Öykü: Bir Sipariş Hadisesi
- Litera

- 16 Tem
- 4 dakikada okunur
"Söylenmeyi abartınca, annem ile kız kardeşim, 'Dürüst ol. Yapacağın iyiliğin hayrını uçurma,' dediler. Susmak zorunda kaldım, çünkü iki kadının karşısında başarı şansımın olmadığını daha önce çok defa deneyimlemiştim."
Fatih Altınbeyaz
İnsan; kimi zaman, başına gelecek felaketin üzerine bodoslama gider. Tıpkı benim gibi… Ya da rüyasında ağır yük kaldırır, sabah, milli hastalığımız olan bel ve omuz ağrılarıyla uyanır.
Bizim külüstüre atlamış, eski sokağa giriş yaptığımızda Kara Haydar’ın evinin önüne çıkacağını hiç düşünmemiştim. Çeşmenin başında su elleyen Ayşe Kadın’ın sırtı, üç etekli çatal donu görünüyor, Kara Haydar o meşhur sandalyesinde âdeta beni bekliyordu. Oysa bir gün önce, onları köylerine götüreceğimin sözünü vermiştim fakat sabah uyandığımda, baktım gök gürlüyor, hiç oralı olmadım. Öğlen, annemi ve kız kardeşimi de yanıma aldım, Cumartesi Pazarı’na gitmek üzere evden çıktık. Aksi gibi yine meşhur komşularımıza yakalanmıştık.
“Hava anca gözünü açtı,” dedim, gayriihtiyarî.
Ayşe Kadın, “Evet oğlum, yağmur yağdı, böyle oldu,” dedi tebessüm ederek.
Anlaşılan boşuna telaş ediyor, sorumluluk duyuyordum. Çünkü Kara Haydar, hava muhalefeti dolayısıyla Masaldere’ye gidemediği, şu meşhur zeytin bahçesinin dere kenarına yapılan taş duvarına ve Kaymakamlık Makamı’nın iç ettiği söylenen alana bakamadığı için hiç müteessir değildi. Üstelik ben onun emir eriymişim gibi, bugün bana başka bir görev bulmuştu gene. Saç baş yolmamak, salya sümük yerlerde yuvarlanmamak elde değildi.
“Bana bak Kültürlü Kâtip, Roman Mahallesi’nde uygun fiyata patates ile soğan satıyorlardı. Bir bak bakalım. Aklına yatarsa bize birer torba alıverirsin,” dedi Kara Haydar.
“Başlatacaksınız şimdi kültürüne de kâtibine de. Bi bitmediniz amk…”
Allah’tan, merhametli Ayşe Kadın araya girdi.
“Ülen herif, çocuk Roman Mahallesi’nde ne arayacak? Sebze haline uğrasın gelirken,” dedi.
Hafakanlar basmaya başlayınca, “Tamam, ben sizi oradan telefonla ararım,” dedim, ardından arabayı çalıştırıp yola koyuldum ama sinirim tepeme çıkmıştı. Söylenmeyi abartınca, annem ile kız kardeşim, “Dürüst ol. Yapacağın iyiliğin hayrını uçurma,” dediler. Susmak zorunda kaldım, çünkü iki kadının karşısında başarı şansımın olmadığını daha önce çok defa deneyimlemiştim.
Pazar yerinde park yeri bulmak meseleydi. Sulu sepkenli ayazdan dolayı pazarcı esnaflarının çağırışları pek çıkmıyordu. Müşteriler insanın ayağına dolaşıyor ya da ısrarla önünden çekilmiyorlardı. Kız kardeşim ile şakalaştığımı gören heybetli bir kadın, “Kalabalık içinde darı saçılmaz,” dedi meydan okurcasına. Çokbilmiş, süslü hanımefendiyi muhatap almadım. Bazan en iyisi buydu.
Bilumum meyve, biraz da zerzevat aldıktan sonra karayolunun kenarındaki sebze haline geçtik. İnsan bilmediği yerin yabancısı oluyor. Komisyoncunun birine, adres sorar gibi, patates ve soğan almak istediğimi söyledim.
“Biz de bulunmaz beyim, karşı komşumda var diye düşünüyorum,” dedi.
Teşekkür edip onun dükkânının içinden yürüdüm, yüksekçe yığılmış tahta kasaların arasından neden bilmem ürpererek geçtim, Acem Ticaret’e başvurup, geliş sebebimi anlattım.
“Patates 13 TL, soğan ise 20 TL,” dediler.
Kara Haydar’ı derhal cepten aradım, bilgi verdim.
“Soğan kalsın, yanında para varsa patates alıver,” diye buyurdu Ayşe Kadın.
Acem Ticaret’in uzun boylu, eli çabuk çalışanına gerekeni ilettim. Az sonra bir el arabasının önüne koyduğu koca çuvalı getiren eleman, bagajda yer olmadığını görünce, pazardan aldıklarımızı aceleyle bir kenara ittirdiği için yumurtalar kırıldı, cennet hurmaları patladı. Çuvalı bagaja boylu boyunca uzattı. “Ya sabır!” çektim, ses etmedim. “Borcum ne kadar?” diye sordum.
