top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: De Motu

"Küçük veya büyük mesafeler ve hızlar vardı zihninde. Değişimin, ilerleme ihtimalinin zayıflığı nasıl da kuvvetli kılıyordu gerçek olanı, görüyordu gözleri."


Onur Güzeldiyar


“Gerçeğe ne olduğu bilinmiyor.”

Julian Barnes


Bölüm I  – Doğal Hareketin Sebebi

Bilimsel gerçeklere aykırı bir dönemde yaşadığımızı ben de tahmin edebilirdim elbette, eğer şu kaz kafam, diye içinden söyleniyordu genç yardımcısı. Ona bu haberi verdikten sonra gözlerini devirip üstünde durdukları Türk halısına ilişmişti gözü. Üzerinde gürbüz bir geyiği kendi boynuzlarıyla avlayan insan figürleri vardı… Daldı bir süre, dalgınlaştı. Efendisinin sinir ve endişeyle kurduğu cümleler onun zihnine uğramadan boşluğa dönüşüyordu. Gece bu kadar uykusuz kalmasam şimdiki yorgun ve laftan anlamaz halim olmazdı, imasında bulunuyordu kırmızı ve sulanmış gözleriyle. Başını çevirip tekrar baktı efendisine.

Bahçeye açılan kapıdan orman gülü, portakal çiçeği ve menekşe kokusu doluyordu içeriye, titreşen burun delikleriyle zihni uyarılıyor ve bir nebze olsun içi ferahlıyordu Cesar Bellasimo’nun. Daralan göğsünü kontrol edebilmek için gevşettiği yakasının kıvrılıp bükülmesinden yardımcısı nefes alamadığını anlamamıştı henüz, çiçekli havadan derin nefesler almak suretiyle bu atağı alt etmesini başarmıştı neyse ki. Havanın derinliğinde arılar uçup polen taşımaya başlamıştı yuvalarına. Ama sorunlar yeni başlıyordu. 

Hiçbir şeyden habersiz, tatlı, sersem bir uyuşukluğun hayaliyle boğuşan bu genç adama sesini biraz daha yükselterek seslenmesi gerekmişti Bellasimo’nun. Bir bardak şarap istemişti canı. 


Bellasimo tek nefeste bitirdi bardaktaki şarabı, yenisini istedi. İçindeki dehşeti söndürmek için ne yapması gerektiğini bilmiyordu artık. Tüm notları, incelemeler, karalamalar, hesaplar, kanıtlar masanın üstünde duruyordu işte. Defterler dolusu kayıt vardı bu evin içinde ve bu kayıtların hepsi bugün gelen haberle birlikte sayfa sayfa ateş olacağı anlamına geliyordu. Odanın içinde biraz daha göz gezdirince, oraya buraya konulmuş irili ufaklı mercekler, camlar, optik kesiciler, büyüteç girişimleri etrafta duruyor, kitapların çoğunun kapakları, sayfaları açık, üzerlerinde notlar ve çizgiler görünüyordu.


Küçük veya büyük mesafeler ve hızlar vardı zihninde. Değişimin, ilerleme ihtimalinin zayıflığı nasıl da kuvvetli kılıyordu gerçek olanı, görüyordu gözleri. Bahçeye çıktı.


Uzun yıllar önce annesinden kalan bu evi, şimdi sakinleşmek için çıktığı bu bahçe yüzünden seviyordu aslında. Domuz çiftliğinin köşesinde bir yalıyar misali yükselen evi bırakıp burada oturmaya başlamasının sebeplerinden birisi kesinlikle bu bahçeydi. Gökyüzü, bir peygamberin netliğinde ve kesinliğinde görünüyordu bu noktadan. Hem keşfettiği küçük bir takım yıldızının konumuyla birebir uyuşuyordu ev. Bunu bir işaret, hatta belki de bir hakikat savaşçısı olarak ölümü göze alabileceği bir kader gibi görüyordu artık. 


Büyük, eski, taş bir evdi. Bulunduğu tepe itibariyle Pisa kulesini ve meydanı ayaklarının hemen ucundaki açıklıktan rahatlıkla görebiliyordu.


