top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Yolculuk

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 1 dakika önce
  • 7 dakikada okunur

"Kaptan gemiyi terk etmez, edemez. Tayfalar da onun aşkına ya da korkusuna, dayanırlar."


Füsun Uzunoğlu


"Dur. Bekle biraz. Burada bir şeyler yakaladım."

Mani sıkılmıştı. Deminden beri büyük karanlık ekrandaki hızla değişen hava akımlarını, bulutları, denizleri, daha da odaklanınca gemileri, içindeki insanları izliyorlardı. Zaman onlar için oyun alanıydı. 

Dönüp arkadaşının yanına oturdu, merakla gösterdiği noktaya baktı. Okyanusun batı yönünde bir adalar grubunun ortasında büyük dalgaların arasında sallanan, batmak üzere olan bir Osmanlı kalyonu. Yelkenleri parçalanmış, mürettebat açlık ve soğuktan bitkin durumda. 

Kaptan dimdik ayakta, emirler yağdırıyor. Gözleri keskin, elleri gemi dümeni kadar sert. Her ayrıntıyı kontrol ediyor, engin denizcilik tecrübesine rağmen bu çalkantılı duruma nasıl yakalandığını düşünüyor. Çocukluğundan beri denizle yatıp kalkardı. Gelibolu'nun bütün çocukları gibi. 

Amcasıyla koy koy dolaşmış, su üzerinde yüzen bu insan yapımı albatrosların dilini öğrenmişti. Yelkenini, küreğini, küpeştesini, iskotasını, ırgatını, serenini, her şeyini. Kolomb'un haritasına gönül verip düşmüştü yollara. 

Öyle bir noktaya vardı ki pusula çalışmıyor, yön ancak yıldızlara bakarak bulunuyor. Karaya çıkma olasılığı çok düşük. 

"Dayanın!" diye bağırdı tayfalarına. "Az kaldı!"

Adamları bu zorlu yolculuğa dayanamayacak, biliyor. Aslında kara belki de çok yakınlarda, bilmiyor. Olasılıkları hesaplamaya çalışıyor.

Kaptan gemiyi terk etmez, edemez. Tayfalar da onun aşkına ya da korkusuna, dayanırlar. Böyle bir çıkmazda her şey kaptanın iki dudağı arasındadır. Ama çok zorlaşmıştı işler. 

Gemidekiler perişandı. Bazılarında kanamalar vardı. Halsiz, bitkin kaybedilen canlar gözyaşlarıyla denizin derinliklerine bırakılıyor, dualar ediliyordu. Bilinmedik denizlerde böyle habersiz yitip gitmek yaşamın iç yakıcı bir parçasıydı.

Mina bu çaresizliği çok derinlerde duydu. Saydam bedeni içindeki görünmeyen ağlar yüksek bir titreşimle akıyordu. Mani de sonunda aynı titreşimleri algılamaya başladı. Aralarında bir işaretleşme oldu. 

Mina saliseler içinde kalyondaydı. 

Piri Reis kamarasına çekilmiş haritadaki koyların girinti çıkıntılarına, rüzgâra, mesafelere bakıyordu. Tahta masanın üzerinde titreyen kandil ışığı yüzünü gölgelere boğuyordu. Karayip'lerde değişik bulutların ve akıntıların geçtiği tehlikeli bir bölgede olduğunu bilmiyordu.

Haritada odaklandığı alana bir ışık yumağı düştü, büyüdü, masadaki kandilin ışığı titredi. Mina bu ışık selinin içinde eski çağ bilgeleri gibi, omuzuna atılmış Dakka müslini kumaştan giysiyle görünür oldu.

Piri Reis irkildi. Sandalyesinden hızla doğruldu. Haritayı bir kenara itti, bu inanılmaz varlığa hayranlıkla baktı.

Akan su sesi gibi yankılı bir ses kulaklarını doldurdu:

"Reis, ilk defa böyle bir çaresizliğin içindesin. Yaşamında gerçekleştireceğin çok şey var. Gemini ve tayfanı buradan çıkaracağım."

