top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Bisiklet Hırsızı

"Yaşamın bir amacı olmalıymış. Neymiş böyle günübirlik yaşamak. Hadi canım sen de."

Hasan Hüseyin Akkaş


Yol yürümekle bitecek gibi değildi. Uzadıkça uzuyordu. Yarım saattir yoldaydı. Otobüse binecekti ama cebinde metelik yoktu. Havanın böylesine sıcak olmadığı zamanlarda bu yolu kullandığı oluyordu fakat şimdiki kadar zorlandığını hatırlamıyordu. Boynundan akan terden iman tahtası ıslanmış, göğüs ortasında birleşen ter damlaları küçük bir dere oluşturarak göbeğine kadar inmişti. Başı ağrıyordu.


Asfalt erimiş yer yer küçük baloncuklar oluşturmuştu. Sıcakla birleşen kesif asfalt kokusu ortalığı almıştı. Havada bir ağırlık, çekilmezlik. Ağustos sıcağı dedikleri buydu işte nefes aldırmıyordu. Yol boyunca az sayıda insana rastlamıştı. Belli ki insanlar öğle saatlerinde dışarı çıkmıyorlardı. Haklıydılar. Akıl kârı değildi bu sıcakta yollara düşmek ama mecburdu.

Karısının ısrarı üzerine işçi bulma kurumuna yazılmaya gidiyordu. Ona kalsa gitmezdi. İşçi bulma kurumunun vasıfsız işçiye iş bulduğu nerede görülmüştü! Sağda solda çalışarak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ne iş bulsa yapardı. Son zamanlarda işlerin durgunlaşmasını fırsat bilen karısının çenesinden kurtulmak için peki demişti. Hem bir yere bağlı olarak çalışma düşüncesi cazip değildi. Biteviye aynı işi yapmak sıkıcı olurdu. Serbest çalışmayı, kafasına göre takılmayı, bugün bu işte yarın başka bir işte çalışmayı yeğlerdi. Başında bir patronla, belirli saatler arasında, emir alarak çalışmak ona göre değildi. Ama işte bu durumu karısına anlatması, anlatmaktan da öte benim çalışma anlayışım bu, böyle seviyorum demesi imkânsızdı. Ne hınzırdı o, dediğim dedik çaldığım düdük. Başa belâ, atsan atılmaz satsan satılmaz.


Ah hep onun yüzünden. İnsanın düzenli işi olursa düzenli geliri de olurmuş. İyi kötü bir daire kiralar ve gelecek planları yaparlarmış. Çocukları olurmuş, onları büyütürlermiş. Yaşamın bir amacı olmalıymış. Neymiş böyle günübirlik yaşamak. Hadi canım sen de. Amaçmış, ne amacı, bizi bilinçli mi büyüttüler sanki. Saldım çayıra mevlam kayıra. Yol gösteren, önümüze düşen oldu da biz mi uymadık. Mesleğe verdiler de sebat mı etmedik. Kendimizi boşlukta bulduk. Hem sonra karnımızı doyuramıyoruz ki çocuk düşünelim. Üstelik çocuk düşünen kim, benim öyle bir niyetim yok. İnsana ayak bağıdır çocuk. Hayat onların ihtiyaçlarını karşılamakla geçer, büyüyüp de iş sahibi olunca yüzüne bile bakmazlar. Yaşlılığında bir tas su vermezler.


Niye evlendim ki ben. Hanım benim neyime. Nerede akşam orada sabah yaşayıp gidiyordum kendimce. Bir de eksik etek belâ ettim başıma. Param olunca iki üç bira içip günün yorgunluğunu atıyordum, şimdi ağzıma bile süremiyorum. Nerede o günler. Sonra bana kadın mı yoktu, aaah ah.


Ev temizliğine gitti de bir ay dayanamadı. Neymiş efendim eğilip doğrulurken beli ağrıyormuş. Ağrıyacak elbet, çalışmak kolay mı? Akşama kadar biz ne çekiyoruz, hâlde orada burada. Ev taşırken. Yaptığı işi beğendiremiyormuş. El işinde çalışmak kolay mı, düzgün çalış sen de. İşini iyi yap, kadınların gözüne gir. O sivri dilini biraz törpüle, alttan al, uyumlu ol. Hepsi bahane, çalışmayacak ya. Adam merkep misali çalışıyor nasıl olsa. Hanımefendinin umurunda mı. İhtiyaçları da karşılanıyor bir bir. Geriye emir vermek kalıyor, şunu yap, bunu yapma.


