Öykü: Ben Çözdüm
- Litera
- 2 dakika önce
- 7 dakikada okunur
"Onu, bu koca evin sessizliği yutacak diye üzülürdüm. Gidişimi affettirmek ister gibi, 'yarın da sen bize gel' derken yüzündeki bulutların, hiç değilse bir kısmını dağıtmış olmanın gönenciyle dönerdim eve."
Mine Ölce
Selin… Canım arkadaşım… Yıllar sonra instagramda buldum izini. Evli, mutlu, çocuklu… Fotoğraflarında yine, çocukluğundaki gibi kocaman gülümsüyor. Dişlerim onun gibi güzel olmadığından çekinir, öyle gülemezdim. A, kocası diş hekimiymiş! Ona yaptırmıştır kesin… Selin psikiyatrist olmuş. Vay be! Her danışanına, “Biraz çocukluğunuza dönelim” diyor mudur acaba? Dönelim Selin. Gel seninle el ele çocukluğumuza dönelim…
İkinci sınıfa başlayacakken, annem beni eski okulumdan alıp yeni evimize yakın başka bir okula kayıt ettirdi. Annemle babam boşanınca, taşınmıştık. Başta üzüldüm. Babamla ayrıldıklarına değil, arkadaşlarımdan ayrıldığıma. Öğretmen ilk gün, Selin ile beni aynı sıraya oturttu. O da yeni kayıt olmuş. Diğer çocukların, geçen yıl okuma yazmayı ve matematiği birlikte öğrenmelerinin verdiği birlik duygusuyla bize üstten bakmalarının da etkisiyle, iki kız, çabucak kaynaşıverdik. Aynı sokakta oturduğumuzdan, her şeyi birlikte yapar olmuştuk. Sabah, sokak kapısını açıp bahçeye çıkar çıkmaz onun gülen yüzünü görürdüm. El ele tutuşarak giderdik okula. Birbirimizden hiç ayrılmaz teneffüste, beslenme çantamızdakileri paylaşırdık. Onun anneannesi üzümlü kek yapardı, benim annem poğaça. Son ders bitince, konuşa gülüşe yürüyerek evlerimize dönerdik. Öğlen yemeğinden sonra, bazen bizim bahçede bazen onlarınkinde yeniden buluşurduk. Biraz oynayıp hemen ödevleri yapmaya koyulurduk. Çalışkandık. “Bize gelsene” desem de aslında onlara gitmek isterdim, o da bize gelmeyi tercih ederdi, bilirdim. Üzerinde konuşmazdık ama ikimiz de kendi evimizde bunalırdık.
Selin’in anneannesi değişik bir kadındı. Nasıl desem, sanki başka bir dünyadan gelmiş gibiydi. Mahalleliyle pek görüşmezdi. Saygıyla karışık herkes ondan çekinirdi. Çok görüp geçirmişlerin bilgeliği vardı onda. Sadece gerektiğinde ve yine gerektiği kadar konuşurdu, yani bir kaç kelime. Sessizce yanımıza gelip gülümser, kurabiye ve meyve suyunu bırakıp odasına çekilirdi. Ev o kadar sessiz olurdu ki uyuduğunu ya da dantel ördüğünü zannederdim. Selin’in yüzünde hüzün bulutu belirince, akşam olduğunu ve eve dönme vaktimin geldiğini anlardım. Onu, bu koca evin sessizliği yutacak diye üzülürdüm. Gidişimi affettirmek ister gibi, “yarın da sen bize gel” derken yüzündeki bulutların, hiç değilse bir kısmını dağıtmış olmanın gönenciyle dönerdim eve.