"Sen... kimsin?" diye sordu Piri Reis, sesi hafif titreyerek.

"Ben Mina. Zaman yolcularından biri."

"Ne istiyorsun benden?"

"İstemek değil, vermek için geldim. Adamlarından yaşama şansı olanlar kurtarılacak. Bu lanetli yere hiç gelmemiş olacaksın."

Mina yaklaştı, ışıltısı odayı doldurdu. Tahta döşemeler, haritalar, kandil hepsi altın bir renge büründü.

"Keşiflere ve haritacılığa olan tutkunu biliyorum. 'Harita bir tür ermişlik ister, değme kişiler beceremez' dersin hep. Korkusuzca bu yola çıktın ama şansın iyi gitmedi. Sana yardım edeceğim."

Piri Reis gözlerini kırpıştırdı. "Nasıl?"

"Haritanı çizebilmen için sana tüm dünya kıyılarını, adaları, denizleri göstereceğim. Oralara gitmiş gibi olacaksın. Senin ışık zamanınla tam bir gün boyunca dünya haritası karşında olacak. Gördüklerini kendi keşiflerinle ve Antonio Pigafetta'nın getirdiği haritalarla birleştirip kendi haritanı çıkartacaksın."

Biraz durdu, Piri Reis'in keskin bakışlı kara gözlerinden geçen düşünceleri izledi. Piri Reis bu yardımın kendisine neden geldiğini düşünüyor, yaşadıklarına inanamıyordu. Gemisi ve mürettebatı kurtulacak, üstelik haritayı çizebilecek bilgilere ulaşacaktı. Osmanlı denizlerine eli boş dönmeyecekti.

Işıklı varlık, Piri Reis'in yüzüne dokundu. Parmak uçlarından hoş bir sıcaklık yayıldı.

"Söylemek istediğim bir şey daha var," dedi. "Yeteneklerin ve tutkun bizim için önemli. Bunları daha da geliştirebilirsin. Aramıza katıldığında milyonlarca gezegenin gizleri sana açılacak."

Piri Reis nefesini tuttu. "Aramıza katılmak mı?"

"Eğer katılmazsan yaşadığın yıllar boyunca başarılarını sürdüreceksin. Uzun yaşayacaksın. Şanın yayılacak. Donanmaya büyük hizmetlerin olacak. Yüksek yerlere getirileceksin. Üç padişahın Kaptan-ı deryası olacaksın."

Mina'nın yüzü bir anlığına gölgelendi. "Uzun yaşamında sevenin kadar sevmeyenin de olacak. Sonunda iftiraya uğrayacak ve hainlikle suçlanacak, öldürüleceksin."

Kamaradaki hava elektriklendi. Haritaların kenarları dalgalandı.

"Bizimle geldiğinde buradaki yaşamın bitecek, evrenin farklı bir boyutunda yaşayacaksın. Seçim senin. Kararın ne olursa olsun haritanı yapabilmen için sana gerekli şartları ve zamanı sağlayacağız."

Ve Mina kayboldu. Kamarada gümüş renkli bir buğu kaldı sadece.

Piri Reis nefesini tuttuğunu fark etti. Göğsünü dolduran havayı bıraktı. Biz dediği kimdi ya da neydi? Bu kadar bilinmezlik içinde neye güvenebilirdi? Bu ışıksı varlık rüya mıydı? 

Oysa en uyanık olduğu, dikkatini en çok topladığı, haritada geminin neredeyse yok olacağını düşündüğü o noktaya odaklandığı anda çıkmıştı ortaya. Kaybedecek zamanı yoktu.

Tekrar haritaya döndü. Hastalıkla savaşan mürettebatın perişan hali. Geminin parçalanmak üzere olan gövdesi. Kırık direği. Yırtık yelkenler. Kopmuş halatlar. Okyanusun tuzlu dalgalarının çatlattığı güvertesi… 

Bir bir gözlerinin önünden geçti. Bu kadarı bile yeterdi. Yardıma ihtiyacı vardı.

Kabul ediyorum, diye düşündü.

