Öykü: Amca Baba Yarısı
"Yardım edebilecekken etmiyorum, köftenin tekinin tabağının yanından düşmek üzere olduğunu görüyor müdahale etmiyorum. Ayranını sıkı sıkı tutan sol elini ağzına yaklaştırıyor. Köfteyle ayranı aynı anda bitirmeyi başarabilecek mi acaba diye geçiriyorum içimden."
Nur Hayat Buran
Saat sekiz. Ben de on sekiz. Daha dün kutladım doğum günümü, kendi kendime.
Amcam kör.
Lokantaya beraber giriyoruz. “Üst kata çıkalım,” diyor, çıkıyoruz. She Will Be Loved şarkısı kulaklarımda; yıllar evvel geldiğimiz bu lokantanın merdivenlerini bu kez sensiz ve sevgisiz çıkıyorum baba. Burnumun direği sızlıyor... Özlenen kokular duyuyor ve gözümdeki yaşın akmasına engel olmaya çalışıyorum. Birazdan yine acele acele yiyeceğim ve koşarcasına, muhtemelen incinmiş vaziyette uzaklaşacağım bu müzik zevki yüksek mekândan.
Amcam, “Sokağı gören bir masaya oturalım,” diyor her zamanki gibi. “Yoldan geçenleri anlatırsın.” Garson, “Tek mi, bir buçuk mu?” diye soruyor; amcam birer tek söylüyor. Az ötemizde oturan kadının telefonu çalıyor. “Allah nice kandillere erdirsin sizi de evladım,” diyor ve başını sallaya sallaya konuşuyor. “Allah hatırınızı yapsın,” deyip telefonu kapatıyor. Sen gittiğinden beri bizi kimseler aramıyor baba. Kimse hatrımızı yapmıyor. Hiçbir akraba amcamı sevmiyor. Ben de sevmiyorum. Amcam dünyanın en mağdur ve de mağdur olduğu için de haklı ve ilgilenilmesi gereken kimsesi.
Saat sekiz onbeş. Demiş miydim dün on sekiz oldum.
Garson, elinde üç tabakla yanımıza geliyor. Tabaklarda, kızarmış ekmeklerin altına gizlenmiş köfteler var. Yanına ayran istiyor amcam. Kadın da. “Közlenmiş biber bir de evladım,” diyor. Garson, bize dönüp, bizim de köz biber isteyip istemediğimizi soruyor. Kör velinimetim, “Hazırda varsa getiriver, yoksa bekleyemeyiz,” diyor. Yine benim yerime karar veriyor. Bir şeyler söylemek istiyorum; içimde bir yerde bana mâni oluyorsun. Sertçe “Haydi, dışarıdakileri anlat bir yandan,” diyor. Otomatik olarak başlıyorum “Siyah paltolu iki kız geçiyor,” diyorum. “Saçları sarı,” “Boyalı mı?” diyor. Soruya şaşırıp, “Bilmiyorum,” diyorum, “muhtemelen.” Hep anlattırıyor. “Birinin paltosu parlak, saçlarını toplamış. Şimdi bir de adam geçiyor, güneş gözlüğünü başının üstüne koymuş. Valizini çekiyor, hızlı hızlı yürüyor, neredeyse koşuyor,” diye devam ediyorum. “Koşmasa da olur, yetişir. Duyulmadı daha trenin sesi,” diyor. Bir parça kızarmış ekmek ve bir parça köfte ile meşgul olan ağzımı ayranla suluyorum.
Duvardaki resimlere bakıyorum, seninle tek tek bu resimleri inceleyip eğlendiğimiz günler geliyor aklıma. Son görüşmemizde istemediğim sözler çıkmıştı ağzımdan, onları düşünüyorum. Hepsi ergenliktendi, annesizliktendi. Hayatın beni bir de sensiz bırakacağını bilmiyordum. Havada asılı duran şarkıya da bak: “Sözlerimi geri alamam.” Burası ne acayip bir yer, bu tesadüf mü? “Yine aşınca çayın suyu boyunu, belki yeniden karşıma çıkacaksın.” “Keşke,” diyorum özlemle. “Ne?” diyor amcam elini kulağına götürüp. Ben de Nejat’la birlikte, “Bilemiyoruz şimdi,” diye mırıldanıyorum, şarkıya eşlik ettiğimi düşünsün diye. Çatalına yeni bir köfte denk getirmeye çalışıyor o esnada. Yardım edebilecekken etmiyorum, köftenin tekinin tabağının yanından düşmek üzere olduğunu görüyor müdahale etmiyorum. Ayranını sıkı sıkı tutan sol elini ağzına yaklaştırıyor. Köfteyle ayranı aynı anda bitirmeyi başarabilecek mi acaba diye geçiriyorum içimden.
Garson, az ötedeki teyzenin masasıyla bizim masaya, getirdiği köz biberleri bırakıyor. Masayı yoklayıp köz biber tabağına uzanıyor amcam, sanki ben ondan kaçıracakmışım gibi tek tek dokunuyor biberlere. Adeta sayıyor onları. Sonra birden tabağına aktarıyor biberlerin hepsini. Demek ki benim yemememe karar verdi diye düşünüyorum. Boşalan tabağı sağ yanına alıp takma dişlerini içine bırakıyor. Ağzımda köfte ve ekmekle kalakalıyorum. Dişsiz ağzıyla “devam et anlatmaya,” diyor. Anlamamış gibi yapıp ayranımdan içiyorum. Gerçekten neden böyle iğrençlikler yapıyor anlamıyorum. Diğer masadaki kadınla göz göze geliyoruz, kadının bakışları acıma dolu. Amcam “Kızarmış ekmek kaçtı, çok acıtıyor,” diyor. “Hı hı,” deyip başımı diğer yana çeviriyorum. Yine şevkle başladığım yemeği yarım bırakıyorum. Yine… Kararımı o anda kesinleştiriyorum. Kendi yemeğini afiyetle bitirdiğinde sen yedin mi, doydun mu, bitirdin mi demeden “Saat sekiz otuz oluyor, kalkalım,” diyor. Garsonun getirdiği kapaklı hesap kutusuna cebinden çıkardığı parayı yerleştiriyor, “Ödedim ben seninkini de,” diyor, “ya ne yapacaktın?” diyemiyorum.
Saat sekiz otuz. Koskoca on sekiz yıl geçirmişim bu dünyada.
Amcam kör, beni bile görmüyor. Bu son üç yılda o mu bana baktı, ben mi ona, belli değil.
Artık yoruldum. Sürüklüyorum onu merdivenlerden, “koşmazsak yetişemeyiz,” diyorum ve o anda trenin sesi duyuluyor. Onu koştura, sürükleye trene götürüyorum, yetişiyoruz. Tren hareket ediyor.
“Tüh,” diyor “dişlerim.” Oh olsun diyorum içimden. Onu pencere kenarına oturtuyorum. Cebinden çıkardığı havlu kadar büyük mendille terini siliyor. Dişleri için hayıflanmaya devam ediyor. Aldırmıyorum. Acımasız mıyım? Hiç sanmıyorum.
Saat sekiz kırk beş. On sekiz ne güzel bir sayı.
Amca baba yarısı; tamı değil.
Bir sonraki istasyonda trenden iniyor ve hafif serin bahar havasını ciğerlerime çekiyorum. Elimle paltomun cebindeki kimliğimle, amcamdan çaktırmadan aldığım senden kalan aylığın yattığı bankanın kartını yokluyor yürümeye başlıyorum. On sekiz olduğum yürüyüşümden belli oluyor.
コメント