Önünden geçtiği dükkânların sahipleri ortalıkta görünmüyorlardı. Dükkânlarının önüne iskemle atıp geleni geçeni izleyen, çaylarını yudumlayan tuzu kurular belli ki sıcaktan bunalmışlardı. Koyu gölgelerde uyukluyor olmalıydılar. Esnaf kısmını hiç sevmezdi. Çalışmadan, alınlarını terletmeden sadece mal satarak geçimlerini sağlarlardı. Sürekli kazanamadıklarından şikâyet ederlerdi. Hâlbuki herkes bilirdi ki esnaf çok iyi kazanır fakat sürekli yakınırdı. Üçe alır yediye sekize satar, pazarlık yapmaya kalksan bin yeminler eder, nihayetinde dedikleri fiyattan şaşmazlar, hâlden anlamazlardı. Kamyonlardan esnafın malını indirdiğinde, hamallık yaptığında, verecekleri üç kuruşun hesabını yapar, kazaen taşıdığı çuvallardan biri yırtılsa, kasalardan yere sebze meyve düşse ücretinden keserlerdi. Ne hinoğluhindirler ne kurnazdır onlar.


Dinlenecek gölge arıyordu. Biraz daha yürürse başına güneş geçecek, bayılıp düşecekti. Başının zonklaması dayanılmaz bir hâl almaya başlamıştı.


Önünden geçtiği bakkal dükkânının duvarına dayalı duran bisiklet ilişti gözüne. Koşuma hazır at misali bekliyordu. Ortalıkta da kimseler yoktu. Şeytan dürttü: Şu bisiklet derdine derman olur. Atla git, işini gördükten sonra getirir bırakırsın. Doğru vallahi. Çarşıya iner, işimi görür, geri dönüşte de bırakırım. Ama bu düpedüz hırsızlık! Bu hırsızlık değil, olsa olsa ödünç almak olur! Bisikleti kısa bir süreliğine emanet alacak ve işi bitince yerine koyacaksın. Eskimezdi ya canım. Heyecanlandı. Kalbi güm güm atmaya başladı. Daha önce böyle bir şey yapmamıştı. Yakalanırsam rezil olurum, adım hırsıza çıkar. Yok canım ne yakalanması. Kimseye görünmezsen birşey olmaz. Tereddüt ettiyse de etrafa şöyle bir baktıktan sonra bisikleti kaptığı gibi yola koyuldu. Öyle bir pedal çeviriyordu ki - bisiklet bir o yana bir bu yana yatıyor - bisiklet yarışçılarını aratmıyordu. Dükkândan epeyce uzaklaştıktan sonra soluklanmak için durdu. Terini sildi. Arkasına baktı ve tekrar yola koyuldu.


İşçi bulma kurumuna yaklaşınca, bir yerde elini yüzünü yıkayıp biraz serinlemek istedi. Bu hâlde kuruma giremezdi. Vücudu iyice hararetlenmişti. Başı durmaksızın zonkluyordu. Yol kenarındaki ağaçların altında durdu. Biraz soluklandı. Çevreye bakındı. Ara sokakta ileride bir cami olduğunu fark etti. Hemen camiye doğru pedal çevirdi. Küçük bir camiydi bu. Avlusunun ortasında şadırvanı vardı ve üstü tenteliydi. Çöldeki vaha gibi. Bisikleti yere yavaşça bıraktı. Musluğu çevirdi. Şırıl şırıl su akmaya başlayınca keyiflendi. Ellerini, kollarını yıkadı. Soğuk su keyif vericiydi. Avucunu suyla dolduruyor ve yüzüne çarpıyordu. Defalarca yaptı bunu. Başını çeşmenin altına tuttu, sağa sola salladı. Ayaklarını yıkadı, uzun uzun suyun altında tuttu. Çocuk gibi hissetti kendini. Suyla oynuyordu, kendinden geçti. Derin bir nefes aldı. Düşüncelere daldı. Köyde arkadaşlarıyla derede yüzdüğü günler geldi aklına. Kaygısız, mutlu çocukluk günleri. İş derdi yok, para kazanma derdi yok, evde ekmek bekleyen yok. Aaaah zaman. Keşke o günleri farkındalıkla yeniden yaşayabilseydi.


