top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Boşluk

"Görmek, kimi zaman en güzel duygulara kıyıcı olabiliyorken, zaman zaman da kurumuş dallarda filizler yeşertebilir. Karar ve çaba, tahammül sınırlarının büyüklüğü ile ölçülen insanın..."


İlknur İşcan Kaya

İnsan hakikat menteşelerini ne kadar kurcalarsa, ardını görmek o kadar can yakıcı olabiliyor. “Hiç görmeseydim daha iyiydi...” de diyebiliyor, tanık olduklarıyla yüzleşmeye hazır olmadığı sonucuna da varabiliyor. Bazen neden beklediğine anlam veremeyerek, pişmanlığın ızdırabını ömür boyu yaşayabiliyor. Çünkü görmek, kimi zaman en güzel duygulara kıyıcı olabiliyorken, zaman zaman da kurumuş dallarda filizler yeşertebilir. Karar ve çaba, tahammül sınırlarının büyüklüğü ile ölçülen insanın...


Yağmurun ıslattığı sokaklar, Selim’in ardını bilmediği hakikate dokunuyor. Loş sokak lambasının altında, şiddetini bir an olsun bırakmayan damlalara inat ağır ağır yürüyen, gözünü üzerinden alamadığı adama... Yavaşlığı ve hantallığı, "hasta mı" sorusunu aklına getiriyor. Yoksa alıp vermelerle ve iki koyu fincan kahveyle geçen akşamda, içine düştüğü uykusuzluğun esiri olduğu gibi, esrarengiz adam da esiri miydi sokakların? Şapkası gittikçe inerken kapanan yüzü, kara kutusunu gizlemek isteyişinden miydi? O kutuda gizlenmek daha mı kolaydı, gidecek bir yeri mi yoktu? Göz hapsinde tuttuğu adamı uzaklaşana kadar izledi. Adam kaybolurken, kara kutunun kendisi olduğuna karar verdi Selim. Yağmurdan nefret ettiği, buna rağmen altında saatlerce ıslandığı zamanlar geldi aklına. Çocukluğundan getirdiği bir hesaplaşma mıydı ona iyi gelen, bilemeden. Su birikintileriyle dolu çukurlara basmasın diye cebelleştiği, küçük parmaklıklarını çekiştiren annesi ve ondan çekip aldığı ilgi miydi? Yoksa çocukluğundan beri geniş aralıklarla gördüğü, yüzünü unutmaya başladığı, babasızlığın verdiği acıya gem vurmaya çalışma çabası mıydı su içinde bulmak istediği ayaklarının derdi? Yüreği bu kadar üşürken, onu hasta edemeyen soğuk neyin intikamını alıyordu ona uğramayarak?


Adama haksızlık ettiğini düşünen Selim, Pollyannacılık oynamaya karar verdi. “Belki de yağmuru seviyordur ve benimki sadece bir kuruntudan ibarettir. Ah Pollyanna sen bana bunları dedirtirken, neden burnumun Pinokyo gibi uzadığını hissediyorum ben?” Felaketlerin ardı arkası kesilmezken evrende, kırk beş yıldır soluğuyla haşrolan beyni, keyfi olarak bir kez bile yağmur gezintisi yapmadığını hatırladı. Ya da romantizm denen uyuşuk duygusallığa eğilim göstermenin hiç de ona göre olmadığını. Evet evet dünya mesellerini sona erdirmeden düşler âleminde dolanmanın ona ne gibi bir faydası olabilirdi ki... Hem de defalarca. Hayal kırıklıkları, pişmanlık, ızdırap ve hüsran... Düşlediği o mutlu aile tablosu ve gerçekleşme olasılığı milyonda sıfır -en azından kendisi için- izdivaçlar... Yıllar içinde düşünce ibresinin bir derece dahi sapmadığından emin olarak, “değmez, hem de hiç,” dedi.


