Öykü: Ben Babamla Sadece Bir Kere Sinemaya Gittim
"Yaşayarak hep o bilinmeyenin merkezine yaklaşmanın ama hiçbir zaman ulaşamamanın zevkini ve lânetini kısmen de olsa ellerinden alamazdım."
Fazlı Can
Evimize sekiz on dakikalık mesafede askeri bir sinema vardı. Çarşamba akşamları saat sekiz buçukta subay ailelerine alt yazılı filmler gösterirdi. Sıralar ahşap yerler numarasızdı. Balkonu da vardı ama orası açılmazdı. Biletler çok ucuzdu. Ben o sinemaya arkadaşlarımla, babamdan izin almadan gizlice giderdim. Orada bir okul gününün ardından, hiçbir kuralı umursamadan tuzlu ay çekirdeği çitleyerek film seyretmek çok hoşumuza giderdi: Film bittiğinde hep oturduğumuz en öndeki sıranın altı bembeyaz çakıl taşı gibi gözüken çekirdek kabuklarıyla bezenmiş olurdu.
O yıllarda, evde olduğum zaman mutlaka pijama giyerdim. Babamın giydiği pijamalardan. Onunkiler koyu kahverengi, benimkilerse açık mavi çubuklu olur ve mutlaka üstüme büyük gelecek şekilde dikilirlerdi: Bir hikâye cümlesinde geçecek olsam, “pijaması bol çocuk” olurdum. Öğlenciydim. Eve gelmem akşam altıyı bulurdu. Çarşamba günleri okul dönüşü, göğüs cebi okul armalı koyu bordo renkli ceketimi aynı renkteki papyon kravatımı çıkarır; koyu gri pantolonumun ve çok sevdiğim ütüsü zor bozulan açık mavi gömleğimin üstüne pijamamı giyer, sinema vakti geldiğinde pijamamı çıkarır, babam fark etmeden sokakta beni bekleyen arkadaşlarıma katılırdım. Sinema dönüşü kapıyı annem bana usulca açardı.
Sonunda korktuğum başıma gelmiş, bir sinema akşamında tam evden çıkarken babam beni yakalamış ve Ben Hur filmine birlikte gitmiştik: Emekli olup üniformasını çıkardıktan sonra, hemen her an kravatlı takım elbiseli ve sokağa çıkarken fötr şapkalı olan, büyüyünce onun kadar uzun boylu olacak mıyım diye merak ettiğim babamla. Bir şubat akşamıydı. Orta ikideydim. Hormon istilasının zihnimi yağmaladığı yılların başındaydım.
O ders yılının ilk yarısında iki hastalık geçirmiştim. Beden Eğitimi dersinde, bir pastırma yazı öğleden sonrasında bizim sınıfın oğlanları Saraçoğlu Mahallesi'ni çevreleyip Genel Kurmay'ın önünden geçerek tamamladığımız dört-beş kilometrelik koşuyu yaparken hava bulutlanarak aniden soğumuş ve rüzgâr çıkmıştı. Üzerimdeki don lastikli siyah şort ve beyaz fanilanın içinde terledikten sonra iyicene üşümüş, ardından yüz felci olmuştum. Komşumuz, ismiyle müsemma, İfakat Hanım Teyze'nin kurşun dökmeleri ve hemen yakınımızdaki Gülhane Hastanesi'ne gidiş gelişlerimizle yüz felcinden tam kurtulmuştum ki evde yorgan döşek yatarak boğuşacağım kabakulak, gelip beni bulmuştu. Babamı bu hastalıklardan ikincisi daha çok endişelendirmişti: “Oğlanın sesi son günlerde sanki kalınlaşmaya başladı, kabakulak yüzünden belki de ilerde çocuğu olamayacak” diyerek annemle konuştuğunu duymuştum. Bense, her iki hastalığı da atlattıktan sonra, içimden hayat fışkırdığını düşünüyordum.
Ben Hur'u, Büyük Sinema’da oynarken kaçırmıştım. Film, o günlerin tabiriyle, bir “süper prodüksiyon”du. Büyük bütçeli ve uzun olan bu filmler çoğunlukla destansı hikâyeler anlatır ve mutlaka Oscarlı olurlardı. Türkiye’de vizyona girmeleri için uzun bir sürenin geçmesi gerekirdi. Ben Hur'un yapımından beş yıl sonra sinemalara gelmesi, okulda ve mahallede âdeta bir olay olmuş ve heyecan yaratmıştı: Sinemanın, birinciliğini kaybederek, ikinci büyük zevkimiz olma durumuna yeni yeni dönüşmeye başladığı zamanlardaydık. Süper prodüksiyonları çok sever ve önemserdik. Onları seyrederken kendimi bir Avrupa ülkesinde yaşıyormuş gibi hissederdim. Bu neden böyleydi, açıklayamazdım kendime.
