Öykü: Ah Almayacaksın
"Sanki etrafa yayılırsa sokağı ve arsayı daraltacağının, kendisinin de daralacağının farkındaydı da yukarı doğru çıkmanın daha akıllıca olacağına karar vermişti."
Berrin Yelkenbiçer
Aralarından su sızmayacak kadar bitişik apartmanlardan geçilmeyen sokağımızdaki tek boş alandaydı kavak ağacı. Nasılsa çirkin bir binanın hışmından kurtulmuş arsanın sokağa bakan tarafında tüm haşmetiyle yükseliyordu.
Sadece sokağın değil, tüm mahallenin tek arsasındaki tek ağaç olmanın getirdiği bir kibri vardı diyeceğim ama meğer ağaçlar kibirli olmazmış. Yedi günahın kibir dahil yedisi de sadece biz insanlara mahsusmuş. Ağacı da insanı da günahları da büyüdükçe öğrendim.
Yer gök betonken biz çocukların toprakla buluşabildiği tek yer o arsaydı. Oğlanlar bir tarafını mini futbol sahası haline getirmişlerdi. İki iri taşı kale direği niyetine kullanıp çığlık çığlığa tek kale maç yaparlardı. Sağa sola o kadar çok koşuyorlardı ki toprak zemin taş gibi sertleşmiş, çim bitmez hale gelmişti. Ağacın etrafındaki çimlik alan kızlarındı. Oğlanlara bakıp gülüşür, çekirdek çitler, piknik yapardık.
Sırtımızı yasladığımız kavak ağacı, etrafa ferah feza yayılıp yaz başlarında havaya pamukçuk savuranından değil de tüm dalları derli toplu bir biçimde gökyüzüne doğru uzayan cinstendi. Sanki etrafa yayılırsa sokağı ve arsayı daraltacağının, kendisinin de daralacağının farkındaydı da yukarı doğru çıkmanın daha akıllıca olacağına karar vermişti. Ağacın da akıllısı oluyormuş. Yukarıda onu durduran hiçbir şey ve hiç kimse yoktu. Boyu tüm apartmanların yüksekliğini geçmişti.
Güneş doğarken ilk önce ona selam veriyor, batarken en son onunla vedalaşıyordu. Mevsimleri o ağaçta ve eteklerinde büyüyen çimlerde, açan çiçeklerde takip ediyorduk. Dökülen yaprakları arsanın çamuruna karışıyorsa sonbahardı. Boş kuş yuvaları görünür hale geldiğinde ise kış. İlkbaharda çiçek açmazdı ama baş veren taze yaprakların yeşili çok hafif ve güzel olurdu. Dallarının arasından en çok kuş cıvıltısının geldiği, yapraklarının en bol ve koyu yeşil olduğu mevsim yazdı.
Dallarını sağa sola saçmadığı halde, yazın en sıcak günlerinde ve günün her saatinde sokağın bir köşesine mutlaka gölgesini yollardı. Mahallenin kedileri, köpekleri, seyyar satıcıları ve park yeri arayan arabaları hep o gölgenin peşinde olurlardı.
Arsa bitişik apartmanda oturan Hilmi Amca’ya aitti ama en çok biz çocuklarındı. Hilmi Amca’nın emekli hâkim olduğunu ve çok kalem kırdığını duyuyordum babamdan. Korkuyorduk ondan. Gürültümüzden rahatsız olup balkondan bize sürekli bağırdığı için ama en çok ne demek olduğunu bilmesek de kırılan kalemlerden bahsederken babalarımızın suretinde beliren acı yüzünden, çığlığını duyduğumuzda kalbimiz hopluyordu.
Arsanın etrafını derme çatma bir tahta perdeyle çevirdiklerinde çocukluğumuz ve daha bir sürü şey yarım kalıverdi. Evvelsi gün oynanan maçın rövanşı, annemizin keçi bacağı kızartmaya söz verdiği bugünkü piknik, kavağın dibinde yuvalanan kaplumbağaya götürmek için ayırdığımız marul yaprakları, gölgesinde havaya savurmak için sakladığımız kahkahalarımız elimize, ruhumuza, gönlümüze, boğazımıza dizildi.
Hilmi Amca bir müteahhitle üç daire karşılığında anlaşmış diye duyduk. Müteahhit kimdir, daire karşılığı anlaşmak ne demektir bilmiyorduk ama bizim arsamız elden gidiyordu, onu anlamıştık.
Sokağın betonuna hapsolduk. Artık kavağa sırtımızı dayayamıyorduk. Hışırdayan dallarına uzaktan bakıyor, kuşların cıvıltılarına uzaktan kulak veriyorduk ama o sokağımızı gölgelemeye devam ediyordu. Kimseyle bir alıp veremediği yoktu. Hilmi Amca’ya da tahta perdeye de bizim gibi kızgın değildi.
Ağacın kesileceği duyulduğunda biz çocukların kızgınlığına anne babalarınki de eklendi. Sadece oyun alanımızdan değil, gölgeden, kuşlardan, yeşilden, hatta mevsimlerden de olacaktık.
Mahallenin muhtarını da yanlarına aldılar ve konuşmaya gittiler. Biz çocuklar tahta perdenin önünde, kavağın gölgesinde heyecanla bekledik. Hilmi Amca’nın öfkesini çekmemek için çıt bile çıkarmadık. Sadece kuşlar cıvıldıyordu.
