Öykü: Alacalı Kedi
- Litera
- 26 Haz
- 9 dakikada okunur
"Dönülmez oraya, olasılık bile değil bu. Karakola gitse? Geçen yıl mahallede öldürülen kadının, sözüm ona koruma altında olduğu aklına geliyor, sahipsiz biri gibi hissediyor, hemen vazgeçiyor."
Nesrin Erek
Gece, soğuk. Hızlı adımlarla yürüyor, nereye gittiğini bilmeden adımlıyor sokakları. Aklındaki tek şey uzaklaşmak. Gidebildiğince gidecek, ta ki bacakları onu taşımayana kadar. Yaklaşan her ayak sesinden tedirgin, ikide bir geriye çeviriyor başını, canavarı görmemeyi umuyor. Kafasındaki zonklama yokuşu tırmandıkça artıyor, ensesine, alnına bastırıyor elini. Elleri buz gibi, iyi geliyor. Araçların farları nasıl da parlak. Şehrin üstüne çökmüş isin, dumanın içinde, mazgallardan yükselen kekremsi, bungun kokuların arasında nefesi kesiliyor. Düzlüğe çıktığında köşedeki binanın önüne atıyor kendini, sırtını kapının açılmayan kanadına veriyor. Onca yolu gözü kapalı yürümüş sanki, etrafını fark etmeye başlıyor. Ne zaman gelmiş buraya? Uzun nefesler alıyor, kalbi dışarı çıkmak ister gibi gümbür gümbür. Canavar sızmıştır çoktan ama yine de çevreyi kolaçan ediyor. Yanı başında ona bakan bir çift göz. İrkiliyor, kapının camındaki büyümüş gözler, kendi yansıması. Boğazındaki kuruluğu yutkunarak ıslatıyor. Son anda sırtına geçirdiği hırkanın önünü kapamamış, hemen ilikliyor düğmeleri, yakasını kaldırıyor. Ellerini ağzına götürüyor, nefesiyle ısıtmaya çalışıyor, koltukaltlarına kıstırıyor sonra. Şehrin merkezine yaklaştıkça artan kalabalığın, onu gizleyeceğini düşünüyor.
Göz ucuyla bakıyor yoldan geçenlere, kimileri yavaşlayıp vitrinleri süzüyor. Işıl ışıl her yer. Yan taraftaki mağazanın kaldırıma vuran mavi ışıkları içinde orta yaşlı bir çift. Uzun bir palto giymiş bir adam, başında siyah, değişik bir şapka. Yanındaki saçları yapılı kadının omzuna atmış kolunu, gözlerinin içine gülümseyerek bakıyor, diğer eli mankenlerin üzerindeki giysilere uzanmış, hangisini alayım diye soruyor. Bazı dükkânların kepenkleri iniyor, içlerinden çıkanların yüzleri yorgun. Karşıdaki restoranın önünde bir kalabalık, ayrılan araçların yerine anında başkaları yanaşıyor, valelerde bir telaş. Izgaralarda pişen etlerin kokusu burnuna geliyor, keşke o eve gelmeden yeseydi yemeğini, içi kıyılmış, eli midesine gidiyor. Manavdakiler ellerinde zerzevat dolu poşetlerle ödeme sırasında bekliyorlar. Kimse farkında değil onun, nihayet nefesi düzene giriyor. Trafikteki araçların ışıklarıyla nehir gibi akıyor aşağıdaki cadde, orayı gözüne kestiriyor. Parklar, büfeler de var nasılsa, bir tost ve çayla karnı doyar elbet, idareli harcamalı parayı.
Caddeye ilerliyor. İyice yoğunlaştı trafik, araçlar sürekli dur kalk. Kaldırımlar insan seli. Trafik lambasının dibi, ışığın yeşile dönmesini bekleyenlerle dolu. Taksi durağının yanında, kucağındaki naylonlara sarılı demetleri önünden geçenlere uzatan çiçekçi bir kadın. Durağın ışıkları, omuzlarına değen sallantılı küpelerde, şalvarındaki iri simli desenlerde parlıyor. Mavi ışıklar içindeki adam değil mi o, kadının elinden tutmuş bu kez, çiçekçiye yanaşıyorlar. En büyük demeti alıyor kadına, gözlerinde aynı sıcak bakış. Babası ne annesine ne de kendisine bir kez olsun böyle baktı. Dönülmez oraya, olasılık bile değil bu. Karakola gitse? Geçen yıl mahallede öldürülen kadının, sözüm ona koruma altında olduğu aklına geliyor, sahipsiz biri gibi hissediyor, hemen vazgeçiyor.
