Öykü: Boşver Sen Onları
"Pazar miskinliğinin sadece büyük şehirlerin varlıklı semtlerine has bir lüks olmadığını kanıtlarcasına sakindi etraf."
Özlem Çadırcı
Günlerdir yağan şiddetli karla kaplanan Soğuksu köyünün toprak yolları, kara bulutların arasından güneşin kendini göstermesiyle çamur deryasına dönmeye hazırlanıyordu. Pazar miskinliğinin sadece büyük şehirlerin varlıklı semtlerine has bir lüks olmadığını kanıtlarcasına sakindi etraf. Köy ahalisi, taş mı yoksa aş mı kaynadığı bilinmeyen evlerinin mahremiyetine sığınmıştı belli ki. Issız sokakta, kamburu çıkmış, sıska ayyaşlara benzeyen sert bakışlı bakımsız sokak kedilerinden başka, sabahın köründe kar topu oynamaya çıkmış üç, beş çocuk bir de ince uzun bir karaltı dikkat çekiyordu.
Soğuktan yanakları al al olmuş, telaşla bir yere yetişmeye çalıştığı belli olan genç kadın, cambazlık yapar gibi yerdeki bir taştan diğerine sekip, kaldırım demeye bin şahit isteyen beton bloğa kendini attıktan sonra soluklanıp, botlarına bulaşan çamuru taşa sürterek temizlemeye çalıştı. Topuklarına zamk gibi yapışmıştı meret. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, çıkartmayı beceremedi. Ayağındaki kahverengi botların perişan haline bakarken, aklı hafta sonuna rağmen açık olan bakkalın telefonunu kullanarak yaptığı konuşmadaydı. “Ne vardı sanki utanacak. Borç gönder, dardayım param yok diyemeden kapattın telefonu! Salak Fidan, kafasız Fidan!” diye söylenerek yürümeye koyulduğunda, gözü ta uzaklardan görünen yekpare duvara takıldı. İran sınırı boyunca devam edip çorak tepelere kadar uzanan modüler beton bloklara bakarken, “Koca duvar çekmeyi bilmiş, yollara asfalt dökmeyi akıl edememiş boklar.” diye geçirdi aklından. Sinirleri gölgesiyle kavga edecek kadar bozuktu. Zayıflıktan avurtları çökmüş, uykusuzluktan gözünün feri kaçmıştı. Hem bedeni hem de gönlü yorgundu Fidan’ın. Geldiği ilk günden beri yengesinin kaprisleriyle, erken bunama teşhisi konan dayısının bitip tükenmeyen saçma istekleri arasında serseme dönmüştü. Ama yine de yüz eğip huysuzlanmıyor, şikayet etmek yerine, sabırla sayılı günlerin geçip gitmesini bekliyordu. Çünkü o, artık hayatta olmasa da annesini hayal kırıklığına uğratacak davranışlarda bulunmazdı. Berivan’ın kızı annesine çekmemiş, mızmızın tekiymiş dedirtmezdi millete. Hele o dedikoducu yengesinin ağzına asla laf vermezdi.
Bir ay önce Soğuksu’ya gelmek üzere Van Otogarı’ndan bindiği minibüste el çantasını unutmasaydı belki de başına gelen bu sıkıntıların hiçbiri yaşanmayacaktı. Arayıp sormasına, minibüsü kullanan şoförü sıkıştırmasına rağmen bulunamamıştı çantası. Belli ki biri dikkatsizliğinden istifade edip, çantayı hızla iç etmeyi becermişti. En çok da yeni aldığı son model cep telefonuyla birlikte çalınan parasına içi yanmıştı. Yıllardır biriktirip köşeye koyduğu birikimini dayısının hastalandığını duyar duymaz hiç düşünmeden adamın tedavisi için yengesine gönderdiğinden, elindeki avcundaki tek paraydı cüzdanındaki. O da kuş olup uçunca, dımdızlak kalakalmıştı ortada. Dayısının aklı bir gelip bir gittiğinden, kendisine arka çıkamıyordu. Yengesi desen, beş para etmez aç gözlünün tekiydi. İlk birkaç hafta, olayın şokuyla bir şey yapmak aklına bile gelmemiş, sonrasında en iyi bildiği işi yapmaya, dikiş dikerek para kazanmaya karar vermişti genç kadın. Zar zor geçinen bir avuç insanın yaşadığı Soğuksu’da bunun düşündüğü kadar kolay olmayacağını fark ettiğinde kısa süreli bir panik yaşamış, tek bir müşteri bile çıkmadan geçen günlerin sonunda, artık ümidini kesmek üzereyken gelmişti muhtarın kızının gelinlik siparişi. İşli, nakışlı kostümler dikmeye alışkın olduğundan, gelinlik dikmek çocuk oyuncağıydı onun için. Dört elle sarılmıştı gelen siparişe. Yengesinin külüstür dikiş makinasının çıkarttığı aksiliklere rağmen birkaç güne kalmaz gelinliği teslim edecek, sonrasında da kazandığı parayla otobüs bileti satın alıp soluğu İstanbul’daki evinde alacaktı. O yüzden dişini tırnağına takmış, düştüğü parasızlık girdabından kurtulma ümidiyle günlerdir çabalıyordu. Sıkıntılı düşüncelerinden sıyrılıp, gecikmeden eve varmak için adımlarını sıklaştırdığı sırada, yengesiyle burun buruna geldi.