Selin’lerin evi ne kadar sessizse, bizimki o kadar hareketliydi. Yoğun bir kadın trafiği olurdu ve annem o trafiği, başarıyla yönetirdi. Terziydi. Biz taşınınca, müşterilerinin çoğu moda dergilerini, düğün, dernek ve yemekler için diktirecekleri elbise hayallerini yeni evimize taşıdı. Magazin dergisinde, falanca ünlünün giydiği kıyafeti gören kadınlar, derhal anneme koşardı. Nefes nefese konuşamadıkları için, dergiyi hızlı hızlı sallayıp biraz soluklanmaya çalışırlardı. Hayalleri ne kadar büyükse, bütçeleri o kadar küçüktü. Her gece aynı yatakta yattıkları kocalarının gönülleri, çoktan başka limanlara yelken açmıştı, bilirlerdi ama yine de o, falanca ünlünün kıyafetinin aynısını giyerlerse, kocalarının, beyaz köpükleri yara yara kendilerine döneceklerini zannederlerdi. İşte annemin mahareti, tam burada başlardı. Asla, istenen kıyafeti dikmezdi. Bunu, hem hiç tanımadığı meslektaşına hem de taklit ederse, kendisine saygısızlık addederdi evet ama aslında, kadınlık gururuna yediremezdi. Önce dergideki fotoğrafa bakar, sonra ondan medet uman kadını süzer ve şöyle derdi; “Rica ederim Şefika hanımcığım, sizin gibi şahane bir kadının giyeceği elbise bu mu? Kadında basen yok, göğüs desen fındık kadar. Ben size öyle bir elbise dikeceğim ki asıl o gelip, Şefika hanımınkinin aynısından dikin, diye yalvaracak.” Şefika hanım önce mahçup gülümser, sonra annemin onun iyi yönlerini övmesi, mesela, gözlerinin güzelliğini öne çıkaracak bir zümrüt yeşili ya da okyanus mavisi kumaşı üzerine tutmasıyla, hepten havaya girer de “Tabii canım. Kadın dediğin azıcık etine dolgun olacak. Ne o öyle zargana gibi, değil mi ya?” diyerek öz güvenini tazelerdi. Provaya geçilir, ölçüler alınır, kahveler içilir, fallar bakılır, gönüller ferah tutulurdu. Evimiz, aynı zamanda annemin atölyesi olduğundan, dikişçi kızlar, provaya gelenler, teslim alıp gidenler derken, kapımız durmaksızın çalardı. İşte ben de bu yoğunluktan yorulur, Selin’in evindeki huzurlu sessizliğe kavuşmak için can atardım.
Selin son zamanlarda, bizim eve geldiğinde, bir tuhaf davranıyordu. Ödev yapmak için odama geçmeyi ertelemeye başlamıştı. Sürekli annemin peşinde dolaşıyor, kumaşlar hakkında sorular soruyor, onları gözleriyle okşarken kendinden geçiyordu. Anneannesiyle mesafeli, benimle dostça konuşurdu ama annemle konuşurken sesi değişiyor, bakışları çocuksulaşıyordu. Yaşıtım Selin gidiyor da küçük kardeşim oluveriyordu sanki. Benimle değil, annemle zaman geçirmeye geliyor, diye kıskanıyordum. Kimi daha çok kıskandığımı tam bilmiyordum, annemi mi, Selin’i mi? Ertesi gün okula yine el ele giderken de kıskançlık yaptığım için kendimden utanıyordum. Öyle ya, bütün kızlar modaya ilgi duyardı, ben hariç! Selin, belli ki kumaşların büyülü dünyasından etkilenmişti. Anne ve babası Almanya’da çalıştıklarından, annemle teselli bulmaya çalışıyordu sadece. Annem de kendi öz kızından bulamadığı ilgiyi, onda bulduğu için mutlu oluyordu. Hepsi bu…