Bunu aklından geçirdiği anda bu korkutucu alandan fersah fersah uzaklaşmış, sanki zaman geriye sarılmıştı. Kalyon artık daha sağlamdı. Denize açıldığı zamanki haline dönmüştü.

Duraksamadan yelkenleri açtı, batıdan esen rüzgârı ardına alıp yelkenleri şişirdi.

"Dümen doğuya! İstikamet Avrupa kıyıları!" diye bağırdı mürettebata.

Sağlığına tekrar kavuşan ikinci kaptanı, tayfaları, dümencisi, yelkencisi, kürekçisi ile Piri Reis farklı bir yazgıyı yaşıyordu artık.

Sular sakin, rüzgâr ılıktı. Kalyondakiler gecenin karanlığına kendilerini bırakmışlardı. Neden geri döndükleri konusunda en ufak bir şey bilmiyorlardı. Kaptan ani bir kararla tornistan yapmıştı.

Zaten yıpratıcı olabilecek bu yolculuğa Amerika kıyılarına ulaşmak, farklı topraklara çıkmak, yerli köleler, ipek kumaşlar, madenler, ganimetler bulmak hevesiyle katılmışlar, "fora" dendiğinde var güçleriyle küreklere ve yelkenlere asılmışlardı. Şimdi boşuna ümitlendikleri anlaşılıyordu. Hayal kırıklığı yaşıyorlar, kaptan-ı deryaya soramıyorlardı.

Gökyüzü koyu lacivertti, yıldızlar pırıl pırıldı, okyanusun yüzeyinde gümüş izdüşümler yanıp sönüyordu. Dümeni doğuya çevirdiler. 

Reis durgundu, düşünceliydi. Denizin sakin bir anını yakalayınca hemen kamarasına çekildi.

Aklında ışığın saydam bir varlığa dönüşmesi vardı, o saydam varlığı tüm ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Renkleriyle, sesinin tonuyla, duruşuyla.

Döşeğine uzandı, kılıcını yanına koydu, gözlerini kapattı. Önünde karanlık, aysız, yıldızsız gökyüzü gibi uzanan bir zemin, onun üzerinde dönen ışıltılı bir küre, okyanuslar, kıtalar, koylar, kaleler, tepeleriyle çok iyi bildiği dünya haritası vardı.

Birden uyandı, yerinden fırladı. Kâğıt rulolarını yaydı, eline mürekkep hokkasını, kalemini, pergelini aldı. Bir gün süresi vardı. Ara vermeden çalışıyordu. Dünya, o ışıltılı küre, gözünün önünde dönüyordu.

Kamaradan bir anlığına çıktı, kethüdası yanına koştu.

"Efendim, iyi misiniz?" diye sordu kethüda, endişeyle.

"Dışarıya çıkana kadar kimse beni rahatsız etmeyecek," dedi Piri Reis, gözleri ateş gibi yanarak

Emir alınmıştı. Kethüda bir şeyler olduğunun farkındaydı ama durumu çözemiyor, kaptanın kararlı haline bakınca bir şey soramıyordu. Hasta mıydı, bir tehlike mi vardı, eli çenesinde düşüncelere dalmış olarak, tayfanın başına geçti. Her şey kontrol altındaydı. Fırtınayı, dev dalgaları, parçalanan gemiyi hiç kimse hatırlamıyordu.

***

Yıl 1526

Piri Reis Kristof Kolomb'un ve Macellan'ın haritacılarının çizdiği haritaları toplamıştı. Çizeceği yeni harita Kanuni'ye sunulacak mükemmellikte olmalıydı. Kitab-ı Bahriye'yi oluşturmaya başladı.

İslam dünyasında en çok kullanılan haritaları son bilgilere dayanarak yeniliyordu. Adalar, kıyılar, kaleler, nehirlerle beş yıl içinde 225 çizime ortaya çıkmıştı. Kitabın girişine dünya coğrafyalarını anlatan uzunca bir şiirsel bölüm eklenmişti.