“Kız çalı süpürgesi gibi ne geziniyorsun lek lek sokaklarda? Vahdi’ nin yeğeni köylük yerde aranıyor diye laf mı çıkartacaksın başımıza. Bak hele senden başka bir Allahın kulu var mı sokaklarda?” diye çemkiren Huriye, pörtlek gözleri, kocaman karga
burnu, gıdısıyla birleşen çenesindeki siyah et beniyle güzel sayılacak bir tip olmasa da kadını asıl çirkin kılan kötü huyu, kıskanç mizacı, içten pazarlıklı tavırlarıydı. Kalbinin karanlığı yüzüne yansımıştı adeta.
“İplik almaya gittim yenge. Söyledim ya sana evden çıkarken…” diye derdini
anlatmaya çalışsa da yengesi çoktan sözünü kesip araya girmişti bile.
“İplik almak kırk saat mi sürüyor? Öldüm meraktan. Başına bir iş geldi sandım. Koca evin işini de yıktın üstüme. Oh yan gel yat Osman. Şehirli kurnazı ne olacak,”
Huriye’nin nobran tavırlarını sineye çekecek biri değildi Fidan. Böyle tiplerle baş etmesini bilirdi bilmesine ama muhtaçtı kadına. Onun verdiği yatakta uyuyor, önüne koyduğu yemeği yiyordu. Eli para görünceye kadar alttan alması lazımdı. Cevap vermek yerine sustu. Huriye pörtlek gözlerini devirerek, Fidan’a ters ters baktıktan sonra, “Hadi düş önüme” diyerek arkasını dönmüş ve oturdukları evin sokağına doğru çoktan yürümeye başlamıştı. Geniş kalçalarını, bir sağa bir sola ata ata yürüyen yengesinin şekilsiz vücudunu arkadan takip ederken kendi kendine, “Aşure kazanı mübarek. Nemrut katana ne olacak!” diye mırıldanıyordu Fidan. Ayağını sürerek gönülsüzce eve girdiğinde, dayısının kaç gündür yapmasını istediği konuyu hatırladı. “İnşallah yine başlamaz,” diye geçirdi içinden. Hastalığının oyunundan mıydı neydi bilinmez, Vahdi’ nin bıkıp usanmadan ısrar ettiği kurnazlığı aklı almıyor, dayısının bir gidip bir gelen aklıyla nasıl bu planı yaptığını anlayamıyordu. Yıllardır kendine kol kanat geren baba yarısı Ziya’dan, İstanbul’da oturduğu dairenin tapusunu kendi üstüne yapmasını, ölse isteyemezdi Fidan. Kimsesizliğini, sahipsizliğini kullanarak kendini acındırmak için dil dökemezdi adama. Zaten, annesiyle yaşadıkları evden tek kuruş kira almadan oturmalarına yıllarca izin vermişti. Dayısı, “Ziya’ dan apartmanı istesen onu bile verir sana” diyerek saçmalıyor, Fidan nedenini sorduğunda yüzüne boş boş bakıp, susmayı tercih ediyordu. Allahtan, paragöz yengesi kocasının akıl sağlığının yerinde olmadığının farkındaydı. Arada karısına anne diyor, bazen babaannesi sanıp kadının yüzüne şap diye tükürüyordu. Ev ahalisi Vahdi’ nin gelgitlerinden farklı şekillerde etkilendiğinden, adamın tapu konusundaki saçma ısrarını önemsemiyor olsa da Fidan nedense bu konunun altından bir bit yeniği çıkacağına inanıyordu içten içe.
