top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Belki de en iyisi televizyonu açmak

"İyi huylarımın hepsini oğlundan, tasvip edilmeyen kötülerini gelininden aldığımı düşünüyor, hissediyorum."

Özlem Çadırcı

Bu sabah, karşımızdaki iki katlı eski evi yıkmaya başladılar. Sabahtan beri, sokağa giren vinçi, yük taşıyan kamyonları, işçilerin koşturmacasını, seyredip duruyoruz. Ninem kahvaltıda, yıkıma hazırlanan binanın, benim doğduğum yıl yapıldığını anlattı uzun uzun. Yirmialtı koca yıl, kim bilir kaç aileye yuva olan, kara kışlara, kavurucu yazlara meydan okuyup, deli rüzgarlara direnen yorgun yapı, tamamen silinip gidecek. Unutulacak zamanla. Nedense, içine bir kere bile girmediğim bu çirkin binadan, iz kalmayacacak olmasına üzülüyorum. Ninem “Gencecik insanların haybeye öldüğü dünyada, evlerin yıkılmasına üzülünür mü hiç,” diyor. Ben mi fazla duygusalım, yoksa o mu çok katı, karar veremiyorum.


Öğlene doğru, taş taş üstünde kalmayan evden çıkan molozları toplamak için gelen kamyonlar, vızır vızır çalışırken, tozdan göz gözü görmez oldu. Ninem, “iğne deliğinden girer bu meret” diye söylenmeye başladığında, ben sokağın pisliği içeri girmesin diye çoktan bütün pencereleri sıkı sıkı kapatıyordum. Az önce, damperini yükle dolduran bir kamyon daha önümüzden geçip gitti. Onun hemen arkasından, hurdacı Zafer çıkageldi. Yıkıntıdan arta kalan ganimetlerden nemalanma hevesiyle, bir köşede duran pencere ve kapı yığınını, külüstür el arabasına, nasıl da iştahla yüklüyor. Akbaba mübarek! Adamın çalışma temposunu hayretler içinde seyrederken, “Yeter artık seyrettiğin, hadi git de yıkan. Leş gibi ter kokuyorsun” diye araya giriyor ninem. Dinlemiyorum. Canım hiç ıslanmak istemiyor bugün. “Sonra yıkanırım,” diyorum. İnsanı deli eden inadımı bildiğinden, üstelemiyor fazla. İyi huylarımın hepsini oğlundan, tasvip edilmeyen kötülerini gelininden aldığımı düşünüyor, hissediyorum. Anne, babam, ben üç yaşındayken bir trafik kazasında ölmüş. Hurdaya dönen araçtan, bir ben sağ çıkmışım. Ama ben kazayı da, onları da hatırlamıyorum. Annemle, babamı ne hatırlıyorum, ne de özlüyorum. İnsan tanımadığı birini nasıl özler ki zaten…


Cılız sesiyle söylenip duran ninemin, dediklerini kulak arkasına iteklerken, bir yandan sokaktan geçenleri seyre devam ediyorum. Yanımızdaki evde oturan suratsız Huriye, sokağın başında beliriyor. Eli kolu pazar torbalarıyla dolu. Zavallı kocası Vahdi’yi severim ama bu yelloza, günahımı vermem. Zavallı Vahdicik, oldum olası yarım akıllının tekiydi, üstüne bir de bunama teşhisi konunca, daha beter oldu garibim. Nemrut karısının şamar oğlanına döndü iyice. Huriye, değirmen taşı misali kalçalarını, kıvırta kıvırta, yürüp geçiyor önümüzden. Neler söylüyorlar onun için komşu kadın­lar, duysa ortalığı ayağa kaldırır. Bizim mahallede, herkes birbirinin arkasından konuşur. Çekiştirecek birini bulamadıklarında, eski defterleri dökerler ortalığa. Kimin kocası hovardaymış, hangi evde kavga gürültü eksik olmazmış, ballandıra ballandıra anlatırken, her defasında gıybet çetesinin gözleri ışıldar. Benim de arkamdan “kız gibi” diyorlar, biliyorum. “Köse Kemal” diye dalga geçiyor mahallenin çocukları, duymazdan geliyorum. O sümüklülerin söylediklerini, dert edinemem kendime. Erkekliğin, bir tutam kılla ölçülmediğini bilecek kadar zekiyim çok şükür. Bir avuç kafasızın lafına asla takılmam. Bu salaklar ordusu, pazarcı Esma için yanıp tutuştuğumun farkında bile değil. Ben de hiç çaktırmıyorum tabii. Kadın, geceleri rüyalarımı, gündüzleri fantezilerimi süslüyor. Arada yardım bahanesiyle, ninemle pazara gidiyorum. Sırf Esma’yı görmek için peşine takıldığımı öğrense, ninem canıma okur. Küçük mutluluklarım, imkansız hayallerimle, yaşadığım bu sıkıcı günleri renklendirmeye çalışıyorum, ne yapayım. Aslında, üniversiteye gitseydim, bambaşka bir hayatım olacaktı. Ama ninem “emekli maaşımla seni Ankara’da okutamam” deyince, Veterinerlik Fakültesi’ni kazanmama rağmen, gidemedim. İçimde uhde kaldı. Beyaz önlüğümle inekleri, atları muayene ettiğim, veteriner Kemal Bey kimliğimle saygı gördüğüm, hayaller kuruyorum sıklıkla. Olduğum kişiyle, olmak istediğim kişi arasındaki uçurum, yiyip bitiriyor beni. Bu köyde yaşayan herkese, en çok da kendime acıyorum. Kobay faresi gibi, sıkışıp kalmışız evlerimize. Kurtulmamız imkansız.


