top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Cavırlar Sümükleni Nasıl Yer

"Her yağmur sonrası çıkıyordu bunlar, karanlıkta hangi birini görsün!"


Ayşe Gümüş Çoban


“Cavırlar sümükleni[1] nasıl yer bak" deyip lokumu ağzına attı. Yanaklarını şişirdi, bir kaç kez döndürdü, ağzını şapırdatarak çiğnedi. Yutkundu. Yutarken ümüğü sıkıldı. Kahvecinin önüne koyduğu ince belli bardaktaki tavşankanını üçüncü hüpletmede bitirdi. “Bir daha doldur len” dedi. Dudağını yaladı, diliyle dişlerini temizledi. Kahveci anında çayı getirdi, masaya bıraktı. Bir, iki, üçüncü dikişte bitirdi yine!

Masada okeye dönen hacı amca “ağzın tavanlı mı Bahri? Acelen ne len?” dedi gülerek.

“Serada soba yakacağım, gündüz rahmet çok düştü, gece don olacak diyor haberler, acelem ondan!”


Kafasına bereyi geçirdi, gocuğunun düğmelerini ilikleyip “hadin bana eyvallah” diyerek çıktı kahvehaneden. Dışarıda fırtına yüzüne kamçı gibi vurdu. Kahvenin içindeki sobanın ve çayın sıcaklığı saniyede yok oldu. Mobiletine atlayıp, bastı gaza! Fırtınaya karşı yalpalayarak zar zor geldi. Mobileti seranın arka tarafına bırakıp, yan taraftan içeriye girecekti ki “çıt” dedi. Durdu. Bir adım daha attı. Ayağının altında bir şey kırıldı. “Çıtırık!” Adım attıkça “çıt, çıt, çıt, çıt” diye, üstüne bastığı salyangozların sesini duydu. Hayvanların evini başına yıkıyordu. Umursamadı. Seranın içine daldı. Sabah namazı sonrasında hazırlığını yaptığı sobanın kapağını kaldırdı, tutuşturdu çırayı! Gece don olsa da önlemini almıştı artık. Bir iki saat bekler, giderdi eve, arada bir gelir yoklardı sıcaklığın derecesini.


Evine gitti, geri geldi, gitti geri geldi. Sabaha kadar domateslere don vurmasın diye çırpındı durdu. Her geliş gidişinde “çıt, çıt, çıt” salyangozları ezdi. Yüzlerce vardı. Her yağmur sonrası çıkıyordu bunlar, karanlıkta hangi birini görsün!

Gece sera ile ev arasında mekik dokuduğundan kuşluğa kadar gözünü açamadı. Bulutlu havanın kasvetinden sabah namazına da kalkamamıştı. Sabaha karşı çok yağmur yağmış, artık don olma ihtimali ortadan kalkmıştı. Yatağında doğruldu, iki dakika kadar sersem sepelek bekledi. Ayakyoluna gitti, hacetini giderdi. Sobasını yakıp, üstüne çaydanlığı oturttu. Demliğe kaçak çay koydu. Annesi de hep böyle zor günlerde çeker giderdi kızının yanına! Bacısı da hiç düşünmez “anam kışın soğukta ne yapsın, bu yaştan sonra sera bakacak değil ya” diye kestirip atardı. Bahri bilirdi kız kardeşinin, annesini çok düşündüğünden değil de, çocuğuna bakıcı bulamadığından yanına çağırdığını. Gocuğunu giyip, mobiletine atladı, seraya gitti. Keyfi yerindeydi. Diline bir türkü tutturmuş, mırıldanıyordu.

“Evreşe yolları dar, dar

Bana bakma, benim yârim var.

Evreşe yolları dar, dar

Bana bakma, benim yârim var”


Orada burada, gece boyunca ezdiği salyangozların kırık kabukları ayağına denk geldikçe çizmesinin ucuyla ittiriyor, keyfinden kendi kendine gülüyordu. Seranın içine girince yüzü allak bullak oldu. Gülmesi dondu. Türküsü sustu. Gözleri çipil çipil açıldı.

“Lannnn!”

Domateslere koştu. Fidelerin alt dallarında asılı domates salkımlarına birer ısırık atıp bırakmış salyangozları, ayağıyla tepmeye başladı. Hem bağırıyor, hem de çizmesini vurarak hınçla eziyordu. Kaç aylık emeği ziyan olmuştu!

Alelacele mobiletine atlayıp ziraatçıya gitti. Onu da mobiletin arkasına bindirip, seraya doğru gelirken geceden bu yana olanları anlatmaya çalışıyordu. Ziraatçı seranın içine, dışına baktı. Ezilen salyangozlara basmamaya çalışarak, elindeki deftere bir şeyler karaladı. Bir karışım hazırlayıp ertesi gün geleceğini söyledi, gitti. Bahri’nin canı sıkılmıştı. Evine vardı, sobanın üstüne sabah koyduğu çayı demleyip iki lokma bir şeyler atıştırdı. Sinirden yerinde duramıyordu! “Lanet hayvanların günahına mı girdim ne, gece çok ezdim ondan mı oldu” diye kendi kendine söylenip durdu.