Gece ilerleyip sokaklar ıssızlaşınca ne yapacak? Beynini ayrıkotları kaplıyor, aklına gelen her şey ona yabancı. Yer ayaklarının altında sallanıyor sanki, yalpalıyor. Kaldırımdaki ağacın gövdesine yaslanıp çömeliyor, nemlenen gözlerini sıkıyor. Birisi ona yaklaşıyor, bir maşa var kadının elinde. Yüzüne doğru eğiliyor kadın, arkasında kestane tezgâhı. İyi misiniz diye soruyor, ağlıyorsunuz? Yok diyor ona, soğuktan yaşardı gözlerim, şurada dinleneyim biraz. Kestaneci kadın ayazdan mora çalmış ince dudaklarını aşağıya büküyor. Aldırmıyor onun acıyan bakışlarına, gözlerini siliyor. Tezgâhın başına dönüyor kadın, dumanı tüten birkaç kestane uzatıyor ona. Alıyor, yüzünde bir tebessüm. Diğer elini kestanelerin üzerine kapatıyor, içine yayılan tatlı sıcaklık biraz daha sürsün istiyor. Yavaşça yiyor onları, nasıl da güzel pişmiş. Kestaneci kadın göz kırpıyor ona, elindeki maşayı mangalda şıkırdatarak kebap bunlar diye bağırıyor. Ayaklanıyor, park ne taraftaydı, birkaç yüz metre ileride. Oradaki büfe kapanmadan yetişmeli, kestaneciye gülümsüyor giderken.
Büfeden aldığı tostun sucukları zar gibi kesilmiş, varla yok arası, biraz da kaşar koymuşlar içine. Bulduğuna şükrederek yiyor onu, acılaşmış çay ağzını burkuyor. Şekerliğin altında duran gazeteye ilişiyor gözü, ne okuyacak hali var şimdi ne de anlayacak. Oturduğu yerden etrafı rahatça görebiliyor, duvarda asılı ısıtıcı tam karşısında, içindeki tellerin kızıllığı arada bir artıp sonra yine soluklaşıyor. Onu sarmalayan sıcaklık vücudunu gevşetiyor. Çaprazdaki masada sus pus duran gençler hariç diğer masalarda oturanların keyfi yerinde, hemen kalkacağa benzemiyorlar. Onların varlığına güvenerek biraz daha kalıp iyice ısınmak istiyor. Rahatlayan karnında gezdiriyor elini. Bir sigara çıkarıyor çantasından, dudağına kıstırıyor. Bütün gözlerini yokluyor çantanın, çakmak yok, aklına bile gelmedi evden çıkarken. Başını kaldırdığında kadın garsonla göz göze geliyor, bir çakmak var elinde. Sigarasını yakıyor kadın, arandığınızı görünce, diyor. Teşekkür ediyor, başka bir şey ister mi, varsa bir ıhlamur içer. Hemen, deyip dönüyor kadın. Biraz sonra ıhlamur önünde, çay tabağında da bir dilim limon. Oyalanırcasına küçük yudumlarla içiyor. Üst üste sigara yakıyor. Gittikçe tenhalaşıyor etraf, kalbinin atışı hızlanıyor, bir ateş basıyor beynini. Bir şeyler geçiyor aklından, hızlı çekim film gibi koşturan şeyler, ne olduklarını bile seçemiyor. Aklını toparlamalı, derin nefesler alıyor, ne yapacak şimdi? İleride görülen geçidin altındaki ucu kapalı koridora benzeyen boşluklardan birine mi sığınsa? Bilemiyor.