Mutluluk buydu. İş aramadan, çalışmadan, geçim derdi olmadan yaşayan insanlar kim bilir ne mutluydular! Cennet için öbür dünyayı beklemeye gerek yoktu. Çalışmak zorunda olmayanlar için cennet bu dünyadaydı. Sabit bir geliri olsa, iş bulma kaygısı olmasa ne mutlu olurdu. Yaşamın keyfini çıkarırdı. Emeklilere de imreniyordu. Tüm gün koyu gölgelerde yan gelip yatıyorlardı. Gölge nerede onlar orada. Güneşi takip etmekle meşguller. Tembellik güzel şey be! Neden kendisi sürekli çalışmak zorundaydı. Şu dünyaya zengin birisinin evlâdı olarak gelseydi, dünya nimetlerinden dilediği gibi faydalansaydı fena mı olurdu. İnsanlar bu dünyaya çalışıp didinmek için mi gelmişlerdi. Neden kimi insanlar sürekli çalışmak zorunda kimileri ise keyif sürmek durumundaydı. Adil değildi bu.


Şadırvana gelen iki ihtiyar tuhaf tuhaf bakarak söylendiler ve kurduğu rüyayı bozdular. Serinleyip kendine geldikten, gerçek dünyaya döndükten sonra, çoraplarını giydi. Üstünü başını düzeltti, saçını taradı, arkasını döndü ve kalkmak üzere yekinmişti ki bisikleti koyduğu yerde yeller estiğini gördü.


Aman Allah'ım bisiklet ortada yok. Ayağa kalktı ve bir o yana bir bu yana koşmaya başladı. Yoktu işte yoktu, bisikleti çalmışlardı. Kalbi yerinden çıkmazsa iyiydi. Nasıl olurdu, arkasındaydı bisiklet, kim hangi ara almıştı. Biraz önce gelen ihtiyarlara sordu, içeride uyuklayan imamı rahatsız etti ama nafile. Camiin çevresinde bisikletin izine rastlayamadı. Belli ki işinin ehli bir hırsız hissettirmeden bisikleti yürütmüştü. Aklına başka bir ihtimal gelmedi. Hiç düşünmeden doğruca karakola gitmekten ve şikâyetçi olmaktan başka yapacak bir şey yoktu.


Ana yola çıktı. Yoldan geçen genç bir kadına karakolun nerede olduğunu sordu. Kadın bilmediğini söyledi. Genç bir adama sordu. Genç adam en yakın karakolun filanca caddede olduğunu söyledi ve yolu tarif etti. Hiç vakit kaybetmeden hızlıca karakola intikal etti. Karakolun kapısına vardığında kan ter içindeydi. O serinlik, ferahlık berhava olmuştu. Üstelik karakolun kapısından içeri girmiş adam değildi bu ilk olacaktı. Kaygılıydı. Kapıdaki memura ne için geldiğini söyledi ve içeri girdi.


Polisler de sıcaktan bunalmış, yakalarını açmışlar ve pervane ile serinlemeye çalışıyorlardı. Bir müddet müracaat odasının kapısında bekledi. Sırası gelince içeri girdi. Bu arada harareti sönmüş ve serinlemişti. Polis sordu:

"Şikâyetiniz nedir?"

"Memur Bey bisikletim çalındı. Bunun için geldim. Bisikletimin bulunmasını istiyorum."

"Nasıl oldu bu?"

"Yakınlardaki bir camiin şadırvanında serinlemek için elimi yüzümü yıkıyordum. Bisikleti de arkamda bir yere koymuştum. İşim bitip arkamı döndüğümde, bisikleti yerinde bulamadım."

"O civarda dolaşan çocuklar almış olmasın. Çevreye iyice baktınız mı?"

"Baktım ama çevrede çocuk falan yoktu. Sadece iki ihtiyar vardı avluda."

"Tamam, kimliğinizi verin, şikâyetinizi alalım. Fakat bisikletin markası, rengi ve sizin olduğuna dair faturası da lâzım!"


Birden afalladı, ne diyeceğini bilemedi. Polisle göz göze geldi. Vaziyeti kurtarmaya çalışarak söze başladı.

"Şey, bisiklet eskiydi, faturasını çoktan yırtıp attık. Bisiklet faturasını kim saklar ki!"

"O zaman markasını ve rengini söyleyin ki ona göre araştıralım."


Bisikletin markasına ve rengine dikkat etmediği için ne diyeceğini bilemedi. Bisiklet markalarını düşündü fakat aklına bir şey gelmedi. Rengini bari söyleyeyim diye düşündü. Rengine de dikkat etmemişti. Rastgele bir renk söyleyeyim diye içinden konuşarak:

"Bisikletin rengi maviydi. Fakat markası bilinmedik bir şeydi. Şimdi hatırlamıyorum. Öyle kaliteli bir marka değildi vasat bir şeydi."