Divan-ı Hümayunun toplandığı o özel günde, Piri Reis Kitab-ı Bahriyeyi sunmak üzere saraya davet edilmişti. Gümüş oymalı kapılardan, her köşesi tarih ve ihtişamla dolu salona girdi.

Taş zeminler ayak sesleriyle yankılandı. Muhafızların zırhları güneş ışığında parladı. Mermer duvarlardan sızan serinlik terli yüzünü okşadı.

Kitabı altın varaklarla süslenmiş tahtın önündeki rahleye dikkatle yerleştirdi, eğilerek birkaç adım geri çekildi.

Yüksek pencerelerden altın rengi ışıklar süzülüyor, her bir ışık huzmesi yüce bir anlam taşır gibi, kitabın sayfalarından pırıltılarla yansıyordu. Kitaptaki her çizim ve yazı, geçmişle geleceğin birleştiği birer zaman damlası, uygarlıkların derinliğine inen, denizlerin sırlarını ortaya koyan bir anahtardı. Her biri Piri Reis'in gözünde mücevher değerindeydi. Bu kitap, onun için bir dönemin sonu, yeni bir çağın başlangıcıydı.

Sarayın kubbeleri altında derin bir sessizlik vardı. Piri Reis'in bakışları Sultandaydı, ancak aklı bambaşka yerlere, uzak denizlere ve bilinmeyen topraklara kaymıştı. Kitab-ı Bahriye'nin sayfalarında kaybolmuştu. Haritaların çizgileri, dağlar, koylar, okyanusların enginliğinde birer nokta gibi küçüldü, gözleri bulutlara takıldı.

Sultan özenle hazırlanmış kitabın sayfalarını hayranlıkla çevirdi, her ayrıntıyı huşu içinde inceledi. Duyguları karışıktı. O an Piri Reis'in başarısına duyduğu saygı kadar, kendi içindeki korkuyu da fark etti. Bu haritalar, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını aralıyordu.

Gözleri sayfalarda gezinirken Kitab-ı Bahriye'nin derinliklerinde bazen kaybolan bir geminin izini, bazen de bir okyanusun karanlık sularını, kutupların gizemini arar gibiydi. Kitap yalnızca tarihten, coğrafyadan bir kesit değil, bir kehanetin parçası, belki de kendisinin ve imparatorluğunun geleceğiydi.

Sayfalardaki harfler, çizgiler, sayılarda Piri Reis'in bu dünyadan ne kadar uzaklaştığını, nasıl bir boyuta doğru adım attığını görüyordu. O an, Sultan için de Piri Reis için de tarihin kilit anıydı.

"Reis," dedi Kanuni Sultan Süleyman, sesi kubbede yankılanırken. "Bu ilimle denizlerin fatihi sen olacaksın."

Piri Reis'in kalbi sıkıştı. O yalnızca bir kaptan, bir haritacı değil, bir bilim adamıydı.

***

Yıllar sonra...

İstanbul'un kış güneşi, Topkapı Sarayı'nın taş duvarlarında soluk bir ışık bırakıyordu. Piri Reis Kahire'den İstanbul'a, tekrar Sultan Süleyman'ın huzuruna, Divan-ı Hümayuna çağrılmıştı.

Artık yaşlı bir adamdı. Sakalındaki aklar, yüzündeki çizgiler onlarca yılın izlerini taşıyordu. Hakkındaki iftiralar korkunçtu. Donanmanın sırlarını yabancılara satmakla, gemilerin kaybedilmesiyle, yağmacılıkla, bulduğu ganimetleri saklamakla, hatta bunamakla suçlanıyordu.

"Kaptan-ı Derya Piri Reis, yüce divana gel!" diye seslendi muhafız.

Titreyen bacaklarıyla ilerledi. Divandaki tüm gözler üzerindeydi

Delil olmasa da söylentiler Sultana ulaşmıştı. Böyle şeylerde söylenti çoğu zaman yeterliydi. Üstelik kuşatmayı kaldırarak ve İran seferini yapmayarak Kanuni'yi kızdırmıştı.

"Piri Reis," dedi Kanuni Sultan Süleyman. "Bu ihanetleri nasıl açıklarsın?"