Düşlerinde beliriveren gökyüzünün gerçekle olan bağı kanıtlanmış oluyordu aldığı haberle. Elbette ki bundan çok öncesinde, Aristo’dan bile eski düşüncelere bakan herkes dinin kasvetinin evrenin sonsuzluğu ve birliği karşısında çözülüp dağıldığını fark ederdi normalde. Ama bugün yaşananları gerçekten gerçekleştirmeyi göze alan gözü dönmüş iblislerin asla aşamayacakları bir yıkımı da başlatmış olduklarının farkındaydı. Yüzündeki gülümseme keder tarafından esir alınmış gibi biraz yamuk ve eksik görünüyordu.


Gülümsüyordu. Çünkü böylesi vahim bir olayın sonrasında küstahça gülümsemesinin ardında çocukluğundan beri bildiği bir şey vardı. Çevresi ve kendisiyle olan kavgasını sayılara, soyut aklın somut uzayda kanıtlanmasına adamıştı bütün izah etme çabasını. Bir sayılar kurgusuna ihtiyacı vardı aklının. Öte yandan tanrısız bir onurun da en az tanrılı bir onur kadar gözü kara olabileceğini, bugünden itibaren dinin her kademesinde iklimleri değiştirerek onları çürütüp, küflendireceğini görüyor, görmüş olmanın gururunu yaşıyordu. 

Havaların güzelliği ve kutsal güneşin diriltici dokunuşuyla zamansız çiçek veren bu harikulade orman gülü ve menekşeler, içinde gıdıklanan takdir edilme kibrini sakinleştiriyorlardı neyse ki. Bir bardak daha şarap istedi bahçeye. Kaçıncı bardaktı bu istediği? Gerçi bir önemi yoktu bugün ne kadar içtiğinin. 


Bugün insanlığı, hatta bundan sonraki her zamanı ahlaksal olarak ikiye bölecek o geri çevrilemez an yaşandı, diye düşündü Bellasimo. 


“Çenesini oynatamasın diye demir maske de takmışlar…” diye sessizliği dağıttı genç. 

Uğursuz herif diye düşündü, uzattığı bardağı alırken tiksintiyle baktı yüzüne. İsa’nın doğuşu gibi, “Önce” ve “Sonra” diye ikiye bölünecek olan bu günü, nerde ne zaman ne diyeceğini asla bilemeyen bu ahmak yardımcıyla aynı enlem üzerinde yaşayarak geçirmek zorunda kalıyordu. Ve tabii o ahmak canilerin de enleminde. Boylam değil ama, diye geçiriyordu aklından, boylam üzerinde bir miktar sapma yaşıyorum ben…


Bahçeyedeki, gökyüzüne bir masal ejderi görmek umuduyla baktığı teleskobunun yanına gitti. Ne Kopernik’in teoremi, ne de kendisinin bulduğu, Pisa’dan Jüpiter’e doğru uzanan dört uydu böylesine kahramanca bir nidaya dönüşerek büyük kitlelere mal olmayacak. Görüyor bunu. Ahmakça bir güven duyuyor kendisine. Ölümü kabul etmiş olanların üstüne sinen o sarsıcı güvenin kokusu bu.


Kalan iki yudum şarabını da içip bir süre gökyüzüne bakıyor ne olacağını bilmeden. Fakat bir karar vermenin ve harekete geçmenin şimdi sırası mı? Aklına çok önemli bir şey aniden gelmiş gibi bir atakla hareket edip evin içine tekrar dönüyor. Şaraba yöneliyor içeri girince. Bardağı silme doldurmanın stresini yaşıyor, kafasını eğip bardağa dudağını uzatırken.

Masasına döndüğünde, açık duran kitaplara, sayfalara bakıp duruyordu. Bir defter açtı. Başka her şeyle, her cümle ve her ünlemle doldurulabilecek bomboş bir sayfa vardı karşısında. Kalemi aldı eline, kısacık, hemen, aceleyle bir şeyler yazdı. 


