Öykü: Defter Aşkı
“Acaba bir kahramanı nasıl yaratabilirim”
Yasemin Ateşman
“Yazar olmak gibi bir iddiam yok,” dese de o hülya içinde yaşıyordu. Sürekli bir şeyler karalıyor, yazacağı bir hikâye ile edebiyat dünyasına adım atmak istiyordu. Ama onca çabaya rağmen yazdıklarını hikâyeye dönüştüremiyordu bir türlü.
Edebiyat derslerinde öğrendiklerini tekrarlayıp duruyordu;
“Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olmalı. Onu biliyorum da nasıl?”
Karın ağrıları içinde kıvranıyordu. İnternette de araştırmalar yapmıştı. Öneriler aşağı yukarı aynıydı; “Düşünün, yaşantınızı gözünüzün önüne getirin. Sizi etkileyen olayları hatırlayın, zihninizde anıları tekrar canlandırın. Konu olabilecek kişileri ve olayları düşünün... Sonra hikayenize başlayın, o hikâye sizi bir yolculuğa çıkaracaktır zaten.” Çoğu zaman odasına kapanıyor, kapıyı kimselere açmıyordu. Yemek zamanları annesinin; “Masa hazır, gel yemek ye” diye dışarıdan seslenmesine çoğu kez, “Vaktim yok, çalışırken bölme beni lütfen” diye cevap verirdi. Onun aldırmaz bir tavır içinde; “Soğursa ısıtmam bak ona göre” diyen tehditleriyle masaya sürükleniyordu. “Acaba bir kahramanı nasıl yaratabilirim” düşüncesiyle sokaklarda sağına soluna bakınıyor, kahveye oturuyor, kendisine az şekerli bir süvari söylüyor, süvarisini içerken oyun oynayanları, çay içenleri dikkatle inceliyordu. Evin içinde çoğu zaman elinde kâğıt kalem düşünceli bir halde volta atıyor, notlar alıyordu.
Bir gün, annesinin odasından kucağında pijamaları ile çıkarak, kanepeye oturuşunu izlerken, “Ondan bir hikâye çıkarabilir miyim acaba?” diye düşünmemiş değildi. Gözleriyle takip ettiği annesi bir yandan çoraplarını giyiyor, bir yandan da, “ah,of” sesleri çıkararak dikkat çekmeye çalışıyordu. Bu anne dilinde “Her yerim ağrıyor” demekti. Çoraplarını giydikten sonra balkona çıkmıştı. Bir yandan pijamalarını çırparken, bir yandan da gelen geçene bakıyordu. Böylece dış dünya ile iletişim kurmuş oluyordu! Son yıllarda iyice cimri olmuştu. En son kaç yıl önce yeni bir kıyafet, yeni bir ayakkabı almıştı acaba? Birkaç pantolon, birkaç kazaktan ibaret giysileri gardırobun köşesine sıkışmış bir halde duruyordu. Oğlu, hayatının amacı ve sonucu idi. Sonuç iyi olamamıştı ama ne yazık ki. Arada bir evden çıkan oğlunun nereye gittiğini soran komşulara; “Kız arkadaşı ile buluşacak!” derdi. Ortada bir kız arkadaş yoktu aslında. Otuzlu yaşların sonuna gelmiş olmasına rağmen bir baltaya sap olamayan oğlu onun gözünde hala delikanlılık çağlarındaydı. Birlikte oturmalarından çok mutluydu ama bir gün kendisini bırakıp gidecek diye de korkmuyor değildi. İyi bir eğitime, kısa da olsa bir meslek yaşantısına sahip olmasına rağmen gününü ev işleriyle geçiriyordu. “Kızlarım” diye çağırdığı kedileriyle konuşuyordu gün boyu. Düşündü, öylesine renksiz, can sıkıcı bir kadından ne hikâye, ne de bir roman kahramanı çıkardı, vazgeçti düşüncesinden.