"Sultanım," dedi Piri Reis, sesi hala güçlü ve berraktı. "Sizin ve yüce devletimizin adını yüceltmekten başka ne yaptım ki?"

"Basra'yı terk ettin!"

"Kayıplarımızı sınırlı tutmak için stratejik bir geri çekilmeydi, Sultanım."

Fısıltılar divanda dolaştı. Vezirlerin bazıları başlarını çevirdiler.

Piri Reis idam fermanını dinlerken zaman durmuştu. Zihninde onlarca yıllık keşiflerin, denizlerin, haritaların, Kitab-ı Bahriye'yi oluşturan bilgilerin, üç padişah görmüş yaşamının yankıları dolaşıyor, ölüm onu geçmişiyle yüzleşmeye zorluyordu

Ruhsal bir yolculuktaydı Reis. Işıklı varlıkla olan buluşmasını, seçimini düşünüyor, bilinçaltını sorguluyordu. Keşiflerin ve bilginin önemini biliyordu, yine de kendi var oluşunu yaşamak için her şeyi kaybetme pahasına bu yolculuğu göze almıştı.

O zaman kabul etmeli miydim? diye düşündü. O ışığa tutunup bilinmeyene gitmeli miydim?

83 yıllık hayatı boyunca yaptığı gibi, ölümü de başı dik, onurlu karşılayacaktı

İdam fermanı okunduğunda Topkapı Sarayı'nın avlusunu garip bir sessizlik kapladı. Cellat kılıcını kaldırdı.

Tam o sırada gökyüzünde bir yarık açıldı. Kimsenin daha önce görmediği bir ışık, güneşin bile rengini solduran bir parıltı yere indi. Saraydaki herkes kör edici parlaklıkla kamaşan gözlerini kapatmıştı.

Yalnızca Piri Reis başını kaldırmış, ışığın tam içine bakıyordu. Zarif kumaşlardan yapılmış uçuşan giysisiyle Mina göründü, o dingin su yankısı gibi sesiyle konuştu:

"Reis, zamanın doldu. Karar vaktin geldi."

Avludakiler şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı. Muhafızlar kılıçlarını çektiler. Celladın eli havada kaldı.

"Bu dünyada kalıp ölmeyi seçersen, adını insanlık tarihine kazımış olacaksın. Fakat hem yaşamın hem keşifler senin için bitecek."

Mina'nın saçları rüzgârda uçuştu, eteği havalandı.

"Bizimle gelirsen evrende milyonlarca dünyanın bilgisi önüne serilecek, sonsuz denizlerde yüzeceksin…"

Piri Reis başını Kanuni'ye çevirdi, son kez göz göze geldiler. Dudakları belli belirsiz kıpırdadı.

"Hakkınızı helal edin, Sultanım."

Ve Mina'nın uzattığı ışıklı eli tuttu. Avlu bir anda boşaldı. Işık kayboldu, koskoca yarık gökyüzünde iz bırakmadan kapandı.

Geride yalnızca Piri Reis'in düşürdüğü harita rulosu kalmıştı. Vezir eğildi, haritayı aldı, üzerinde daha önce kimsenin görmediği ayrıntılar vardı. Keşfedilmemiş kıyılar, bilinmeyen adalar, geleceğin seferlerine yol gösterecek çizgiler, sayılar, notlar.

"Bu... imkânsız," diye fısıldadı vezir.

Kanuni Sultan Süleyman şaşkınlıkla haritaya baktı. 

"Piri Reis… Bir sır perdesinin ardında yitip gittin."

***

O günden sonra, Piri Reis'ten haber alınmadı. Kitab-ı Bahriye'yi okuyanlar, satır aralarında yeni dünyaların sırlarından fısıltılar duyar oldular.

Geceleri denizde yol alan kaptanlar, pusulasız kalıp yönlerini kaybettiklerinde, yıldızların arasında garip bir ışık görürler. Bilirler ki Reis hâlâ orada, sonsuz denizlerde keşfe devam ediyor.

Yorumlar


bottom of page