Çapraz masadaki gençler hararetle konuşmaya başlıyorlar, suskun dakikaların acısını çıkarırcasına. Masanın üzerinden birbirlerine yaklaştırıyorlar başlarını. Dikkati onlara yöneliyor. Bazıları kızgın galiba, homurdanıyorlar. Yüzünde yara izi olan gencin sesi yükseliyor. Geçelim bunları diyor, ufak tefek fikir ayrılıkları değil şimdi konumuz! Umudumuzu yitirmeyelim. Bu iki kelimeyi sakin bir tonda söylüyor. Yanındaki kumral kız başıyla onaylıyor onu, temelde taleplerimiz aynı kapıya çıkıyor arkadaşlar, birlik olmalıyız. İçinde bir kasılma hissediyor, yalnızlığın ağırlığı ciğerini sıkıştırıyor sanki, kazağının yakasını çekiştiriyor. Merak ediyor konuşulanları ama onları duyduğunu fark etsinler istemiyor. Şekerliğin altındaki gazeteyi alıp okuyormuş gibi yüzüne siper ediyor. Gazetenin üzerinden göz ucuyla onları izliyor. Kumral olanın karşısındaki gözlüklü kız, doğru söylüyor, diyerek lafa giriyor. Bir basamağı halletmeden diğerlerini öngörmemiz imkânsız, aşama aşama akıllı adımlarla ilerleyeceğiz. Kıvırcık saçlı oğlan mantıklı diye atılıyor, haklı taleplerimizi kabul etmelerini sağlayamazsak bizi yaşatmazlar orada. Yaşadıkları geçiyor gözünün önünden. Onun yaşama talebi haklı değil mi? Kumral kız, hadi gecikiyoruz, diyerek ayaklanıyor, diğerleri de kalkıyorlar peşinden. Arkalarından bakıyor, kol kola giriyor kimileri, ne güzel. Yüzü yaralı gencin umudumuzu yitirmeyelim sözünü defalarca tekrarlıyor içinden. Neyden bahsettiklerini, sorunun ne olduğunu anlamadı ama duyduğu bazı sözler beyninin kıvrımlarında dolanıyor şimdi. Basamak demişlerdi, akıllı, mantıklı olmak, birlik olmak, yaşamak. En çok da bu sözcük çınlıyor kafasında; yaşamak için mantıklı davranmak zorunda. Akıllıca düşünmeli, cesaretini toplamalı, en önemlisi de tedbiri elden bırakmamalı.
Bir şişe su alıp ayrılıyor büfeden, hava poyraza dönmüş, içini titretiyor rüzgâr. Halletmesi gereken ilk basamak, geceyi nerede geçireceği. Canavarın ininden kaçırabildiği parayı düşünüyor. Bir pansiyonda kalmaya kalksa haftasına biter. Etrafındaki ıssızlık, kollarını uzatmış onu yutmaya çalışıyor sanki, kalbinde yine o gümbürtü. Karşıdan yaklaşmakta olan adamları fark ediyor, sendeleyerek yürüyor ikisi de. Onu görmemişlerdir inşallah, eğiliyor hemen, kenardaki çöp konteynerinin yanına siniyor, içinde bir titreme. Adamlar geçip gidene kadar nefesini tutmuş saklanıyor. Yeterince uzaklaştıklarından emin olunca yeniden yürümeye başlıyor. Caddenin karşısından havlamalar geliyor, birkaç köpek birbirine girmiş, tüyleri havada uçuşuyor, ürküyor gördüklerinden. Tiz bir inlemeyle kuyruğunu kıstırarak kaçıyor köpeğin biri. Geçidin altı en iyisi galiba, kuytu olur hem, oraya yöneliyor.