Odasına geçtikten sonra, yazdıklarını eline alıp okumaya başladı;
“Seninle ilişki kurmak için metotlar peşinde değilim. Olumlu yanıtlar almayı da hiçbir zaman beklemiyorum. Bana karşı sergilemiş olduğun tavırlara aynı tavırlarla karşılık vermem, bir şeyleri çözümlemeyecektir. Bunu sen de biliyorsun, ben de biliyorum. Bana karşı zaman zaman son derece kırıcı oluyorsun ve sabrımı taşırıyorsun. Oysa benim senden beklediğim şey; saygı, saygı, saygı...”
Geçen gün bir arkadaşının söyledikleri üzerinden bir paragraf yazmaya çalışmışsa da fazla bir şey çıkmamıştı ortaya.
“Dünyamızda insanlar ölüyor, paylaşımlar uğruna yapılan savaşlarda. Sakat kalıyorlar, açlıkla, soğukla boğuşuyorlar, sel sularına kapılıyorlar. Köklerinden kopuyorlar, yollara düşüyorlar. Bir bilinmezliğe doğru yürüyorlar. Geçmişi nerede bırakıyorlar, gelecek nerede, bilemiyorlar.”
Bir yandan yazdıklarını okurken, bir yandan da odanın içinde volta atıyordu. Birden ayağı yerdeki kilime takıldı. Tam düşecekken, eski camlı komodine abanarak tutunmaya çalıştı. Komodinin yere devrilmesiyle raflar ve çekmeceler etrafa savruldu. O sırada gördü işte, çekmecenin birinin alt kısmına bantla yapıştırılmış olan zarfı. Zarfın içinden çıkan bir defter içindeki son derece işlek bir el yazısı ile kaleme alınmış, düz yazı ve şiir karalamalarıyla ona bakıyordu. Babasının ölmeden önce kullandığı odada onun sandalyesine oturarak okumaya başladı;
“Belgin Doruk'a benzerdi. Mahallenin erkekleri arkasından ıslık çalardı. O da bakışlardan mest olmuş bir halde kloş eteğini savura savura yürürdü. Ana cadde üzerindeki manifaturacıda tezgahtar olarak çalışırdı Neriman. Sabahları işe giderken karşılaşırdık. Bakışlarıyla süzerdi beni. Ama aynı zamanda, mahallenin bıçkın delikanlısı olan berber çırağına da cilve yapmaktan geri kalmazdı. Neriman'a aşk şiirleri yazıp gönderiyordum. Kiminle mi? Kapıcının küçük oğluyla. Bir keresinde annesinin çocuğa bağırışlarını duymuştum;
'Gözü kör olasıca, tel dolabının üzerindeki paraları sen mi aldın? Gidip yine pamuk şekerciye mi verdin yoksa?' diyordu, arkasından da terliğini fırlatırken.
Dörde katladığım beyaz mektup kağıdını oğlanın eline tutuştururken; bunu götürüp Neriman’a vereceksin ama kimden geldiğini asla söylemeyeceksin. Karşılığında ben de sana pamuk şekeri alman için para vereceğim, demiştim. Mektuplara ismimi yazmıyordum. Berberin çırağından geldiğini düşünürse de düşünsün, diyordum kendi kendime.”
Elinde eski bir mahalle aşkını dile getiren karalamalarla şaşkın bir halde duruyordu olduğu yerde. Kesik cümleler, dağınık satırlar... Bunların arasından mı çıkarıyordu yani babası o aşk mektuplarını?