O yıllarda en büyük hayalimin büyüdüğümde, hepsinin birkaç dil bildiğine ve hayata daha aydınlık baktığına inandığım, filmlerde gördüğüm Avrupalılar gibi yaşamak olduğunu anımsıyorum. Bizdeyse işlerin iyi gitmediğini anlamak için büyümüş olmak gerekmiyordu: Babamın telefonların dinlenebileceğini düşündüğünü ve iş yerinde devlet yöneticilerini eleştirecek hiçbir söz etmediğini hep biliyordum. Belki benim gibi hayatını sorguladığı bir dönemde hâl ve gidiş konusundaki hoşnutsuzluğunu ifade etmek için söylediği, “Ben geldim gidiyorum bu ülke böyle” cümlesini ise henüz duymamıştım. Ben Hur'la birlikte 27 Mayıs'tan sonraki yıllardaydık. O sözü için 12 Eylül'e yaklaşmamız gerekiyordu.
Asker çocuğu olmak zor muydu bilmiyorum... Ama hayatımda her an uymam gereken bir disiplin vardı. Sinemaya, çarşamba günü kaçamaklarım dışında, sadece pazar günleri gidebiliyordum. Sonraları bu konuda şikayetçi olmamaya başlamıştım: Hafta sonları saat on ve on ikide olan ucuz matineler, babamın bana “İster bir günde harca ister üç ayda” diyerek emekli maaşını aldığı zaman verdiği harçlığımla daha çok film görmemi sağlıyordu. Arta kalan param; Teksas, Tommiks ve yeni keşfettiğim hayallerimi güzel kadınlarla benim için gerçekleştiren Karaoğlan'ı almama da yetiyordu.
Ben Hur, Büyük Sinema'da üç hafta vizyonda kalmıştı. İki film uzunluğunda olduğu için sadece saat onda ucuz matinesi vardı. Biletleri de iki kat daha pahallıydı. Vizyona girdiği ilk hafta pazar günü, babam o saatte tek başıma sinemaya gitmeme izin vermemişti. Biliyordum, çok erkenden bilet kuyruğunda olmak gerekiyordu. İkinci ve üçüncü haftalarda benden biraz daha hâllice olan bir arkadaşımla sabah karanlığında yola koyulmuş; ardından kaldırıma taşıp metrelerce uzayan kuyrukta beklemiş ve her iki seferinde de, gişenin önüne yaklaştıkça balık istifi hâlinde ilerleyen sıraya kaynak yapanlar yüzünden, bilet alamamıştık.
O şubat akşamındaysa babamın sinemaya gittiğini ilk kez görüyordum. Sormamıştım ama belki de hayatında ilk defa sinemaya gidiyordu. Küçük bir çocuk gibi babamla birlikte arkadaşlarımın olduğu sinemaya gitmek utandırmıştı beni. Yaşlı oluşu da.
Sinemada birkaç sıra önümüzde arkadaşlarım oturuyordu: Diplomatik bir görev üstlenecek olan, seneler sonra karsılaşacağım Cafer'i; ablasına âşık olduğum (kimse bilmiyordu bunu) hayata hep gülümseyerek bakan, çok katlı apartman büyüklüğündeki petrol tankerlerini Hint Okyanusu’nda yüzdürecek olan Figo Fikret'i; elektrik teknisyeni olan, sevgiyle Hım Hım Murat olarak anımsadığım, Murat'ı; gür sesli hem Dudak Sam hem de İgor lakaplarıyla anılan, diş hekimi olan Savaş'ı; televizyondaki bir oturumuna Orhan Pamuk'u da çıkaracak olan, haber sunumlarındaki vurgulamaları Amerikan spikerlerini andıran atak çocuk Tayfun'u; turizmci olan, engellilere uygun bir gezi teknesi yaptıran, güneş yüzlü Küçük Teoman'ı; ve artık olmayan Kaya'yı babamın yanından görebiliyordum.
Filmin başlamasından az sonra babam Yenice kutusunu ceketinin sağ cebinden çıkarıp tam sigarasını yakacakken görmüş, koluna dokunup, “Baba burada sigara içilmez” diyerek onu uyarmıştım: Bilmiyorum, belki de onun gençliğindeki sinemalarda sigara içilebiliyordu. O da bana arkadaşlarımla birlikte eve dönmemi tembihleyerek sinemadan çıkmış ve büyük bir mutlulukla derinden tiryakisi olduğu sigarasını, ceketinin sol cebinden çıkardığı muhtar çakmağıyla yakmıştı. Ben de büyük bir mutlulukla arkadaşlarımın yanına en ön sıraya geçmiştim.
O akşam orada arkadaşlarıma hayatın onlar için neler planladığını, her nasılsa kendimi tutarak, söylememiştim: Yaşayarak hep o bilinmeyenin merkezine yaklaşmanın ama hiçbir zaman ulaşamamanın zevkini ve lânetini kısmen de olsa ellerinden alamazdım.
Eve dönüşümde annem yerine bana kapıyı açan babam, “Hastalıktan yeni kalktın sayılır... Çarşamba akşamları seni sinemaya bırakır sonra da gelir alırım” demişti.
O sinemaya arkadaşlarım lise yıllarımızın sonuna kadar gittiler.
Ben babamla sinemaya bir daha hiç gitmedim.
Gitmiş olmayı çok isterdim.
Comments