Bir onlarda, bir bizde ders çalıştıkça, karışık duygular içersinde bocalıyordum. Selin’lerde olduğumuz bir gün, anneannesi yine kurabiye ve meyve suyu getirdi. Yalnız bu defa, hemen gitmek yerine, beni odasına davet etti. Sanırım, hayatım boyunca bir daha o günkü kadar şaşırmadım. Ne de olsa insan büyüdükçe, çocukluğundaki gibi şaşıramıyor. Anneannesinin odasının dört duvarı tavana kadar kitap doluydu. Okul kütüphanesinde bile, bu kadar çok kitap yoktu. Bahçeye bakan pencere önündeki ahşap masa, el yazısıyla yazılmış sayfalarla doluydu. Mavi mürekkepin kokusu beni kendine çekti ama büyülü bir yazı olmalıydı ki tek bir kelime dahi okuyamadım. Selin, şaşkınlığımı küçümser gibi açıklama yaptı. “Anneannem Alman, Almanca çevirmenlik yapar. Yazısını okuyamazsın!” “Sen okuyabiliyor musun?” diye sorduğumda verdiği yanıt, beni daha da şaşırttı. “Elbette, benim annem de Alman. Dedem Türk olduğu için yarı Alman demeliyim.” Ketum olmak ne demek, o gün anladım. Meğer, anne babasının yoğun iş temposu nedeniyle onu anneannesinin yanına göndermişler. Selin Almanya’da doğup, büyümüş. Benim canım arkadaşım, bunu bana, tanıştıktan aylar sonra söylemeyi uygun bulmuş. Yani öyle, “Almanya acı vatan” edebiyatı yokmuş, düpedüz Almanmış. Selin, nazikçe elimi tuttu. “Biliyorum şaşırdın. Daha önce söylemedim diye üzülme Elvan’cığım. Her şeyin, bir zamanı vardır. Demek, artık zamanı gelmiş.”
Neydi bu şimdi? Bir tür sınava mı tabi tutulmuştum? Geçmiş ve ödüllendirilmiş miydim yani? Ne yalan söyleyeyim, çok bozulmuştum. Ben ona her şeyimi anlatmışken, onun bana hiçbir şey anlatmaması içimde bir şeyleri kırmıştı. Selin, babası Türk olduğu için yarı Alman olabilirdi, bence hiç sorun yoktu fakat ben Akdenizliydim ve dahası haritada, Almanya’nın doğusunda doğduğum için bir hayli doğulu sayılıyordum. “Şaşırdım ama bunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim,” diyerek hayatıma kaldığım yerden devam edecek kadar batılı değildim. İçimde volkanlar patladı fakat gözlerimin derinliklerinde kıvılcımların çaktığını belli etmedim. Kendimi aldatılmış hissediyordum. Selin yalan söylememişti ama dostluk kuralları çerçevesinde, her şeyi anlatmamıştı işte. Ayrıca, anneannesi Almansa, neden burada yaşıyordu ki? Ne tuhaf bir aileydi!
Bir kaç gün sonra Selin’i anlamaya başladım. Hiç kolay olmamalıydı ailesinden, doğduğu büyüdüğü yerden ayrılmak. Belki de gönderildiği için utanıyordu canım arkadaşım. Kesinlikle tuhaf bir aileydi. Onu incitmemek için soru soramıyordum. Merakım iyice artmıştı ki Selin, anne ve babasının, haftasonu Türkiye’ye geleceğini müjdeledi. Onlarla tanışacağım için çok heyecanlıydım. Cumartesi sabahı, erkenden uyandım. Çağrılmadan gitmemeye karar verdim. Ailesiyle hasret gidermek isterdi, rahatsız etmemeliydim. Sabırla bekledim. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Selin beni unutmuş olabilir miydi? İçimi derin bir öfke kapladı. Ailesi gelince beni hayatından çıkartmıştı işte. Gidip ona haddini bildirecektim. Zaten Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayılmamış mıydık? Güvenip de Alman’la dost olandaydı kabahat! Kabahati yüklenince, kendimi daha da yenik hissettim ve aklıma çok kötü bir düşünce geldi. Ya anne babası Selin’i alıp Almanya’ya geri götürdüyse? Kızcağız benimle vedalaşmaya fırsat dahi bulamadıysa? Onsuz ne yapardım?