“Sonra bir gün önüme çıkıverdi. 'mektupları senin yazdığını biliyorum, koca adam utanmıyor musun? Ben senin bildiğin kızlardan değilim. Evli barklı adamsın bir de' dedi. Onca zaman oynamıştı benimle. Aylarca gönderdiğim mektupları okurken biliyor muydu yani beni? Derinden yaralanmıştım. Oysa her şeyi göze almaya, onun için gemileri yakmaya hazırdım. Bakış fırlatırken, göz süzerken, bel kırarak yürürken, umut vermişti bana. Alıp kaçacaktım onu da. Başka yerlere, başka şehirlere gidecektim. Sinemaya gidecektim, aşk filmleri seyredecektim onunla. Birbirimize sarılıp hayaller kuracaktık. Onu o mahalleden, kendimi de, beni boğan o çemberden kurtaracaktım. Madem gönlü yoktu, niye umut vermişti bana. Bir süre daha mektup yazmaya devam ettim, ama göndermedim yazdıklarımı. İçine girdiğim ruh halini kimseye anlatamazdım. Rüyalarımda dalgalar geliyor üzerime doğru. Beni aralarına alıp götüreceklermiş gibi, üzerime üzerime geliyor dalgalar. Geceleri uyuyamıyorum, korku, endişe veriyor o dalgalar bana. Etrafımda insanlar var, ama ben o kalabalıklar içinde yalnızım. Kendilerine yarattıkları dünyanın içine, bir mutsuzluk girdabına çekmek istiyorlar beni”
Kayıp bir oğlan çocuğuna ait bir hikâye denemesi de vardı karalamalar arasında. Onu yani oğlunu mu anlatmak istemişti orada? Ta o zamanlardan mı umudunu kesmişti ondan? Neden çok uzaklara, ulaşılamayacak bir yerlere gönderiyordu o satırlar arasında? Neden yavaş yavaş kaybolup gidiyordu çocuğun görüntüsü sislerin arasında?
Okudukça hayretler içinde kalıyordu. Evde bir yabancı gibi, çok ama çok uzak bir dünya içinde yaşayan o adam mı yazmıştı okuduklarını? Kimdi, tanıyor muydu gerçekten onu?
Takım elbiseleri, çizgili kravatları, mokasen ayakkabılarıyla, birlikteyken bile çok ötelerden bakan o insanın görüntüsüne ulaşmaya çalışıyordu. Çoğu zamanını evin misafir için ayrılmış küçük odasının köşesine koyduğu çalışma masasında geçiren, kitapları ile arkadaşlık eden, annesinin itirazlarına rağmen, odasında kendisine ayrı bir dünya yaratan o adamı ne kadar tanıyordu?
Erken yaşta ayrılmıştı aralarından. Bir gün annesi: “Baban da senin gibi bir şeyler karalayıp dururdu” demişti. Ondan bir şey olmadı, senden de bir şey olmaz” dercesine küçümser bir tavır içinde. Ortalıkta yazılı bir şey olmayınca inanmamıştı annesinin anlattıklarına.
Uzun bir süre önce kanserden hayatını kaybetmişti babası. Aniden ortaya çıkan öksürük, yorgunluk ve halsizliği umursamaz bir tavır içine girmişse de ısrarlar üzerine bir doktora görünmeye razı olmuştu. Yaptırılan tetkik sonuçlarını aldıktan sonra, doktorla görüşmeye birlikte gitmişlerdi. Doktor; “Sonuçlar olumsuz maalesef. Çok ama çok hastasınız. Kanser hücreleri akciğerlerinizi sarmış” deyince, babası sessizce omuzlarını silkmiş, “ne yapabilirim” dercesine ellerini yukarıya doğru açmıştı. Teşhisin konulmasından sonra da çok değil, altı ay yaşamıştı. Hastalığının son dönemlerinde bir süre hastaneye yatırmışlardı. Arada bir ziyaretine giderdi. Bir gün hastane bahçesinde tekerlekli sandalyesinde gezdirirken, ona dönmüş; “Ölümün yüzünü biliyor musun sen? Ölümün yüzü nur gibi. O kadar güzel ki, apaydınlık ölümün yüzü” demişti. Ölürken de yalnızdı aslında...
Uzun uzun elindeki kağıtlara baktı. Ondan umudu kesmiş olan babasına, ben varım, bak buradayım işte, diyebilecek miydi? Elindeki karalamalardan bir hikâye yaratabilecek miydi? Belki de... Kim bilir?