Keskin soğuk ciğerlerine batıyor, buhar çıkıyor nefesinden, hırkasının yakasıyla kapıyor ağzını. Karşıdan gelen aracın biri kaldırıma çıkacakmış gibi ona doğru yaklaşıyor, farlar gözlerini alıyor. Yavaşlıyor araba, camları açık bu soğukta, içindeki adamların hunharca gülüşleri araçtan yayılan tuhaf müziğe karışıyor. Önde oturanın başı camdan dışarı uzanıyor, bir şeyler söylüyor, kaymış dudağından süzülen salyalar kazağında. Yüzünde evdeki canavarı görür gibi oluyor. Bangırtıyla çalıyor müzik, adamın ne dediği anlaşılmıyor. Dizlerinin bağı çözülüyor, nefesi kesiliyor, durup inmezler inşallah. Arkadaki araç selektör yaparak ısrarla korna çalıyor, kolunu dışarı çıkarıyor salyalı, elini ne oluyoruz der gibi yukarı çeviriyor. Aracın kornası kesintisiz çalıyor bu kez, uzaklaşmak zorunda kalıyorlar. Korna çalan araca dikkat kesiliyor, iki kadın var içinde. Yanaşıp duruyor araç, sağdaki kadın camı açıyor, iyisin değil mi? Şoför koltuğunda oturan da eğilerek bakıyor, bırakayım seni gideceğin yere. Bir yumru tıkanıyor boğazına, yutkunuyor. Öyle bir yer yok ki. Sağ olun diyor, az kaldı evime. Tamam diyor kadın, yeniden gaza yükleniyor, elini kaldırıyor onlara. Biraz uzaklaşıyor yolun kenarından, kaldırımda dizili ağaçların diğer tarafında yürüyor. Ellerinden tuttukları bir çocukla giden kadınla adamı görüyor, az ilerideki binaya giriyorlar. Kimse kalmadı etrafta, adımları koşarcasına hızlanıyor. Büyük bir marketin önüne bırakılmış karton kutulara ilişiyor gözü. Birkaç tane alsa, üzerinde yatar, soğuğu keser hem. En büyük kutuyu gözüne kestiriyor, yeter bu. Aklında yokken karşılaştığı bir dosta sarılır gibi kavrıyor kutuyu. Böyle taşımak zor ama bantlarını söküp yassıltıyor, koltukaltına kıstırıyor.
Geçide ulaşıyor, soluk ışıklar yanıyor tavanda. Yıllar öncesinden hatırladığı koridorları arıyor. Solda kalıyordu herhalde, o tarafa yöneliyor. Ayakkabılarından çıkan ses, yüksek, beton duvarlarda çınlıyor. İlerledikçe artıyor lağım kokusu, içi kalkıyor, nefes alamıyor, dönse mi acaba? Şehrin bütün pislikleri geçiyor gözünün önünden, arkada bıraktığı canavar, o sarhoşlar, arabadaki serseriler, koku önemsizleşiyor. Kenarlarda kalın, paslı borular uzanıyor. Katran gibi bir sızıntı var borunun birinde, altta birikmiş çöpün üzerine düşüyor damlalar. Çöp yığınından neredeyse kedi büyüklüğünde bir fare fırlıyor. İstemsiz bir çığlık atıyor, sesi geçitte yankılanıyor. Bir an için duraksayan hayvan aynı hızla geri dönüp yığının içine dalıyor. Biraz su içse iyi olur. Kartonu bacağına dayayarak yere koyuyor, çantasındaki şişeyi çıkarıyor. Kapağı açtığında duyduğu gür sesle irkiliyor, kim var orada diye bağırıyor biri. Yüreği ağzına geliyor, yere düşüyor şişe. Yaklaşan ayak sesleri gittikçe sıklaşıyor. Korkuyla savuruyor elindeki kapağı, geldiği yöne koşmaya başlıyor, karton orada kalıyor. Arkasından kaçma, diye söverek geliyor canavarlardan biri. Geçitten çıktığında bile durmuyor, son gücüyle koşuyor, ayrılıyor caddeden, ara sokaklara sapıyor. Kentin ışıkları arasına sinmiş tüm karanlıkları geride bırakmak ister gibi şuursuzca koşuyor. Dayanılmaz oldu boğazındaki kuruluk, yutkunması mümkün değil. Nefes nefese kaldı, kalbi tüm vücudunda atıyor, dermanı tükendi bacaklarının, durmalı artık. Etrafı kolaçan ediyor, kimse yok. Bir duvar dibine yaslanıyor, kalbinin atışı yavaşlasa azıcık, çöküyor olduğu yere, kenardaki taşın üzerine oturuyor, buz gibi taş. Aklına geçitte kalan karton geliyor, olsun, canını kurtardı ya.
Sokak lambasının ışığında, bahçeler içindeki büyük ağaçlar arasında kalmış eski, tarihi evleri fark ediyor. Görebildiği tüm alanı tarıyor, çoğu karanlığa gömülmüş evlerin, duvarları yıkılmış, çatıları çökmüş. Yıkıldı yıkılacak gibi duruyor bazıları. Birkaç evin sıkı sıkıya kapalı perdelerinden zayıf ışıklar sızıyor dışarıya, bacalarından dumanlar tütüyor, ne güzel. Taşın üzerinde, sırtındaki ter soğudukça titremeye başlıyor. Kemikleri sayılan bir kedi ona yaklaşıp bacaklarına sürtünüyor, alacalı olduğuna göre dişi bu. Miyavlayarak karşıdaki karanlık eve yürüyor, demir parmaklıklı bahçe kapısından geçiyor. Sığınacağı bir yer var orda kesin.
