Öykü: Hulusi Kalenderli’nin Serüvensiz Hayatı
"Hafızamı şöyle bir zorlasam belki de canımı sıkacak ayrıntılar serpilecek tepeme. En iyisi o ağacı hiç sallamamak."
Başar Yılmaz
Çok uzun zamandır genç değilim. O görkemli devri hatırlayamayacak kadar hatta. Görkemli diyorum da benim için de öyle miydi, pek emin değilim. Hafızamı şöyle bir zorlasam belki de canımı sıkacak ayrıntılar serpilecek tepeme. En iyisi o ağacı hiç sallamamak; anımsadıklarım bundan sonrasına yeter, öyle ya…
Her zamanki gibi buraya da vaktinden erken geldim. Hikmet Hanım – toprağı bol olsun – söylenir dururdu bu geç kalma endişeme. Düğüne derneğe, doğuma cenazeye herkesten evvel gitmemizi diline dolar dururdu sağlığında. “Allah geçinden versin, ahrete de böyle koşa koşa gitme de…” diye eğlenirdi benle ya, görüldüğü üzere önce kendi takıldı Azrail’in kuyruğuna. Kader…
Bankada veyahut dairede işim olursa ekseriya otobüs kullanırım. Sefer’in dükkâna ineceksem de tramvayla. İcap eden vakitten yarım saat önce yola koyulurum. Tramvayın saat hesabı kolaydır, ya otobüs? İstanbul’un durağı biter mi? Gir babam, çık babam… Üzerine bir de her saat yollarda onca araba… Nereye gider bunca insan? Bunca koşuşturmaya ne lüzum var? Aklım havsalam almaz. Bekleyenim olmaz çoğu gideceğim yerde ama huyum kurusun. Mümkünü yok gecikmem efendim; hangi saatte olmam gerekirse vaktinden evvel orada…
Fakat bugünkü farklıydı. Saatli randevu bittabi. Şakaya gelmez, tabiatımla denk düşmez geç kalmak. Yıllar sonra ilk kez atladım bir taksiye. Şoför gençten, bıçkın bir oğlan. Döndü, “Nereye gidiyoruz beybaba?” Sür dedim Samatya’ya. Aman yarabbi, o nasıl bir gidiş. Elinden gelse tepesine çıkacak önündekinin. Bir sağa atıyoruz kendimizi bir sola. Diyorum şimdi vuracak birine, öbürlerinin tozunu alarak geçiyor art arda. Hünerli şofördü lafım yok ama alışkın değilim. Tepem döndü, midem de acı acı yanmasın mı… “Az yavaş evladım, birinden mi kaçıyoruz?” dedim de aynadan oyununa mani olunmuş çocuk gibi bakıp azcık bastı fren pedalına. Ezcümle tasarladığımdan evvel vardık buraya.
Kötü de olmadı hani. Hava limonata gibi şansıma. Neydi o kaç senedir? Yağmur, dolu, rüzgâr sonra da pat diye asfaltta yumurta kaynatan sıcaklar… Nerede şöyle bahar gibi bir bahar? İlacımı da aldım, şimdi gayet iyiyim. Park canlandı. Hanidir böyle hareketlilik görmedim. Çocuklar, arkalarından seslenen anaları, usulca fingirdeşen aşıklar, bisikletliler, top oynayanlar, uçurtmalar… Arada bir denizin iyot kokusu da gelip vuruyor burnuma, daha ne? Şu güzel havada az biraz daha bekleyeceğim. Sonra? Sonrası ışık… Ferah bir açıklık sonra…
***
“İki gün göz kulak olacaktın şu adamcağıza Altan! İki gün! Kurt vardı değil mi bir tarafında, dayanamadın çıktın!”
“Kızım keyfime mi çıktım? Ufak bir işim vardı, yarım saat sürdü sürmedi, döndüm.”
“Al işte yarım saatte ne olmuş... Ben hep boşa konuşuyorum değil mi? Bir bok ifade etmiyor benim dediklerim?”
“Bana bak, karşında çocuk yok! Ne bu gelir gelmez anlamadan, dinlemeden?”
“Anlamadan dinlemeden mi? Babam yok Altan, babam! İki saat olmuş. Daha yeni haber vermek gelmiş aklına. Bir de gerine gerine diyor ki babam gitmiş abla…”
“Yahu boş boş durdum sanki. Konu komşuya sordum. İndim aşağı esnafı dolandım.”
“Eee?”
“Eee si, fırıncının çırağı bir saat evvel şu anayola doğru gitti dediğin gibi bir amca dedi.”
“Gittin mi caddeye?”
“Yahu bir saat önce dedi bir! Gittim de nasıl bulayım?”
“Altan! Sen kendini akıllı zannediyorsun da hakikaten salaksın.”
