top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Haziran Ortası

"Güneş batınca, gökyüzünde ilk yıldızı bulmaca oynardık. İki deli semazen gibi boynumuz kırılırcasına bütün fezayı tarar dururduk. Kuzey yıldızı sana görünürdü sürekli."

Davut Elçi


Hatırlarsın, haziran ortası Kızıltepe’yi. Öğlenlerin sabah sekizde başladığı günler. Güneş, çoktan kendisine benzetmiş buğday başaklarını. Mahalleden vızır vızır biçerdöverler geçiyor. Onlar da güneş renginde. Yataklar damlara taşınmış. Tahtlara serilen renk renk çarşaflar, yazın ikinci plana itilen mahremiyeti güçlendirme konusunda karanlığa yardımcı oluyor. Damlarda tek zenginlik göstergesi cibinlik. Gökyüzünde sayısız yıldız. Yıldızlara bakarak uyumak romantik de otantik de değildi o yıllarda.


İlkokuldayken her yaz tarla farelerinin yer altındaki buğday depolarına dadanırdık. Onların tarla sahiplerinden çaldıklarını biz de onlardan çalardık. Günah diye basmadığımız ekmeğin buğday halini cebimizde, apış aramızda taşırdık çerçiye. Çerçi de farelerin intikamını alırdı: Bir tas buğdaya küçük bir parça şeker. Kandırılıyor olsak da muhatap alındığımız ilk zamanlardı.


Güneş batınca, gökyüzünde ilk yıldızı bulmaca oynardık. İki deli semazen gibi boynumuz kırılırcasına bütün fezayı tarar dururduk. Kuzey yıldızı sana görünürdü sürekli. Daha günahkâr olduğum içindir diye düşünüp dama, yatmaya gidince ilk önce tövbe ederdim. “Allah’ım, sadece kurbağaları öldüreceğim, kuşlara dokunmayacağım artık”. Sonra da işimi sağlama almak için gökyüzündeki en parlak yıldızların yerini ezberlemeye çalışırdım. Güneş, yokluğunda parlak yıldız arayışına düştüğümü nereden haber aldıysa, sabah sabah bütün keskin ve kıskanç ışınlarıyla hücum ederdi üstüme. Aşağıya zor atardım kendimi.


Ortaokuldayken yazın dondurma satardık mavi termoslarda. Terliklerimizde ter-toz karışımı cıvık bir çamur. Altımızda kısalmış pijamalar. Elbiselerimiz suya çekerdi. Gölgelerimiz güneşe, ömürlerimiz zora. Tepemizde kıskanç güneş. Kerpiçten evlerin bir karışlık gölgelerinden yürürdük. Eritirdi yoksa dondurmalarımızı. Tabii bizi de.


Bağırmak gerekirdi. “Dondüüürmaaa” diye. İki kaşık elli bin. Sen utanırdın. Ben bağırırdım. Sırayla satardık ki beraber bitirelim. Mahallede bitiremediğimiz zamanlar, ben ‘İpekyolu’nun’ öbür tarafına geçerdim. Sense mahallenin etrafında turlamaya devam ederdin. Görünmez bir iple bağlıydın sanki mahalleye. Bir kere bile cesaret edemedin yolun öbür tarafına geçmeye. Belirsizlikler diyarıydı senin için orası. Bugün ise kim bilir hangi uzak şehirlerin hangi belirsiz caddelerinde geziniyorsundur.


Küçükken bir dakika ayrılmayan biz, lisede koptuk. Sen, kitaplarınla oralarda bir yerlerde bekliyordun gerçi. Beraber büyümüştük güya ama senin heyecanın Kuzey Yıldızı’nı gördüğün zamanki sevinç boyutunda kaldı. Değişen tek şey, yıldızları artık gökyüzünde değil, kitaplarda aramandı. Bense, bana göre ekmeğe basmaktan bir tık daha az günah olan yeni heyecanlar peşindeydim. Yeni arkadaşlar. Seni yalnız bıraktım, biliyorum.


Şimdi düşünüyorum da güneşe yaptığım haksızlığı sana da yapmışım. Hep başka yerlerde aradım parlak yıldızları, yanımda sen varken. Güneşe benzetiyorum bu yüzden seni. Ama güneşin kıskançlığı yoktu sende.


Lise sonda bir gün öylece ortadan kayboldun. Ne yalan söyleyeyim, sana yakıştıramamıştım o cesareti. Bendim asi olan, bendim uzak hayaller kuran. ‘İpekyolu’nun’ ötesine geçen. Sana ne oluyordu? İlk duyduğumda üzüntü değil kıskançlık vardı içimde. Affet. Sorsalar en iyi ben tanırdım seni güya. Göz rengini bile bilmiyordum. Sordular da zaten bir gün: Nereye gitmiş olabilir, kimle gezer, nelerden hoşlanır? Kütüphanede kilitli kalmıştır demiştim alaycı alaycı. Affet. Sahi, hiç sormadım. İlerde ne olmak istiyordun, nelerden hoşlanırdın? Pardon, ilk sorular bunlar olmayacaktı. Nereye gittin öyle, nerelerdesin şimdi?


Hatırlıyorum, kırlangıçları çok severdin. Balkonunuza yuva yapmışlardı. Boynumuzda sapan, mahalle mahalle kuş avlarken, dibimize kadar gelen kırlangıçlara dokunmazdık, günah diye. Ama sen günahtan da önce öyle sevmiştin ki onları, koluna sürekli kuş resmi çizerdin. Peşlerinden mi gittin nedir, tam da göç mevsimlerinde.


Sıcak ve günah temalı yazlar bırakmışız ardımızda. Seni düşünürken ikisi geliyor aklıma. Bir de kırlangıçlar. Onlara uymak da günah değil mi? Haber vermeden gitmek?


Denizciler uzun seferlere çıkmadan önce kırlangıç dövmesi yaparlarmış kollarına. Seferden sağ salim dönünce de ikinci bir kırlangıç dövmesi. Tükenmez kalemle amatörce yaptığımız kırlangıçlar sayılır mı bilmem ama ikinci kırlangıcı ben çizsem koluma, dönmez misin?


Not: Mektubu, yerine apartman dikilen eski evinizin oraya bıraktım. Arkadaşların hala turluyorlar burada çünkü. Onlar ulaştırırlar sana mektubu. Yerinden memnunsan boş ver saçmalıklarımı. Dönersen kendin çizersin kırlangıcı koluna. Bazen düşünüyorum da senin kadar sevseydim kırlangıçları, ben de gidebilir miydim acaba peşlerinden?

bottom of page