Ayaklanıyor kedinin peşinden, küçük bir sürgüsü var kapının, yana kaydırdığında biraz gıcırtıyla açılıyor. Işıklı evler ileride, duymamıştır kimse, usulca itiyor sürgüyü. Çer-çöp dolu bahçe, kırılıp yere düşmüş dallar çıtırdıyor bastıkça, kedi ortalarda görünmüyor. Eve dikiyor gözlerini, iki kat burası, üst katın dökülmüş sıvalarının altından tuğlaları görünüyor. Küçük bir balkon gibi duran çıkıntı, altındaki işlemeli demirlere vermiş yükünü. Çatının kenarını dolanan oluk kurtulmuş yerinden, aşağıya sarkmış bir tarafı. Bazı pencerelerde çatlaklar, kırıklar, kırığın birinden dışarıya uçuşan lime lime olmuş bir perde. İyice yaklaşıyor eve, sokak lambasının ışığı, üç mermer basamağın bitiminde duran neredeyse iki metre uzunluğundaki çift kanatlı ahşap kapıya vuruyor. Nal gibi bir asma kilit takılı üzerinde. Evin içini görebilmek için bir pencereye yanaşıyor, cama değmiş ağaç dallarını aralıyor. Camdaki tabaka oluşturmuş kirde küçük bir alanı siliyor. Ellerini gözlerinin kenarına dayayarak bakıyor, eşyalar var sanki, tam da seçemiyor. Terk edilmiş nasılsa, eve girmekte bir sakınca görmüyor, bir an önce içeri atmalı kendini, nasıl açılır ki o kilit. Basamakları çıkıyor, ışığa doğru çeviriyor çantanın ağzını, kilidin içine sokabileceği bir şeyler aranıyor, törpü geliyor eline, çantayı yeniden omzuna takıyor. Bir elinde törpü, diğeriyle kilide yapışıyor. Altını ışığa tutmaya çalışırken elinde parçalanıyor kilit, gövdesiyle kancası birbirinden ayrılıyor, pas içindeki çürümüş parçalar ayaklarının dibine dökülüyor. Hemen itiyor kapıyı, ne ağırmış, güçlükle açıyor, eve girince yine kapıyor. İçerisi karanlık, penceresinden baktığı odadan bulunduğu yere vuran silik ışıkta kapının arkasındaki uzun demir kancayı görüyor, kapının diğer kanadındaki halkaya takıyor onu. Uzun bir soluk veriyor. Gücü tükendi iyice, esniyor, doğruca o odaya geçiyor. Kesif bir koku çarpıyor burnuna. Yürüdükçe gıcırdıyor ahşap döşeme, ayağına takılan şeylere bakacak mecali yok. Bir sedir var karşıda, üzerinde yırtık minderler. Çantasını sedirin ayakucuna koyuyor. Etrafa saçılmış pamukları yere itiyor, kalkan tozlar hapşırtıyor onu. Etrafa bakınıyor, arkalığı kırılmış bir sallanan sandalyedeki küçük yastığı görüyor, onu koyar başının altına. Birkaç kez silkeliyor yastığı, yine hapşırıyor. Ayakkabılarını çıkarıyor, sedire atıyor kendini, bacaklarını karnına çekip büzüşüyor. Dışarıdaki dalların gölgeleri vuruyor duvara, gözleri kapanıyor.