“Ne olur kestirmeyin, sokağımızın tek ağacı!” demişler,
“Siz yine yaptırın apartmanı, ağaç arsanın köşesinde zaten, binayı engellemez ki!” demişler,
“Hayır efendim, kökleri temele zarar vermez!” demişler,
“Binanın otoparkı olacaksa oraya gölge de yapar!” demişler.
“Siz ellemezseniz yüz elli yıl yaşar o!” demişler,
Hatta, “Yeşili dairelerin değerini arttırır!” bile demişler.
Kararından döndürememişler. Nuh demiş peygamber dememiş Hilmi Amca. “Katır gibi inatçı!” diyerek döndü babam. Kızgın ama daha çok üzgündü.
Bir sabah çok erken, daracık sokağımıza koca bir vincin zar zor girmeye çalıştığını gördüğümüzde tüm mahalleli bu sefer toplanmayı bile beklemeden, teker teker tekrar Hilmi Amca’nın kapısına koştular. Biz çocuklar üzerimizde okul üniformalarımızla yine tahta perdenin önünde nefeslerimizi tutup bekledik. Güneş henüz yükselmediği için kavağımız gölgesini yollamamıştı. Bu sefer kuşlar bile susmuşlardı.
“Bari ilkbahar sona erseydi!” demişler,
“Yaprakları daha yeni filizleniyor!” demişler,
“Üzerinde çok yuva var, yavrular yumurtalardan daha yeni çıkıyorlar, bari uçmayı öğrenselerdi!” demişler.
Hilmi Amca iyice sinirlenmiş ve sanki biz çocuklara bağırır gibi bağırmaya başlamış.
“Size ne!” demiş,
“Bir ağaç için ne diye kapıma gelip duruyorsunuz?” demiş,
“Arsa da benim, ağaç da benim, istediğimi yaparım!” demiş.
Kapıya gelen herkesin suratına kapıyı güm diye kapamış, sonradan gelenlere hiç açmamış.
“Bir kalem daha kırdı!” diyerek döndü babam. Bu sefer daha da üzgündü.
O gün akşam üzeri okuldan döndüğümde kavağı boylu boyunca sokağa uzanmış buldum. Hep derli toplu duran dalları iki yana açılmışlardı. Genç yaprakları hâlâ dallara sımsıkı tutunuyorlardı. Ağacımız can çekişiyordu. Üzerinde o kadar çok kuş yuvası vardı ki aşağıdan görülmemelerine şaştım kaldım. Meğer bizim kavağımız da kuşların apartmanıymış. İri gövdesine oturdum. Yuvalardan gelen cılız sesleri çaresizce dinledim.
“Çok ah aldı Hilmi Bey, bundan sonra iflah olmaz artık!” dedi annem. Sonra ağladı.
Kavak ağacı üç gün sokakta serili kaldı. O üç gün boyunca, onlarca kuş çığlık çığlığa dallarının etrafında uçuştular, gövdesine inip inip kalktılar. Dalları kesilip götürülürken bile ayrılmadılar. En son gövdesi kaldığında çığlıkları zayıfladı ama çaresizce havada dönerek yas tutmaya devam ettiler. Sokağın kedileriyle köpekleri, kavağa da yuvalara da etrafta uçuşanlara de hiç ilişmediler.
Gövdeyi de parçalayıp götürdüklerinde artık ne kuş cıvıltılarımız vardı ne de gölgemiz. Yer gök betona kesmişti ve güneşin altında cayır cayır yanıyordu. Binaların gölgesiyle ağaçların gölgesi meğer birbirine hiç benzemiyormuş. O günden sonra sokağımızda kuşlar hiç cıvıldamadı. Arsız martılar, hatta kedilerle köpekler bile bizi terk ettiler.
Kavak gidince gözümüze çok küçük görünen arsada inşaat hemen başladı ve çok hızlı ilerledi. Ama Hilmi Amca bunu göremedi. Aniden son evre kanser teşhisi kondu ve kavak ağacıyla kuşların arkasından öldü. Çok sıcak bir gündü. Cenazesine mahallenin çoğu gitmedi. Duyduğumuza göre güneş o kadar tepedeymiş ki camiye gidenler de namaza bile kalmamışlar. Tabutunu taşıyacak kişileri zor bulmuşlar. Mezarının başucunda bir selvi ağacı da yokmuş.
İnşaat yarı yarıya tamamlandığında ruhsatsız olduğu ortaya çıktı. Dar alana çok daire sığdırıp çok kazanmanın peşindeki kurnaz müteahhidin ortalıktan toz olduğunu duyduk. İnşaat mühürlendi.
Hilmi Amca’nın çocukları, demansı ilerleyen annelerini yeni eve değil de bir bakımevine yerleştirdiler. Yandaki yarım bırakılmış çirkin inşaat yüzünden değeri çok düştüğü için evlerini üç otuz paraya satıp kimseyle vedalaşmadan gittiler.
Paslanmaya başlamış demir filizleriyle arsasında çürüyen inşaatı gördükçe, Hilmi amca akıllardan günlerce çıkmadı.
“Mezarına kuşlar konmasın!” dedi mahalleli.
“O kalemleri kırmayacaktı!” dedi babam.
“Kuşların ahını almayacaktı!” dedi annem.
Ben o günlerde öğrendim ki sadece kuşların değil, ağacından kaplumbağasına, kedilerden köpeklere, çocuklardan mahalleliye cümle mahlûkatın ahını almayacaksın.
Çünkü ahın öyle bir gücü var ki dönüp dolaşıp muhatabına mutlaka ulaşıyor.
Sonra hem ah alanın hem de çoluğunun çocuğunun mezarında ot bitmiyor, etrafında kuşlar uçmuyor.
Comments