Sokak kapısının, açılıp kapanma sesini duyuyorum oturduğum yerden. Evin önündeki kaldırımı görmek için, pencereye doğru kaykılınca, ninemi görüyorum. Terliklerini kolunun altına sıkıştırmış, pıtı pıtı yürüyor. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyordur? Çilekeş hayatından yakı­nacak, belki de beni şikayet edecek, içini döküp, rahatlayacak. Bense, hep burada kalacağım, kendi kendimle, gönlümden geçenleri kimselere anlatamadan, camın önünde oturup duracağım böylece. Üstüme çöken kasveti hafifletmek için, bakışlarımı tekrar sokağa çeviriyorum. Kalan son molozları, yüklediği gibi gidiyor şu kamyon. Ameleler, akşam olmadan nasıl da dertop edip, bitiriverdiler işlerini. Yövmiyelerini alıp, evlerinin yolunu tutmadan önce, kesin çarşıdaki bakkaldan alışveriş ederler. Ellerinde siyah naylon poşet, poşetlerin içinde bir somun ekmek, bir kalıp peynir, üç beş de yumurta olur. Bir günü daha kurtardıkları için, şükrederler içlerinden. Yarın ola, hayrola derler.


Arkamızdaki okuldan, çocukların bağrışmaları geliyor kulağıma. Belli ki paydos zili çalmış, dağılmışlar. Saat ne çabuk dörtbuçuk olmuş. Beş, on dakikaya kalmaz, koştur koştur geçerler önümden. Bir tek çocuklar gülüp, eğleniyor buralarda. Kadınların çoğu, iki arada bir derede kalmış, mutlu mu, mutsuz mu olduğu anlaşılmayan evliliklerin mahkumu. Erkeklerin neredeyse hepsinin yüzü asık. Gülmeyi unutmuşlar sanki. Çalışmaktan, elleri gibi kalpleri de nasır tutmuş. Hayatlarında bir kere, karılarına seni seviyorum demişlermidir acaba. Hiç sanmıyorum. Elele yürüyüp, birbirine sevgiyle bakan, tek bir çift bile göremezsiniz bizim buralarda. Akşam olduğunda, hepimizin oturup, aval aval seyrettiği televizyon dizileriyle alakası olmayan hayatlar sürüyoruz. Ekranda görüp, imrendiğimiz ne varsa, hepsine dair olanaksız hayaller kuruyoruz, bıkıp usanmadan.


Sinsi sinsi yaklaşan kara bulutları takip ederken, pencerenin önündeki divana iyice büzülüyorum. İçimi nedensiz bir çaresizlik kaplıyor. Kalan ömrümü burada, bu insanların arasında geçirecek olduğumu hatırlamak, yüreğimi darlıyor yine. Canlı canlı mezara girmek gibi bir his kaplıyor her yanımı. Düşüncesi bile, nefessiz bırakıyor beni. İçime çöken gamı, kasaveti söküp atmak umuduyla, uzanıp sehpanın üstündeki bardaktan kana kana su içiyorum, işe yaramıyor. Gözüm televizyonun, kullanmaktan yazıları silinmiş kumandasına takılıyor. Yanımda olmayan, hayali birine, “Belki de en iyisi televizyonu açmak” diye sesleniyorum.

bottom of page