Çırılçıplak koşuyor bulanık suların içinde, üzerinde dönen yırtıcı kara kuşlar. Köstebek yuvası gibi kabarık çamur öbeklerinden kıllı yılanlar çıkıyor, ayaklarından yakalamaya çalışıyorlar onu. Gittikçe çoğalıyor yılanlar, kuşlar kocaman pençeleriyle etini koparmak ister gibi üstüne dalıyor. Tepedeki ormana bir ulaşsa. İyice sıklaştı nefesi, ter içinde kaldı, kalbi deli gibi atıyor. Yaklaştıkça tuhaflaşıyor ağaçlar, gövdelerinde kötü bakan gözler, sakallı, korkunç yüzler beliriyor, onu bekler gibi açıyor ağzını biri. Öyle hızlandı ki duramıyor, yutuyor onu ağız, salyalar her yerine bulaşıyor. Çığlıkla açıyor gözlerini, kendi sesine uyanıyor, bulaşan şeyleri temizler gibi çırpınıyor. Kendine gelmesi dakikalar sürüyor, yüzündeki, ensesindeki teri siliyor. Doğruluyor sedirde, örümcek ağları kaplamış her yeri, fare pislikleri kümelenmiş köşelerde, tozdan görünmeyen kırık dökük eşyalar etrafa saçılmış, çantasının yanında bir kurbağa iskeleti, midesi bulanıyor. Bir inden farksız burası. Kalkıyor, yattığı yerde halkalar halinde sapsarı lekeler, öğürüyor. Kendi elleriyle yıkadığı mis gibi yatakta yatıyordur şimdi canavar, burada olmayı hak eden o aslında, bu sidikli yatak bile fazla ona. Yerdeki sandalye bacağını tekmeliyor hırsla, tozlar, pamuklar uçuşuyor. Başı dönüyor, canı çekiliyor sanki, sedire dayanıyor. Tansiyonu düştü herhalde, açlıktan olmalı, su da içmedi ne zamandır, midesi gurulduyor. Ne yiyecek şimdi, dün yaptığı yemekler aklına geliyor, o kâbustaki yırtıcı kuşlar gibi, avını parçalayan bir hayvan gibi hunharca yemiştir hepsini canavar, neyin kıymetini bildi ki.
Akşam gördüğü ışıklı evlerin oralarda bir bakkal vardır belki, çantasını alıp evden çıkıyor. Kar atıştırıyor dışarıda, hızlı adımlarla yürüyor. Sonuna kadar gidiyor sokağın, hiçbir şey yok burada. Diğer sokağa sapıyor, çöp bidonundan etrafa yayılan ağır koku dayanılır gibi değil, burnunu eliyle kapıyor. Biraz ilerleyince, köhne bir evin alt katındaki küçük bakkalı görüyor. Yaşlı bir adam var içeride, gözlük camları şişe dibi gibi kalın, zor duyuyor kulakları. Ekmek, su ve biraz da peynirle zeytin alıp çıkıyor bakkaldan. Yerde birikmeye başlayan karda dikkatle adımlıyor, çaresiz o eve doğru yürüyor. Az önce önünden geçtiği çöpün yanında büyük bir poşet belirmiş. İçine atılmadığına göre çöp değil bu, bir baksa mı acaba. Etrafa göz gezdiriyor, onu gören yok. Eğilip açıyor poşeti, düzgünce katlanmış kalın bir manto. Eline alıyor, neredeyse yeni bu, özenle kullanılmış belli. Hemen sırtına geçiriyor, biraz bol ama olsun. Değişik, tatlı bir sıcaklık kaplıyor bedenini, bunu bırakan kadına sarılmış gibi bir sıcaklık. Kim acaba? Böyle bir mantoyu gözden çıkardığına göre daha iyisi var demek, ne güzel. Belki de çalışan biridir, kendi parasıyla alıyordur her şeyi, nasıl olsa muhtaç diye kimse onu ezmeye kalkamıyordur. Canı ne istiyorsa yapabiliyordur hem, gazete bile alıyordur her gün. Kitaplarla dolu bir dolap geçiyor gözünün önünden, bir sürü kitabı da vardır onun, sinemaya, tiyatroya da gidiyordur. Düşündüğü şeyler heyecanlandırıyor onu, yürüyüşü değişiyor. Büfedeki gençlerin söyledikleri aklına geliyor, yitirmeyecek umudunu, yaşamak için yanındaki para bitmeden bir iş bulması şart. Arkasından cılız bir miyavlama duyuyor, başını çevirdiğinde görüyor onu, akşamki alacalı kedi bu, titriyor. Elindeki poşetin peşinden geliyor, peynir kokusunu almış demek. Eğilip kucağına alıyor onu, başını okşuyor. Mırlıyor kedi, kolunun altına sokuluyor. Merak etme sakın diyor, mama da alırım sana ben, sobamız bile olacak, göreceksin. Birlikte hayatta kalacağız.
Comments