“Beni takip et!” diye yardımcısına seslenip evin dış kapısına doğru yürümeye başladı. 

Zaten dün geceden yorgun olan genç bu emirle birlikte ufak çapta bir sinir buhranı geçirip masada duran efendisinin bıraktığı şarap bardağını alıp kafasına dikti. Sakinleşmek için. Şimdi hızla peşinden koşup uzun ve hızlı adımlarına ayak uydurması gerekecekti. Lanet olsun verdiğim habere, diye düşünüp, asla kavuşamayacağı uykusuna hasret kırmızı gözleri açık duran defterdeki, henüz mürekkebi tüten yazıya takıldı. 

Şunlar yazıyordu: 

“Varışlardaki suçluluk! Bugün Giordano Bruno’yu diri diri ateşe verip, yaktılar.”




Bölüm II – Zorunlu Hareketin Sebebi

“Gökyüzünün kabahati gözlemlenebilir olmasında, halbuki kendini bilinemez hale getirip korunabilirdi,” diye düşünüyordu küçük parmaklarını saran mor damarlara bakarken. Işık fazlasıyla fakirdi içeride, yetmezmiş gibi insanın burnunu yalayıp içini hoş edecek hafif bir hava bile bulunmuyordu odada. Pencereler sıkıca, geçit vermezcesine örtülmüştü çerçevenin içine. Bir cehennem ağırlığı yayılıyordu odanın zemininden. İyiydi böyle. Böyle olması derdine, kabuslarına, çığlıklar içinde, hatta belki çığlıklarla hesaplanabilen izahlar getirebilmesine yarayabilirdi. Evet, evet, iyiydi böyle. Kesinlikle…


“Kesinlikle tüm ölçümleri ve kıyasları bu, şimdiki dünya üzerinden yaparsak Cehennemin boyutlarını anlayabilecek bir idraka sahip oluruz,” notunu aldı hızlı ve hesapsızca.


Düşüncenin sıfır noktasını bulduğunun farkına varması için zamana ihtiyacı vardı. “Tüm hesaplamalar doğru yapılmış bile olsa, evrenin merkezinden Kudüs’e bir doğru çizilecek olursa…” diye düşünüyordu ki yağlanmış sakallarını avuçlarının arasına alarak masanın üstünde duran gökkürenin madeni esrarının arkasına bakmaya çalıştı:

Gördüğü atlar, aslanlar, sonsuz kanatlı, kendini sunmak için ak bulutların uçarılığına binmiş kadehler dolusu şaraplar, kursağında zerreler halinde hayatı taşıyan şaşkın kuşlar, pençeleri zalim suratları kıpırtısız yırtıcılar, mimiksiz sırtlanlar, üşüşmüş yarasalar, bir mana yaratarak duruyorlardı kürenin boyutunda... Her yıldızı işaret eden irili ufaklı noktaların kümeler halinde yarattığı bir alemdi, dikkatle, belki biraz dalgınca bakılan.


Yardımcı içeriye koşar halde girdiğinde tam bu vaziyetteydi ve düşünüyordu işte. Yağlı bir kokuyla tavsamış ağır bir alkol kokusu boyuyordu bu düşünceler ve hesaplamalar içinde kaynaşıp duran karanlık odayı. Kendine geldi yardımcıyı görünce. Ağzından sessiz hırıltılarla birlikte saçılan tükürükleri sildi gömleğinin yeniyle. Altına pislemiş midir diye şüpheyle baktı bir an yardımcı. Bu vecd halindeki dahi adamın her halini görmeye alışık olsa da, şimdi hiç hesapta yokken onun altını değiştirmek zorunda kalmayacağı için neşelenmişti kendi içinde. Bir kase balın içinde kurumuş bir dal parçası duruyordu tepsinin içinde. Ekmekler küflenmiş…  Adam yardımcıya ne işin var burada der gibi baktı. Sorusuna karşılık tatmin edici bir cevap almak istiyordu ve bu cevap ancak çok önemli bir şeyse onun öfkesini beslemeyecek bir bölünmeye dönüşürdü.

“Efendim sizleri çağırıyor Efendim,” dedi yardımcı.

