top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Gılgamış Mezarında

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

"Kaçınacak onca düşünce, düşünecek onca yırtıcı düş ve düş içinde terleyecek onca süzgeçten geçmemiş his arasında ölü durgunluğunu, ölü sessizliğini, ölü perişanlığını üzerinden atmak için sahillere sığınmaktan başka bir çare gelmiyordu aklına."

Hasan Sezer


Heybetli bir karaltı gördü, sakalları yere uzanan. Sesim çıkmasın, saklanayım olduğum yerde! Görüyorum, evet görüyorum. Geliyor! Gittikçe yaklaşıyordu. Adım adım duraksız, keder gibi sebepsiz, acımasız, işte, geliyordu. “İstemem” diye haykırdı ki gereksiz bir haykırıştı bu, sesini duyacak kimse yoktu. 

-Ne kadar kaldı? dedi ve somurtuyordu bu esnada. 

-Elimdeki defteri görüyor musun? 

-Bu defter benden büyük, dedi, içi ürperdi ancak durmadı, kapatmadı kulaklarını.

-Kapağına göre yargılıyorsun. Sana eski geliyor ama yeni. Bana yeni gibi gözüküyor belki de çoktan vakti geldi.

-Erken değil mi? Bunca yıl…derken boğazından midesine bir yumru yuvarlandı. 

-Kaç asır demek istedin. 

Sessizlik doğdu gecenin içinden ve gecenin içinden doğan sessizliğe katıldı. Yine de gelecek, beklemeyecek fazla, durmayacak, biliyordu. 

Gövdesi kırmızı, beyaz işlemeli bir kapıydı. Sağ yanında bahçe vardı, sol yanında asfalt yol ve sıralı dizili arabalar. Kapıyı açmaya çalıştı. Açamadı. Yeniden denedi evet ve yine denedi ve evet yine yeniden denedi ancak olmadı, açamadı. Kapının önünde kaldı. Kapı silindi ve yokluğa karıştı. Kalbi hızlandı, telaşlandı. Bir binanın etrafında dolandı ve durdu. Başladığı noktaya döndü, cılız, sarı bir ışığın altında bekledi. Işık gidip gelmekteydi.

Sahilleri hayal etmek istiyordu. Kaçınacak onca düşünce, düşünecek onca yırtıcı düş ve düş içinde terleyecek onca süzgeçten geçmemiş his arasında ölü durgunluğunu, ölü sessizliğini, ölü perişanlığını üzerinden atmak için sahillere sığınmaktan başka bir çare gelmiyordu aklına. Şimdi ağlıyordu. 

Tepesinde sarı ve çelimsiz bir sokak lambasının görünür görünmez ışığı vardı, söndü. Ayaktaydı ancak oturdu mecburen çünkü bacakları titriyordu. O da gidecekti ağır adımlarla, yenik ovanın savaş kahramanı gibi sessiz, tek başına. Korkuyordu, gitmesinden, geride kalmaktan korkuyordu. 

Havaya baktı kara, yere baktı saf dökme gri beton karadan da beter kara. İçine döndü söner gibi, solar gibi döndü içine baktı havadan da yerden de kara. Gözlerini dikti karşıya, besbeter, istenmez bir karanlıkla karşı karşıya kaldı. 

-Öleceğini düşünüyorsun.

-Efendim? dedi. Kızıl saçları ak karların izine benzerken parmaklarını kafatasının sıcak kan damarlarında gezdiriyordu.

-Öleceğini düşünüyorsun.

-Ne diyeyim? diye sordu rastgele ve sahiden de samimiydi. Ne diyeceğini bilmiyordu ve bir direktif bekliyordu.

-Boş ver.

-Nasıl yani? diye söylendi.

-Kahve yapayım mı?

-Anlamadım. Ne dedin? dedi. Çınlayan kulağının uğultusundan seslerin anlam vuruşlarını ayrıştıramıyordu. Yorgundu ve yoruluyordu ve yoruldum dediğinde ki sessiz bir deyişti bu, elektrik dalgalarına benzer bağıntılı bağıntısız bir akış deyişiydi ve yorgunum dediğinde yeniden gözleri doldu.

Kapıyı kapattı. Çıktı, yürüdü. İşi gücü yoktu, güneşi görmeyi bekledi. Akşam oldu. Aynı yolları yürüdü, çıktığı kapının önüne geldi. Kilit mi değişti, burası benim evim mi, evim, evim neresi, neredeyim, neyim, kimim, kimleyim, kimsesiz…gecedeyim, gecenin içinde, güneşi bekledim, bekliyordum, bekliyorum, bekleyeceğim… o sık tekrarın dalgalarında kelimenin anlamını yitirişini seyretti.