Birden korkuya kapıldı. Babasının yazdıklarını okuduktan sonra, ya bir şeyleri sorgulamaya başlarsa, ya gözleri hep üzerinde olan annesi bu durumdan şüphelenirse, ya bir şeyler sezer ise? Annesinin karalamaları bulup yok etme düşüncesi birden korkuttu onu. Önlem almalıydı, fotokopiyle çoğaltıp evin değişik yerlerinde saklayarak, yok olmalarını önleyebilirdi. Hemen giyindi, sırt çantasında o eski anılar, dilinde Neriman türküsü evden çıktı.
Orta mektepte durdum Çantamı yere vurdum Orta mektep içinde Ben Neriman'a vuruldum Neriman dolan gel Neriman fırlan gel Her gün akşam beklerim Dön dolaş da bana gel
Neriman'a başka bir gözle bakacaktı artık. Neriman evinin penceresinden beline kadar sarkmış bir halde, sokakta top oynayan çocuklara bağırıyordu; “Evinize gidin hadi, başka oynayacak yer bulamadınız mı? Sabahtan beri kafa bırakmadınız kafa. Üzerinde sabahlığı, saçlarında bigudileri bir yandan söyleniyor, bir yandan da balkona astığı kilimleri komşular görmeden silkelemeye çalışıyordu. Neriman berber çırağı ile evlenmiş, evlendikten sonra da çalışmayı bırakmıştı. Çocukları olmamıştı. En büyük uğraşı mahallenin çocuklarıydı. Ona uzaktan bakarken, “Babam bu kadına mı âşık olmuştu yani, ne bulmuştu gerçekten onda?” demekten kendini alamadı.
Dolmuşa binip, kasabanın merkezinde indikten sonra, Belediye binasının arkasındaki fotokopiciye doğru yürüdü. Küçücük dükkânın içine sıkışık bir halde yerleştirilmiş makinelerin arasında gidip gelen top sakallı adam onu görünce;
“Sizin neydi? Verin bakayım. Yazı da güzelmiş, sizin mi bu karalamalar?” diye sordu.
“Fotokopi lazım, defter sayfalarından ikişer nüsha çeker misiniz?”
Adam işini bitirdikten sonra uzattığı kağıtları eline alıp çantasına yerleştirdi. Eve dönmek yerine Arnavut taşlarla döşenmiş yokuştan yukarıya doğru, eski yapıların yer aldığı mahallelerin arasına daldı.
Çocuk Kütüphanesi olarak düzenlenmiş, eski bir taş yapının önünde durdu. Kütüphanede okuma şenliği vardı. Çocuklar, üzerlerinde masal kahramanı kıyafetleriyle cıvıl cıvıl, neşe içindeydiler. Kimi Karlar Kraliçesi Elsa, kimi Pijamaskeliler olmuştu. Binanın karşısındaki parkta koşuşturan çocuklara nostaljik bir gün yaşatmak isteyen Belediye dondurma ve pamuk şekeri arabası getirtmişti. Sıraya girdi, çocukların bakışları arasında pamuk şekerini alarak parkın duvarının üzerine oturdu. Ellerinde masal kitaplarıyla koşuşturan çocuklara baktı. Okuma yazma öğrenmeye başladığında ona kitaplar getiren babasına teşekkür etmek için neden bir kere bile sarılmamıştı? Okumamak için direnirken, annesinden “bırak istemiyor işte” diye destek görmesi niye hoşnut etmişti onu? Elindeki pamuk şekerine baktığında, burnunun direği sızladı ve belki de ilk defa babasını özlediğini hissetti.
Duvarın üzerinde uzunca bir süre oturduktan sonra, kafasında kurmacalar evin yolunu tuttu. Sokağa girince Neriman’ı aradı gözleri. Neriman masayı hazırlamış, akşamcı kocasının eve gelmesini bekliyordur herhalde diye düşündü. En azından evinde içiyordu adam. Berber dükkanında bu ara işler de pek iyi değildi zaten.
“Kork benden Neriman. Uzak yerlerden, kaybolduğum o sislerin arasından dönüyorum. Babamın hikayesini tamamlayacağım. Herkes okuyacak ve sen de kurtulamayacaksın o aşktan, o geçmişten” diyerek apartmandan içeri girerken, Neriman da camdan ona bakıyordu.
Comments