Adamın ışıksızlık ve uykusuzluktan cavlamış gözlerini huzurla kapadığını gören yardımcı rahatladı. “İsterseniz hemen çıkabiliriz, efendim.”

Adam tekli, kolları ağaç olan koltuğu tutup bu genişçe odanın ortasına doğru sürüklemeye başladı, bir gediği kapatmayı unutmuş da oradan odanın içine silik renkleriyle oyunbozan sürüngenler üşüşüyormuş gibi. 

Yardımcı hemen atıldı yardım için, birlikte sürüklediler hantal koltuğu. Nefes nefese kalıp belli bir noktaya gelince durup dikeldi adam. Yanına yöresine baktı. Tam istediği noktaya getirdiğine kanaat vermiş olmalı ki, “Şimdi gidebiliriz,” deyip dönerek hızla kapıdan çıkıp gözden yitti…

Yardımcı alelacele peşinden koşturmaya davranacakken bir an durup adamın ne yapmış olabileceğine bakıp harekete mana vermeye çalıştı.

 Kapalı duran pencerenin pervazını tam cepheden görecek şekilde duruyordu koltuk.



Bölüm III – Yatay Düzlemde Cisimler Nasıl Hareket Eder

Bacaklarından ağaca asılmış irice bir domuzun delinmiş boynundan fışkıran kan henüz tazyikini yitirmeden kadehlerini uzatıp dolduruyorlar bu sıcak, kıvamlı, sarsıcı sıvıyı. Bir bakıma şaraplarını sulandırıyorlar konuşurlarken. Bir yandan kasap domuzu kesip doğrayacağı bıçakları ve satırı severek bileyliyor gri bir taşın üstünde. Ortamdaki kan kokusu daha bir canlılık katıyor sohbete. En azından öyle düşünüyor kasap, kulağına çalınanlara anlam vermeye çalışırken…

“Teselli… teselli… teselli…” dedi adam.

“Yanılıyorsun… Gerekçe, gerekçe, gerekçe…” diye cevap verdi Bellasimo.

Dante’nin cehennem mimarisini nasıl kurguladığını hesaplamaya çalışıyordu adam aylardır. Ölümle tehdit edildiğinden beri her yerini kapattırdığı evinin içinden çıkmaz olmuştu. Bu haberi aldığında çıkacaktı, Bellasimo biliyordu bunu. Yardımcı kan ve şarap dolu kadehlere birer kaşık bal karıştırıp geri verdi. İkişer yudumda içip tükettiler içkiyi. İçlerini karıncalı bir esriklik sardı. 

“Tüm bunların suçlusu sensin. Senin saçma sapan fikirlerin, icatların ve hayallerin olmasaydı başına yücelik ve onur tacını koyanlardan olabilirdin.”

Adamın İncil’den yaptığı bu alıntıyla birlikte kasabın ve yardımcının bakışları başlarıyla birlikte ona doğru döndü. Bellasimo’nun umurunda bile değildi bu dokunuş. Zihnen ve manen aşmıştı o Tanrı tarafından aşkınca bir coşkuyu emreden tapınma şeklini. Domuza bakıyordu.

“Çiftlikten öğrendiğim, domuzlar çamurun, leşin, bokun, sineklerin içinde buram buram kokularıyla, insanın midesini bulandıracak kadar keskin bir ortamda yaşamayı severler. Kendi yavrularını yerler, vücutlarını daha güçlü kılabilmek için.” Bir an durdu, gözlerini adama çevirdi. 

“Senin sonradan inkar edip dönmediğini söylediğin ama ikimizin de döndüğünü kesinlikle bildiğimiz dünyaya ne kadar da çok benziyor değil mi? Ha, Galileo?”

Adam sendeledi. Bellasimo öfkeli bakışlarını tam gözlerinin içine dikmişti.