Kaç zamandır cama dayadığını unuttuğu başını, pencereye tutunan soğuk havayı iliklerine dek hissedince bedenine çekti. İlerleyen yaşı, beslediği kuşlar ve kediler sayesinde yüreği ısınmış, ancak ruhu yaşananlardan ötürü üşümeyi öğrenmişti. Arkasını dönerek her biriyle tek tek konuştuğu yaprak yaprak açan dostlarına baktı. Toprak değişimi için beklenen zaman yaklaşıyordu. Ardından her konuşmasına şahit olan salona ve eşyalara göz gezdirdi. Öyle ki, tek yakın arkadaşı Yakup geldiğinde dahi, konuşmaları sızmasın diye eşyaları tembihler gibi, her birini iyice süzerdi. Konuşmaların o odada kaldığından emin olmaktı niyeti. Bir cevap alır mıydı bilinmez, tembihlerinin ardından keyifle kapıyı açmaya giderdi tek ziyaretçisine. Gözleri boş odada gezinirken, Yakup gelmemesine karşın böylesine süzülmeleri eşyaları da rahatsız etmiş olacak ki, masanın üzerinde duran çerçeve aniden yüz üstü yere düştü. Çerçeveyi yerden kaldırmak yerine onu alarak yere oturan Selim, annesinin yumuşak elini güzel yüzüne verdiği ve onu süzen fotoğrafa bakınca, yalnızlığın verdiği yoksunluğu, yoksulluğu duyumsadı. Bir ses, bir soluk duymak istedi. Derin derin soludu ahşap kokusunun hâkim olduğu odayı. O kokuyu arar gibi... Ancak aradığını bulamadı. Zira odada, atıl bir oturma grubu, en son dokuz adet saydığı saksıları ve çiçekleri, ahşap bir TV ünitesi ile kitaplık duruyordu. Annesinin bıraktığı gibiydi her şey. Terlikleri, giysileri, yatağı... Birlikte yaşadıkları evde olduğu gibi.


Kedileri dahi karanlık çökünce onu unutur, kendi köşelerine çekilirlerdi. Uzun uzun resme baktıktan sonra elindeki çerçeveyle ayağa kalktı. Kahverengi tonlarının hâkim olduğu çiçekli koltuktan gözlerini alarak, pencereyi açtı. Yağmur kokusunu hücrelerine kadar çekti. Toprağa düşen damlaların kokusunu bedenine enjekte etmek istiyordu ancak asfalta düşen yağmurda aradığı kokudan eser yoktu.


Daralmaya başladı. Soluğunun, kalp ritmi gibi düzensizleştiğini hissetti. Sanki bacakları kesiliyor, kolu kalkmıyor, iskeleti onu zor taşıyordu. Zoraki başını çevirerek, kitaplıkta duran telefonuna baktı. Arayacak kimsesi var mıydı? Yakup? Yakup’u da arayamazdı. Selim evliliği büyük yük görüp yanaşmazken, o iki ay önce parmağına yüzüğü takmıştı. Artık olur olmadık zamanlarda onu rahatsız etmiyor, o istediği zaman görüşüyorlardı.


Eşyaları süzdü yine. Ses çıkarmadılar. Kravatını gevşetmek, gömleğinin düğmelerini açmak istedi. Ellerinin boynunda boşuna arandığını fark etti; zira üzerinde, annesinden hatıra kalan, hiç çıkaramadığı kazağı vardı. Hayallerle gerçekler birbirine karışmaya başlamıştı. Odadan çıkarak önce antreye, ardından kapıya yöneldi. Çelik kapıyı açarak hararetle, geçen ay kediler yüzünden kavga ettiği karşı komşusunun ziline bastı. “Aç aç,” dedi. “Kim bu saatte,” diyen komşusunun sesini duydu. Karşısında Selim’i gören adam ve hemen yamacından onu izleyen meraklı karısı rahatları kaçmış, hayretle ona bakıyorlardı. Adam ilk şaşkınlığı atınca ‘Hayrola akşam akşam,” dedi. Geçen ay, "Eşiğine bir daha varan ne olsun" diyen de Selim’di, bugün eşiğine gelen de... Selim adama bakarken gururun damarlarına yürüdüğünü hissetti. Diline gelen sözcük dizisini aktarmaktan vazgeçti. “Hii... Hiç. Hiç bir şey yok! Yanlışlıkla elim zilinize değdi,” dedi. O sırada kedileri de minderlerinden kalkmış, kapıda onu süzüyordu. Yok... burada durmamalı, bu adamdan yardım istememeliydi. Suratına tokat gibi çarpan kapının önünden ayrılırken, anahtarını ve kabanını giydiğinden emin oldu. Kapının ardında kalan kedilerinden de.