-Kahve içer misin?

-Olur. dedi, istedi canı, sıcak, koyu ve yoğun bir kahve. Taze duman misali harlanan kara çekirdeğin tadı bitti damağında.  

-Fincanlar nerede biliyor musun?

-Falıma bakacak mısın? Bir gelecek çizecek misin bana? diye sordu. 

-Hepiniz öleceksiniz, aksi gibi davranıyorsun.

-Neden gülümsüyorsun? dedi, yeryüzünün ağlamasını isterken.

-Sen de bana gülümse, elinden başka ne gelir ki?

Durdu orada ve gözlerini kapattı. Ama geliyor! Öylece durdu, bekledi, mecbur. O kadar çok bekledi ki geceye katıldı fark etmeden, geceye katıldı kayıtsız, geceye katıldı huzursuz, sevinçsiz, yaşsız ve silik bir kalem izi gibi az mürekkepli coşkun ifadelere yaraşır. 

-İstemiyorum, dedi, biraz daha. Yalvarır bir ifade vardı kırışık yüzünde, destansı bir istek fırtınası. 

-Elimde değil, senin de. 

-Çok mu yakın? dedi, yenik muharebenin komutanı havasına bürünmüş cılız bir er gibi.

-Kimine bir ömür kimine kısacık bir an. 

Çaresiz gibi basit bir kelime, çaresiz gibi ağır bir düşünceye boyun eğdi. Ardından kral benzeri kral karaltıyı yakalayıp yere yatırmak, susturmak yahut yok etmek, en azından elinden geldiğince durdurmak için bir arzu çekiştirmesine düştü.

Bir at, kır renkli, asi ve asil. Koşuyor sanki gökte. Yeryüzü ihtişamına karnı doymuş, bütün karmaşıklığını işemiş, arkadaşlarının adı Orhan ya da Oktay değil, anıları birikmemiş. Rahatı yerinde, eziyor üzümleri, şaraplar akıyor göğsüne. Coşkun bir arzu dediği yaşama tutunmuş sımsıkı, hapiste tutsak kıldığı umutla birlikte. Asık yüzü unutulmadı mı? Donuk gözlerinde alevler yok muydu? İçindeki sevi pınarı sönecek kadar cılız mıydı? Hayale dahi kızarken hayallere kapılmadı mı?

Gövdesi kırmızı, beyaz işlemeli bir kapıydı. Kapının önünde kaldı. Kapı silindi ve yokluğa karıştı. Başladığı noktaya döndü. Cılız, sarı bir ışığın altında bekledi. Burnunun ucunda bir akrep yelkovanı kovaladı. Dur demek istedi, durduramadı.

-Yoksa çoktan bitti mi? dedi, gerçekliğin arayışında gerçekdışı bir düşünceye kapılıp sürüklendiği bir anda.

-Hayır.

-Ne zaman? Ne zaman? dedi, şiirsel bir ton arayışındaydı. 

-Korkuyu ormanda terk ettin sanıyordum. 

-Söyleyecek misin? dedi ve sıkılmadan, inatla tekrarladı. 

-Kendin anlayacaksın, merak etme acımayacak. 

Kapıyı açtı. Dar koridordan geçti, oturdu. İşi gücü yoktu. Güneşi görmeyi bekledi. Akşam oldu. Aynı yatakta debelendi, girdiği kapının önüne geldi. Kapı mı değişti, burası benim evim mi, evim, evim neresi, neredeyim, neyim, kimim, kimleyim, kimsesiz…gecedeyim, gecenin içinde, güneşi bekledim, bekliyordum, bekliyorum, bekleyeceğim…

-Sadece bir, bir kez, bir kez daha rüzgârın tatlı dokunuşu, dedi yalvar yakar.

-Zaten beklemekle geçti ömrün. Dahasını ne yapacaksın?

-Hayır, inan bana! diye seslendi ağıt havasında. Hektor’un düşüşü ovalarda canlandı, tarih tarihsizliğiyle avundu o sıra.

-Yanılıyorsun. Güneş istediğin gibi doğmayacak, sen bekleyeceksin yine neyi beklediğini bilmeden.

Ve sustu ve ağladı. Sonluluğa vardı uzun bir yolculuğun ardından. Yorgundu. Yaz gecesinin huzuruna kavuşmayı dilerken fırtınanın çocuğu yağmurun kuvvetli tesiri altında dayak yemiş kadar umarsız düştü. Uzun saçlı, sakallı, sol kolunda aslan sağ elinde yılan taşıyan karaltının gidişini seyrederken renklerin solduğunu fark etti. Buradaydım, hatırlayın beni.


Adsum.

Comentarios


bottom of page