Akşama doğru yine sağanak başladı. Bahri mobilete atlayıp tekrar seraya gitti. “Aman ya Rabbim” diye bağırdı. Salyangozlar daha da çoğalmış, seranın içine doluşmuşlardı. Ziraatçıya telefon etti. Kahvede buluşalım, dedi.

Kahveye gittiğinde, içeridekiler ortada yanan sobanın etrafına dizilmişti. Okey taşları masalarda yayılı kalmıştı. Ziraatçi durumu anlatınca millete eğlence çıkmıştı. Kahveci sobanın üstünde kaynayan ıhlamurdan herkese doldurdu. Radyonun sesini kıstı. Mühim bir mesele vardı, herkesin sakin olması gerekiyordu. Önceki akşam okeye dönen hacı amca, ortalığı yumuşatmak için “len Bahri, cavırlar sümükleni nasıl yer” diye gırgır geçince ortalık karıştı. Bahri, sinirlenip ziraatçiyi kolundan tuttu.

“Hadi gidelim, bir çare bul şu işe, bütün emeklerim ziyan oldu” dedi.

Onlar dışarı çıkınca, kahvehanedekiler arkalarından gülüştü.


Ertesi gün kahvehaneden içeriye iki kişi telaşla girdi. Ziraatçiyi aramışlar, ulaşamayınca, belki buradadır, diye koşa koşa gelmişlerdi. Salyangozlar dün gece de onların serasını talan etmişlerdi. O an, orada olanlar, kıs kıs gülmüş fakat akşama doğru sayı on kişiye çıkınca herkesi bir telaş almıştı!

Ertesi gün, ziraatçi, caminin hoparlöründen anons ettirdi. İlçedeki ziraat odasından yetkili kişiler gelmiş, herkesi kahvehaneye bekliyorlardı. Salyangoz istilasına uğramamış sera yoktu. Başta Bahri’ye gülenler bu vahim olayın kendi başlarına gelmesinden dolayı biraz mahcuptular. Yetkililer tek tek bütün seraları gezdiler. Kimi üreticinin marulları, kiminin domatesleri, kiminin de salatalıkları ziyan olmuştu. Tüm hasarın fotoğrafı çekildi, notlar alındı, tutanaklar tutuldu. Bir haftaya kalmaz çare bulunur, diyerek gittiler.


O hafta içinde ne gelen oldu ne giden! Köylüler salyangozları tek tek toplamışlar; çizmeleriyle ezmişler; sera dışında belli bölgelere didiklenmiş sebzeleri koymuşlar ama yine engel olamamışlardı. Başta Bahri’nin olmak üzere tüm seralar telef olup gitmişti! Salyangozlar iyice semirmiş, geçtikleri her yere bir de en simlisinden ıslak imzalarını atmışlardı!

Son oğlak karları yağmış mevsim bahara dönmüştü artık. O günlerde köye yaşlı bir karı koca geldi. Kahvehanede “filancanın şehirde yaşayan teyzesinin komşularıymış” diye konuşuldu. Karı koca ellerinde bir torba getirmişti. Torbanın içinde bir tohum vardı. Fasulye gibi söbü, mercimek kadar küçük, hap kadar, değişik bir gilikti!

“Salyangozlar bunun fışkınını yediği zaman çatlayıp ölüyor, ta Hollanda’dan getirttik, biraz pahalı ama kökünü kurutur vallahi” dediler.

Tohumu ilk satın alan Bahri oldu. Başka çaresi yoktu. Sera olmazsa nasıl geçinecekti! Üstüne üstelik annesi eve dönünce bisel[2] laf sokacaktı. “Bir seraya bakamadın ya, adın batsın Bahri!” Sırayla herkes avuç avuç aldı, yaşlı karı kocanın tarifine göre ektiler tohumları. Bir ay demeden filizlendi tohumlar. Gerçi sebzeler telef olmuş, salyangozlar da azalmıştı ama bunun gelecek senesi de vardı! Şimdiden önlem alınıp, yok edilmeliydiler!

Gerçekten de salyangozlar yavaştan yok olmaya başlamıştı. Zaten kış da bitmiş, seralar toplanmıştı. Artık yaz sebzeleri güneşin bağrına dikiliyordu. Yavaş yavaş ısınan havayla birlikte henüz bir karış kadar büyüyen fidelerin yaprakları sararmaya başladı. Ziraatçi bu duruma bir anlam veremedi. Yaşlı karı kocanın verdiği tohumlardan çıkan bitkiler, sebzeleri boğuyordu.

Üreticiler yine kahvehanede toplandılar. Hacı amca “len Bahri, cavırlar sümükleni nasıl yer, bi göstersene be!” deyince kavga çıktı.

[1] Halk arasında salyangoz, sümüklüböcek(genelde Akdeniz Bölgesi) [2] Fazla, çok sayıda (genelde Akdeniz Bölgesi)

bottom of page