Yalpalayarak ve tırabzanlara tutunarak ikinci kattan aşağıya indi. Sokağa çıktığında çiseleyen yağmur taneleriyle karşılaştı. Arkasını dönüp evine baktı. Salonun lambası açıktı. O lambanın altında, o perdenin gerisinde yaşadığı yalnızlığı kimse bilemezdi. “Ne oluyor bana böyle,” dedi. Bundan böyle hayatını yalnız geçireceği gerçeğini kabullendiği halde, neden bu kez Pollyanna oyunu işe yaramıyordu? Çıldırıyor muydu, yoksa beynini kandırmaya çalışmak artık işe mi yaramıyordu? Hep yalan söyleyen ebeveynine, bir süre sonra inanmayan, itimadını yitiren çocuk gibi...


Yürümeye başladı. Rüzgârla buluşunca, biraz açıldığını, ferahladığını hissetti.

Evinden yedi yüz metre ilerideki mahalleye vardı. Annesine en yakın ev, oturduğu evdi. Mahalle her zaman olduğu gibi yine sessizdi; kimseden çıt çıkmıyordu. Üç beş karga neyin peşindeydi bilinmez, o yaklaşınca, onlar da uzaklaştılar.


İşte oradaydı. Oradaydı yaşamına anlam katan. Ayakları yaklaşırken annesine, küçüldükçe küçülüyordu sanki. Ancak kara gecenin ortasında ne elinden tutan vardı, ne de parmaklarını çekiştiren eller. Başında beresi yok diye kızan da yoktu, yerleri süpüren atkısı da. Önünden hastane koridorlarında tek başına kaldığı, o gün geçti. Bir daha hiç kimse tarafından annesinin ona sunduğu sevgiyi göremeyeceği. Onun gibi gözlerine bakmayacağı... Korumayacağı, düşünmeyeceği... Önüne o gün oyulan, içine düştüğü ve bir türlü çabalasa da çıkamadığı o devasa boşluk...


Soğuk taşta gezdirdi elini. Esrarengiz bir şekilde sıcaktı. Ellerinin ısındığını hissetti. Yanaklarına akan yağmur muydu, gözyaşları mı... Ne önemi vardı ki... Kapandı üzerine taşın... kapandı annesini saran toprağın üstüne... Geldiğini söyledi. Ona olan sevgisini. Konuştu, dertleşti, özlemini anlattı, katlanılmaz hayatını. Ona verdiği sözden ötürü yaşama gayretini.


Yaşı ilerlese de, ruhunda yaşayan o küçük çocuğun annesine duyduğu özlem aynı yerde duruyordu. Hayatta en büyük dayanağı, kaybettiği güne kadar annesi olmuştu. Cevap alamasa da sözlerine, annesinin onu dinlediğini, duyduğunu biliyor, hissediyordu.

Birden... Birden, daldığı dünyadan omzunda hissettiği ağırlık çekip aldı Selim’i. Ürperdi. Buz kesti. Kendine gelmeye çalışarak, omzunu düzeltmeye çalıştı. El yerinde duruyordu. Korku yürüdü bu kez damarlarına. Kimdi bu elin sahibi? Korkuyu korkutalı çok olmuştu ancak yine de gece yarısı mezarlığa getiren cesaretini arıyordu. Nerelerdeydi?

Kendini topladı, yavaş yavaş arkasını döndü. Gözlerini kıstı. Önündeki elektrik direğinin lambası az da olsa karşısındakinin giysilerini, yüzünü aydınlatıyordu. Şaşkınlıkla, “Esrarengiz adam,” dedi... Dikkatle baktı yüzün sahibine... Nefesi derinlerde çağlayan bir su gibi çıktı ağzından. Ve yirmi beş yıldır söyleyemediği o sözcük döküldü damlalarla dilinden... “Baba...”

bottom of page