Öykü: Elma Ağacına Tüneyen Baykuş
"Her gece, ay ışığıyla aydınlanan odada yerdeki incecik şiltede uzanıp yıldızları seyredermiş. Gökyüzüne bakarken alev gibi parlayan bir çift gözün kendisine baktığını fark etmiş."
Serhat Tokmak
"İçinde anlatılmamış bir hikaye taşımaktan daha büyük bir ıstırap yoktur."
Maya Angelou
Cuma akşamı, yatsı namazını kılıp dua ettikten sonra ellerini yüzüne sürüp seccadesini katladı. Binbir zahmetle yerden doğrulup bastonuna abanarak ışığı sönük salondan el yordamıyla duvarı yoklaya yoklaya balkondaki sedire geçip oturdu güç bela. Bastonu bırakıp derisi pörsümüş kemikten ibaret titreyen elleriyle dizlerini ovdu uzun uzun. Dizlerindeki ağrıdan nicedir muzdarip. Diz ağrıları için içtiği ilaç bitmiş. Boş ilaç kutusu nicedir yeleğinin cebinde. Nazmi geldiğinde boş kutuyu ona verip aynısından alması için onu tembihlemeli. Başındaki leçeği düzelttikten sonra tespihi aldı ve ondan medet umarcasına büzüşük dudakları mırıldanarak tesbihi çekmeye başladı. Bakışları donuk ve kuyu gibi bir boşlukta asılı. Tespih tanelerini şak şak her çekişinde elma ağacına tüneyen baykuş tiz sesle uzun uzun öttü. Sesin yankısından günlerdir yağmura gebe olan kapalı gökyüzü, art arda birkaç defa gürledi. Evlerin çatılarına usul usul çiseleyen yağmur bardaktan boşanırcasına yağdı. Nazmi gelene kadar sırılsıklam olur hastalanmasa bari diye endişelendi. Bu endişeli bekleyişleri daha önce de yaşadığını anımsarken sanki bahçe çitlerini kaplayan sarmaşık ve yabani otlar palazlandı. Kapıdaki asma kilit biraz daha paslandı. Alaca karanlık koyulaştı. Umutsuz bekleyişinin beisliğini elma ağacına tüneyen meşum baykuşa yordu. Ürperdi. Çocukluğunu yad etti. Toprak damlı evlerinde saçları yıkanıp taranmadığından kaşıya kaşıya uykusu kaçtığı öksüz geceleri. Her gece, ay ışığıyla aydınlanan odada yerdeki incecik şiltede uzanıp yıldızları seyredermiş. Gökyüzüne bakarken alev gibi parlayan bir çift gözün kendisine baktığını fark etmiş. Göz göze gelmiş baykuşla. Titremiş korkudan. Annesi yaşasaymış koynuna sığınır korkusu geçermiş. Üvey annesine gidemezmiş. Bitliymiş üvey annesine göre. "Kocaman kızsın koynuma mı gireceksin?" der azarlarmış. Yorganın altına büzülürmüş. Ta ki uykuya yenik düşene kadar.
Oysa Nazmi korkmaz baykuştan. Dal gibi incedir ama gözü karadır. Herkes gıpta ederdi bu cesaretine. Bir an gelse de tekinsiz karabasan gibi peyda olan şu baykuşu kovsa.
Rüzgar yaprakları hışırdarken onu da anıların kıskacından silkeledi. Zihni bulandı. Balkondaki leğene baktı. Yarın için giyeceği mavi fistanını yıkamış sıkmaya takati yetmediği için bekletmişti. Suyu süzülüp öyle asmalıydı. Annesinden yadigar yüzüğü, işlemeli yazmasını çıkarmış sedef oymalı sandıktan. Kaybettiği toprakları tekrar geri almaya yeminli bir komutan gibi zırhlanıp atılacaktı meydana. "Buradayım!" diye nara atacaktı. Belki de nefesi yeterse nutku tutulmazsa "Duyun ve görün!" diyecekti feryat figan. Ama kuvvetten düştü artık. İki büklüm olan vücudunu taşıyacak mecali yok. Sızım sızım sızlayan diz ağrıları var üstelik.
Tespih çeken parmakları durdu. Titreyen eliyle koynundan bir fotoğraf çıkardı usulcacık. Baktı fotoğrafa melul mahzun. Gözyaşları damladı fotoğrafa. Birkaç sözcük mırıldandı. Göğsünde bir daralma. Cılız bedeni titredi. Yana düştü başı. Kaydı beyaz leçeği. Birkaç ak saç teli uçuştu havada. Sıktığı avucu gevşedi. Parmaklarının arasından kaydı fotoğraf. Esen rüzgarla gecenin karanlığında kanatlanırcasına üç kere uzun uzun öten baykuşa eşlik ederek uçtu. Meçhule doğru... Ondan geriye tek bir fotoğraf kalmıştı. Bir de kayboluş öyküsü... Yarın, oğlunun öyküsünü anlatacaktı. Nazmi’nin. Boynu bükük seslerin buluştuğu meydanda...
コメント