Ben, dünya savaşından yaralı dönmüş asker depresyonuyla kıvranırken, kapı açıldı, içeriye kocaman bir gülümseme girdi. O an Selin’i değil, gülümsemesini kıskandım. “Sana ne getirdim,” diyerek elindeki torbayı salladı. Biz Akdenizliler çabuk öfkelenir fakat ondan daha çabuk affederiz. Çocukça merak da var tabii, hemen kalktım. Torbanın içinde çikolata ve rengarenk şekerler vardı. Almanca yazıyordu ama bir çocuk okumayı bilmese bile çikolata ve şekeri hemen tanır. “Annem, her gün birer tane yiyin, diye tembihledi,” deyince sıkı sıkı sarıldım Selin’ime. En az iki ay yetecek kadar şeker ve çikolata olduğuna göre, onu Almanya’ya geri götürmeyeceklerdi. Selin burada benimle kalacaktı. Daha sıkı sarılacak ve onu asla bırakmayacaktım.
Selin, esas sürprizi sona saklamıştı. Zeka küpünü bana uzattığında aklım çıkacaktı. Bir dergide görmüş ve ne çok istemiştim! Nadiren telefonla aradığı bir gün, babama söylemiştim. “Alırız!” demişti ama aradığını bile sanmam. Beni aramayan adam, zeka küpünün derdine mi düşecekti? “Uğraştım ama yapamadım. Sen yaparsın,” dedi Selin, en tatlı gülümsemesiyle. Yaparım tabii. Ne olacak ki? Alt tarafı, altı renkten oluşan altı yüzeyi, aynı renklerde denk düşüreceksin! Dergideki fotoğrafa o kadar çok bakmıştım ki, neredeyse çözmüştüm. “Annem seni yarın kahvaltıya davet ediyor,” dedi ve gitti. Gitmesine hiç üzülmedim. Nasıl olsa yarın birlikte olacak, anne babasıyla da tanışacaktım. Onları çok merak ediyordum. Babalar tamam ama anneler çocuklarını bırakmazlar! En azından benim annem bırakmaz. Annesi nasıl biriydi acaba? Babasıyla Almanca mı konuşuyorlardı, Türkçe mi? Biz nasıl anlaşacaktık peki? Keşke, “Merhaba, benim adım Elvan,” demeyi öğrenseydim. İnsan, arkadaşından iki kelime olsun öğrenmez miydi? İyi de, Alman olduklarını bile daha yeni öğrenmiştim. Ne demişti Selin? “Her şeyin, bir zamanı var. Demek, zamanı yeni gelmiş.” Selin’in bıraktığı torbadan bir çikolata açıp, küpü incelemeye başladım.
Gece yarısına kadar küpü evirdim, çevirdim. Tam sarıları bir araya getirmişken, kırmızılar isyan bayrağı açıyordu. Maviler, bizi unuttun diye somurtacakken, turuncular pıt diye, beyazların arasından çıkıveriyordu. Birden kahverengiler girdi sahneye. Tüm yüzeyler kahverengi olmuştu. Bozuldu, diye ağlamaya başladım. Küpü bozdum, rezil olacağım. Annemin sesiyle açtım gözlerimi. “Tamam kızım, kabus gördün, geçti,” diyerek saçlarımı okşuyordu. Banyoya götürüp, beni bir güzel yıkadı. Çikolataları fazla kaçırınca kusmuşum. Kendi diktiği çiçekli geceliğimi giydirip beni yatırdı.
Sabah sevinçle uyandım. Nasıl çözeceğimi biliyordum. Yatağımda oturup küpü sakince çevirmeye başladım. Önce kırmızıları tamamlayacaktım. Kırmızı orta… Sonra kırmızı artı ve kırmızı kenar… Sonra orta katman… ve… İşte oldu… Yapmıştım.