Polis şikâyetçinin tavırlarından ve bisikletin markasını dahi söyleyememesinden şüphelendi. Duraksayarak konuşuyor, net cevaplar vermiyordu. Elinde kalem not alıyor ve aynı anda müracaatçıyı da süzüyordu. Durumu amirine haber vermeyi düşünerek:

"Bu şekilde müracaat alamam, faturası yok, markasını da bilmiyorsun. Nasıl bulalım. Binlerce mavi bisiklet vardır çevrede. Biraz bekle hemen geliyorum" diyerek odadan çıktı.


Polisin tavırlarından kendisinden şüphelendiğini düşünerek içi cız etti. Anlamıştı bisikletin onun olmadığını. Şimdi ben ne yapacağım, yakayı ele verirsem ne yaparım diye hayıflandı. Bisikleti aldığı ana lanet etti. Keşke yürüseydim yolu, her zaman yürümüyor muydum sanki. Çalınacağını bilsem alır mıydım. Allah'ın belası hırsız nasıl da hissettirmeden yürütmüştü bisikleti. Bula bula beni mi buldu!


Çok geçmeden polis döndü ve kendisini takip etmesini istedi. Kapısında Karakol Amiri yazan odaya girdiler. Amir ve polis memuru her ikisi birden, bisikletin onun olmadığını, çalıntı olduğunu, kendilerini uğraştırmadan doğruyu söylerse kendisi için iyi olacağını söyleyerek üzerine geldiler. Zaten iyice afallayıp korktuğu için hemen itiraf etti. Bisikleti bir bakkal dükkanının önünden emaneten aldığını, İşçi bulma kurumuna kayıt yaptırdıktan sonra yerine bırakacağını, amacının çalmak olmadığını söyledi. Bütün günah hanımın ve şu sıcak havanın diye içinden geçirdi. Hakkında işlem yapılacağını, yaptığının hırsızlık olduğunu söyleyerek başka bir odaya aldılar.


Oda boştu. İçeride bir müddet bekledikten sonra ifadesini alan polis geldi. Elinde ifade tutanağı vardı. Okumasını ve imzalamasını söyledi. Tutanağı okudu. Bisiklet hırsızlığından dolayı adliyeye sevk edildiği yazılıydı. Polis kalemi uzattı. İtiraz etmek boşunaydı. Eli titreyerek tutanağı imzaladı. İki saat sonra polis ekibi geldi. Hemen yakındaki adliyeye götürüldü. Adliye koridorlarında başını yukarı kaldıramadı. Tanıdık birilerine rastlama korkusuyla yüzü yer olmuştu. Nöbetçi savcıya çıkarıldı, ifade verdi ve karakola günlük imza vermesi şartıyla serbest bırakıldı. İleri bir tarihte mahkemeye çıkarılacaktı.


İşi bitince koridorda bir banka oturdu. Başına gelenlere inanamıyordu. Keşke kötü bir rüya olsaydı yaşadıkları. Uyanınca herşey eski hâline gelseydi. Koşullu serbest bırakılmıştı ve o artık hırsızlıktan kaydı olan bir şüpheliydi. Eşe dosta nasıl izah edecekti başına gelenleri. Olur da hapse girerse evin geçimini nasıl sağlayacaktı. Bir an önce eve dönmekten ve durumunu uygun bir dille karısına izah etmekten başka yapacak birşey yoktu. Bisikletle geldiği o meşum yolu şimdi yaya olarak arşınlayacaktı.


Adliyeden çıktığında hava serinlemiş, öğlenin sıcağı yerini akşamüstünün tatlı serinliğine bırakmıştı. Ortalıkta bir hareketlilik, canlılık vardı. Sağa sola koşuşturanlar, el ele sevgililer, çocuklarını gezmeye çıkaran karı kocalar, akşam nasibini arayan işportacılar, günlük rutinini yerine getiren yaşlılar. Ağaçlarda gürültü yapan kargalar. Gün yeni başlıyordu adeta, akşam üzeri insanlar sokakları doldurmuştu. Yüzlerinde bir gülümseme, telaşsız hâller, yavaşlık, mutluluk. Herkesin keyfi yerindeydi anlaşılan. Kendini kalabalıktan o mutlu insanlardan ayırmamalıydı. Onlar gibi olmalıydı, hiç değilse öyle görünmeliydi, denemeliydi bunu. Yaşamak her şeye rağmen güzel olmalıydı. Ölümden başka her derdin dermanı bulunurdu. Sakin adımlarla, etrafını sarmalayan nikbinliği duyumsayarak, hiçbir şey düşünmemeye gayret ederek kalabalığın içinde ilerledi.

bottom of page