Kasap zarafetini bıçağını domuzun kaburgalarına maharetle saplarken gösteriyordu. Kaburgalar üstündeki bıçağı tam kalbine çarpacak şekilde saplıyor, bir mimari güdüyle parçalama işlemini uyguluyordu. Tek can sıkıcı yanı, en az otuz santimlik şaşmaz bir kasaturayla vurduğu darbe, göğüs boşluğuna ve akciğerlerine kanın bir kısmını dolduracaktı. İrice bir domuzun kanı kaç litredir acaba diye düşünürken, süslü, dalgalı bıçağını kan içinde görünce rahatladı.

Yatay bir düzlemde hareketin tek tip olduğunu duymuştu biraz önce iki adamın sohbetleri esnasında. Adamlar haklıydı. Kan akciğerlere dolmamıştı şükür ki…



Bölüm IV – Sonuç

Orman gülü, menekşe, portakal çiçeği, yasemin kokusu havaların mevsim normallerine dönmesiyle birlikte çok güçlü bir rüzgarın önüne katılıp çok uzaklara, belki kardinale, papaya hatta İsa’ya kadar savrulup ulaşmış olabilirdi. Burunları ışıkla ödüllendirilmiş olanların anlayabileceği derinlikte olan sıradan kokulardı bunlar. Hatta belki pencereleri birer gömüt olan bu mezar odasından bile ince bir solukla geçmişti. Yorgun yardımcı evrenin merkezinden Kudüs’e çizilen doğrunun tam üstünde uyuduğundan habersiz, gittikçe yaşlanıyordu.

Aslında ışıklı denilen hassas bir burun bu ince kokudan kanın keskin; alkolün dolgun ve çarpıcı; etin, çıplak etin davetkar kokusunu da epey derinden his…

Uyandığında kendine gelmesi zaman aldı. Üstü başı kan içindeydi. Dün gece neler olabileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu, hatırlamıyordu. Tek hatırladığı kasaptı. Kasap dehşetle bir yerlere doğru bağırarak koşuyordu. Kaçıyor muydu yoksa? Emin değildi. Etrafına baktı. Bal kabını gördü tekrar, kuru bir dal içinde duruyordu hiç dokunulmadan. Kalkıp o tarafa, masaya doğru gitti. Dalı balın içinde karıştırarak kıvamını tekrar kazanmasını sağladı. Buram buram kokuyordu şimdi. Hoş bir koku sarmıştı ortalığı. Dala doladığı balı iki kere ağzına götürüp emmeye başladı. Yavaşça yapıyor ve hafifçe inleyerek yapıyordu bunu. 


Bal bu dağların ötesindeki ormanların içinden, yerli halkın topladığı doğal kovanlardan geliyordu yardımcının eline. Delibal diyordu halk bu bala. Arıların o mis gibi kokan Ormangülü çiçeğinin poleninden yaptıkları bal tüketildiğinde büyük bir rahatlama sağlıyor, aklın bendine vurduğu balyozla ortalığı hoş sedalarla dolu harika hislere bırakıyordu. 

Anlaşılan dün balın ve şarabın ve kanın dozunu iyice arttırmışlardı. Efendisi Bellasimo neredeydi? Peki Galileo? Neden yardımcı bu evde bu odada bu koltuğun üstünde uyanmıştı? Efendisinin evinde, kapının girişinde yerde bile yatsa kendini daha rahat hissedeceğini bilirdi. Kasabın kanlar içinde koştuğu görüntü aklından çıkmıyordu. Zorladı kendini daha fazla şey bulabilmek için zihninde. Bal tesir etmeye başlamıştı. Bu harika tesir ile birlikte içinde dün geceye dair kötücül, lanetli hisler uyanmaya, kabarıp nefesini daraltmaya başladı.

Şundan kesinlikle emindi. Dün gece ortada bir ceset vardı. 

Fakat gördüklerinden emin olmaya yakın durmakla birlikte, içine sızdığı ılık duvar balın tesiriyle yumuşuyordu.

Kesinlikle emindi bir ceset vardı ve işte kanı üstünde duruyordu. Fakat bir anlık bir görüntü tek cesedin domuz olmayacağı fikrini içinde uyandırırken dış kapı sertçe vurulmaya başlandı.

TAK! TAK! TAK!

Comments


bottom of page