Kalkıp giyindim. Annemin, bir gecede dikiverdiği kırmızı elbiseyi giydim. Saçlarımı tarayıp, iki yandan ördüm. Beyaz kurdelayla güzelce bağladım. Hazırdım. Zeka küpünü gururla elime aldım ama bu zekâya biraz tevazu fena olmaz diyerek, çantama yerleştirdim. Öyle ya, zaten çözebildiğim bir şeyin havasını atmaya gerek yoktu. Bahçemizden bir kaç kırmızı gül koparttım. Selin’lere giderken, kendimi oyuncak Alman bebeği gibi hissediyordum.
Selin, kapıyı yine yüzünde kocaman gülümsemeyle açtı. Bu defa, onu kıskanmadım. Küpün sırrını ben çözmüştüm, o değil. “Elbiseni yine annen dikti, değil mi? Çok güzel olmuşsun.” diyerek yanaklarımdan öperken küpü sordu. Çıkartıp gösterdim. “Canım arkadaşım, çözeceğini biliyordum,” diyerek, bana öyle içten sarıldı ki, düşündüğüm kötü şeyler için bin kere pişman oldum. Birlikte salona geçtik. Büyük masa açılmış, kahvaltı için hazır edilmişti. Annesiyle babası bana gayet sıcak davranıyordu. Annesi anlayabileyim diye, Türkçe konuşuyor, anneannesi yine az sözcükle sohbete katılıyordu. Her şey gayet normal görünüyordu. Selin ile göz göze geldik. Neden hüzünlü olduğunu anladım. Ailesiyle birlikteyken her şey kusursuzdu ama onlar yokken, ev ona ıssız geliyor, o yüzden bizim evde olmak istiyordu. Şu hayattaki biricik dostuma gülümsedim. Ona, hayatımızın sonuna kadar, dost kalma sözü verdim bakışlarımla. Dostluğumuzun, daha o gün biteceğini bilmeden.
Selin, “Elvan’cığım, sana bir sürprizim var,” diyerek ayağa kalktı. Elbisesinin cebinden, benim çözdüğüm zeka küpünü çıkarttı. Anne ve babası, “Başarmışsın, aferin sana,” diyerek sevinçle el çırptı. Selin başını tevazu ile eğip, onları selamladı. Bana dönerek, “Babandan istemiştin ama o bulamamıştı. Üzülme, babam Almanya’dan getirdi. Ben çözdüm, al sen de çöz.” Sonra zeka küpünü getirip yalancı bir samimiyetle elime tutuşturdu. Hiçbir şey söyleyemedim. Anneannesi her zamanki sessizliği ile salondan çıktı. Onun her şeyi anladığını düşündüm. Belki de anlamamıştı ama ben yıllarca öyle teselli buldum.
İşte Selin’ciğim. Eğer kanepene uzanırsam, bana da “biraz çocukluğunuza dönelim” diyecek misin? Hayatın, anlardan ibaret olduğunu anladığımdan beri, her anı değerli buluyorum. O gün, gerçeği söyleseydim ne olurdu, bilmiyorum. Ben susmayı tercih ettim. Önce, hemen orada, zeka küpünü çabucak çözüp, onlara göstermeyi düşündüm ama yapmadım. Yapsaydım ne olurdu, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, arkadaşlığımızın o gün bittiğiydi. Bir daha asla bizim eve giremedin. Bence bu ceza yeterliydi. Yine de, küçük bir hatırlatma fena olmaz sanki, ne dersin?
Dışarı çıkıp, en yakın mahalle kırtasiyesinden, bir zeka küpü alıyorum. Artık her yerde kolayca bulunabiliyor. Kliniğinin adresine gönderiyorum. Mavi mürekkeple ve mükemmel bir el yazısıyla iliştirdiğim notla birlikte. Ich habe es gelöst. Du löst es auch. (Ben çözdüm. Sen de çöz.)
Comments