Kafasında uçuşup duran vesveselere kilit vurup bir an önce dikiş makinasının başına oturma arzusuyla eve girdi. Taze gelin provaya gelmeden bitirmesi gereken bir ton nakış vardı daha. Yengesiyle papaz olmamak için önce ellerini yıkayıp alt üst olan mutfağı toparlamaya koyuldu. Bütün eve sinen kavrulmuş soğan kokusu genzini yaktı, kokudan midesi bulandı. Evyenin üstüne yığılmış bulaşıkları hallettikten sonra, fayanslara yapışan yağ lekelerini telle ovup çıkartmaya çalıştı. Yerleri silmeye başladığında, yengesi çoktan divana kurulmuş, baş parmağına doladığı ipliği attıra attıra dantel örerken bir yandan da şakur şukur çiklet çiğniyordu. Çıkan çıtırtılı ses Fidan’ın tüylerini diken diken ediyor olsa da ses etmedi. Giderayak benli Huriye’ nin eline olmadık koz verip, kısıtlı huzurunun kaçmasına izin veremezdi. Ancak televizyondaki sabah programının sunucusunun yaptığı, “Yenge zulmüne dayanamayan genç kız, dayısının karısını on yerinden bıçakladı.” anonsunu duyunca daha fazla dayanamadı. Yüzüne pis bir gülümseme yerleştirip, yengesine bakıp göz kırptı. Huriye anlamayan gözlerle Fidan’a bön bön bakarken, o en fırlama haliyle,
“Ben olsam hiç elimi kana bulamazdım valla! Daha temiz hallederdim.”
“O ne demek kız. Apır sapır konuşmasana. Daha temiz halletmek de neymiş,”
Kadının bilmiş tavrına gıcık kapmamak mümkün değildi. Hazreti Eyüp gelse, onu bile çileden çıkartmayı başarırdı Huriye. Öyle çekilmez, öyle sevimsizdi. Fidancığın sabrı da taşmakla taşmamak arasında gidip geliyordu zaten.
“Zehirlerdim seni.” deyiverdi. Koca cüssesiyle oturduğu divanın neredeyse yarısını
kaplayan kadın, beklemediği yorum karşısında kalakaldı, Fidan ise en pozcu haliyle konuşmaya devam ediyordu.
“Misal yani, lafın gelişi diyorum. Bıçaklayıp, kan revanla uğraşacağıma, zehir işi en temiz, en kolay yol bence. Silip süpürme derdi de yok. Kimsenin ruhu da duymaz. Aklına da gelmez! Hık deyip mortingen. Hem ölene, hem öldürene kolaylık. Sizin dolap altındaki fare zehri mesela, bire bir valla bu iş için,”
Kinayeli dokundurmasının yarattığı etkiyi beklemeden, umursamaz bir tavırla, elindeki yer kovasıyla banyoya girerken, yengesinin arkasından, “Gök gözlü manyak!” diye söylenen sesini duydu. “Seni ne zaman zehirleyeceğimi kafanda kur dur bakalım Huriş sultan!” derken elindeki kovayı lavaboya boşaltıyordu. Banyodan çıkıp, yengesinin yüzüne bakmadan yeğenleriyle paylaştığı küçük odaya girdi. Arkasından kapıyı kapatıp, dikiş makinasının başına oturduğunda derin bir iç geçirdi. İnce küçük iğneye, yeni aldığı beyaz ipliği dikkatle takarken “Hayaller İstanbul, gerçekler deli Huriye’nin Soğuksu’ daki malikanesi” diye mırıldanıyordu. Gelinliğin eteklerini, makinaya özenle yerleştirip, ayağı ile pedalı bir ileri bir geri hareketlendirerek ipliğin çıkarttığı dikiş izini takip etmeye başladığında derdi tasayı çoktan unutmuştu.
Meslek lisesinin moda tasarımı bölümünden mezun olmasına rağmen dikiş dikmenin inceliklerini annesinden öğrenmişti Fidan. Dört yıl önce ölen annesini her hatırladığında, ona duyduğu hasret burnunun direğindeki sızıyla başlıyor sonra boğazına yerleşen koca bir düğüme dönüşüyordu. En çok anne diye seslenmeyi özlemişti. Onun ölümüyle birlikte başı sıkıştığında arayıp, yetiş diyeceği kimsesi kalmamıştı artık. Yapayalnızdı bu dünyada. Gözleri doldu. “Pes etmek yok,” diye geçirdi içinden. Gelenin geçtiği, konanın göçtüğü bir düzende, yakında rahata ereceğini, bir kez daha kendi kendine telkin edip, tüm dikkatini önündeki dikişe verdi. Elindeki nakışı hatasız işleme gayretiyle huzurla çalışmaya koyulduğu sırada holden gelen gürültüler dikkatini dağıttı. Bağıra çağıra kocasına laf anlatmaya çalışan yengesinin sesine, yeğenlerininki karışıyor, boğucu evin gerçekliği kendini asla unutturmuyordu. Evinin sakinliğini, her zamankinden çok özlediğini düşündü. “Gökten kasnak yağsa bir tanesi boynuma geçmez” diye söylenirken, kutunun içindeki renkli boncuklar ve payetler “boş ver sen onları, bak bizim tarafta her şey nasıl da eğlenceli,” der gibi Fidan’a göz kırpıyorlardı.
Comments