışımıza, üretkenliğimize yönelmek ve yeryüzünde saklananı, duyumsanamaz olanı açığa çıkarmaya cesaret etmektir. 


Nihayetinde dünya, bir yerinden öylesine temas ettiğimiz bir toprak parçası değil, içinden, kanayarak kanatarak, bir iz bırakarak geçebildiğimiz büyülü bir bağdır. Ve hep, hazırda olanların fazlasıdır. Par da bu fazlalıkta ya da tam tersi bir eksiklikte titreşir. 


Ve burada, Par’dan bir alıntıyla bitirmek uygun olabilir.


“Sonra. Birden

Işıltılı metaller patladı boşlukta

Sığırcıklar uçuşarak kaçıştı

İçlerinden biri

Kara parlak kanatlarıyla yükseldi

Karanlığa durdu, 

yakıştı…”


Teşekkür ederim.

Yorumlar


bottom of page