“700 TL versen yeter,” deyince işkillendim ama köşeye sıkıştığım için çıkar yol bulamadım.
Beni bekleyen annem ile kız kardeşim, bir anormallik olduğunu, aracın arka tarafının çöktüğünü, önünün de havaya kalktığını söylediler. Lafı değiştirmeye çalışsam da dinlemeyip, “Patates kaç kilogram?” diye inatla merak ettiler.
“Kilosunu sormadım,” deyince iş bilmezliğimi, sakarlığımı, kandırılmaya müsait olduğumu malzeme yaptılar. Parmak hesabıyla, 700 TL’yi 13’e bölerek net sonucu kabak gibi ortaya çıkardılar. Yol boyunca şahsımla dalga geçip mütemadiyen beni kızdırmaktan kaçınmadılar.
Kara Haydar’ın evinin önüne vardığımızda komşu Kezban Sultan’ın da orada olduğunu gördüm. “Hah, bir sen eksiktin,” dedim kendi kendime. Başıma gelecekleri anlamıştım ancak artık çok geçti. Taşıtımın bagajını açınca Kezban Sultan, karnını tutarak gülmeye başladı ve “Düğün yemeği mi yapacaksınız bu kadar patatesle? Mahalleliyi mi doyuracaksınız?” diye sorarak eğleniyor, kırık yumurtaları ve patlamış cennet hurmaları için de ayrıca veryansın ediyordu.
İki seksen uzanmış, yüklü çuvalı gören Ayşe Kadın’ın beti benzi attı, Kara Haydar, daha da bir karardı. Başına sopayla vurulmuş gibi sersemlemiştim, mecburen görmezden geldim. Annem, kız kardeşim ve Kezban Sultan ile birlikte sıkı sıkı tutarak, malum ağırlığı çeşmenin dibine indirdik.
Dakikalar ilerledikçe, düzen ve ölçü duygularım devreye girmiş, hata ettiğimi anlamıştım. Allah’ını seversen 54 kilogram patatesi kim yiyecekti? Ben, taş çatlasın 15 kilo gelen, kırmızı file neden almamıştım? Yaptığım bütün işleri niçin böyle, elime yüzüme bulaştırıyordum? Şimdi, Ayşe Kadın’a alınan çamaşır makinesinde yaşanan talihsizlik, cihazın ince ayarının baştan yapılmaması, Kezban Sultan’ın sorumluluğundan çıkıp benim üzerime yapışmayacak mıydı?
Ciddiyetimi takındım, dokunaklı bir ses tonuyla, Kezban Sultan’a, bir büyüklük yapıp çuvalın üstünden bir miktar satın almasını rica ettim. Kâfir, asla kabul etmedi, gri renkli demir kapısını yüzümüze kapatıp arkasından sürgüledi. Neymiş efendim, kendisinde şeker varmış, bu yüzden doktor ona patatesi yasaklamış. Şimdi de beline şiddetli bir sancı girmiş, soğuğa çıkmaya hiç gelemiyormuş.
Ayşe Kadın, “Bizi bu dertten kurtar, yoksa bizim huysuz dede beni bu gece eve sokmaz,” der gibi yüzüme acıyla bakıyor, Kara Haydar ise öfkesini, hızla gelip geçen kamyonetlerden, bakkala Dubai çikolatası almaya giden uyanık çocuklardan, etrafımızda dolanan kedilerden çıkarıyordu.
Aile faciasının yaşanmasına ramak kalmıştı, bir şeyler yapmalıydım. Anneme işaret ettim.
“İkiye bölün, çuvalın yarısını biz alacağız.”
Kaşları çatılan kız kardeşim, ellerini beline koydu.
“Hayatta olmaz. Kendine gel Kâtip ağabey, bu kadar kumpiri biz ne yapacağız?”
“Ticaretini... Bundan sonra semt pazarlarına biz de çıkacağız. Savulun satıcılar, hazır olun zabıtalar. Kıt kanaat geçindiğim memuriyeti bırakıyorum, sebze alım satım işine gireceğim.”
Kargaşaya ne ara katıldığını fark etmediğim Balıkesirli Nine’ye gözüm ilişti. Bir ahbabını ziyaretten dönen kadın, “Hayrola, burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu, arkadaşlarını yaramazlık yaparken yakaladığını düşünen muzip bir çocuk gibiydi.
“Beleşe patates bulduk da onu üleşiyoruz teyze,” dedim kahkaha atarak.
Etekleri zil çalan Balıkesirli Nine, hemen öne atıldı.
“Evden bir leğen getireyim de bir pişirim bana da katıverin. Yunus Emre’nin dediği gibi, bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz.”













































Yorumlar