“Artık ayıp oluyor bak! Pısırık kocanmışım gibi çemkirme yüzüme!”
“Bir taksi durağına sorar insan. Ne bileyim, orda birilerine sorar.”
“Sanki bilmiyorum ben mahallemi. Taksi durağı mı var caddenin bu taraflarında? Hem babam taksiye biner mi? Ödü kopar üç kuruşu eksilir diye.”
“Yahu hâlâ diyor ki babam onu mu yapar bunu mu yapar… Gitmiş adam, görmüyor musun?”
“Kızım varsayımda bulunuyorum. Seçenekleri eliyorum.”
“Vay! Dahi dedektifimiz iz sürüyor demek. Başka ne tür ipuçların var?”
“Bırak be! Kime ne anlatıyorum ben! Bırakmasaydın o zaman bana. Başından ayrılmasaydın babanın.”
“Babanın? O senin de baban. En azından iki günlüğüne bunun ayırdında olsaydın.”
“Ayla, yeter artık! Bırak benle uğraşmayı. Polise haber verelim.”
“Kaldığı odaya baktın mı?”
“Yoo..”
“Ben de öyle tahmin etmiştim. Yürü, belki bir iz buluruz.”
***
Etraf tavını buldu. Bu kadar kalabalık da ummazdım. Havayı güzel bulunca millet dökülmüş sahile. Doğru parka mı geldim acaba? Doğrudur herhalde. Ne bileyim ki ben? Zaten bildiğim kaç yer kaldı ki şu koca şehirde? İçinde dururken yabancısı olduk.
İstanbul ne kadar büyüdü gözümüzün önünde. Biz daha alışamadan obur gibi yuttu yeni gelenleri, köprüleri, binaları, otoyolları, soktu işkembesine; şişti durdu. İlk geldiğimizde ben dahi ürkmüştüm azametinden, yalan yok… Kız ufak o zamanlar, oğlan ortada yok daha. Ben öncesinde bir kez gelmiştim memuriyet sınavına. Hikmet Hanım bırak İstanbul’u deniz görmemişti daha.
Esasen tayin haberim gelir gelmez başladı huzursuzluk. Hikmet Hanım oldum olası haz etmezdi yenilikten. Ona kalsa konu komşu, hısım akrabasıyla ömrünü geçirirdi Nazilli’de. Yeni birkaç insan tanıyayım, iki sinema tiyatro göreyim hevesi olmadı hiçbir vakit. Tıynetimiz farklıydı, doğruya doğru… Memur çıktığımda tanıştırdılar, evlendik. Öyle baba sözünden çıkmak var mı o zamanlar? Az gözüm açılsın, kendim heves edeyim bulayım da yok... Ne olduğunu anlamadan bakmışız karı koca olmuşuz.
Şimdi hakkını da yemeyeyim rahmetlinin. Evlatlarına iyi analık yaptı. Namusuyla da hanımlık etti bana. Çorbamızı kaynattı, çekip çevirdi evi. Lakin işte bunlarla da bitmiyor ki her şey… Bir ahenk arıyor insan; herkes değilse de ben aradım şüphesiz.
Okuduğum kitaplara, dinlediğim alaturkaya usulca söylenirken anımsarım Hikmet Hanımı. O benim kitapların tozundan bıktı, ben onun akraba havadislerinden kaçtım. O eve getirdiğim plaklara müsriflik deyip söylendi, ben her fırsatta eve doldurduğu yeni komşularından illallah ettim.
“Öbürlerinin kocaları gibi sen de kahveye gitsene bey; ne anlıyorsun tatil zamanı o odaya girip kafanı şu kitaplara gömmeye.” diye de paylardı üstüne.
Bir farkımız vardı ki o hep döktü içindekileri, bense içime atıp devam ettim. Böyle böyle yüzdürdük gemimizi, ne yaparsın… Bir süre sonra o boğazıma sarılmaktan usandı, ben sıkıntı biriktirmekten… Çekildik köşelerimize, müstakil vaziyette yaşadık.
Kız kendini kurtardı çok şükür. Fakülteye hoca oldu, evini barkını kurdu. Bazı huyları rahmetli anasına çekti; ona yapacak bir şey yok. Hanımdan sonra bana vasi tayin etti kendini, dibimden ayrılmaz. Ezcümle anası bitti o başladı karışmaya. Ara bir üstten üsten konuşup ben bilirim havasına kapılsa da kocası sessiz adamdır şükür. İdare eder, geçinip giderler. Bu saatten sonra da ben idare edecek değilim elbet, varsın kocası uğraşsın.
Oğlansa dünya yıkılsa umurunda olmaz mesuliyetsiz bir tip. Gelir gelmez belli etti o kendini, küçüklüğünden alışığız. Okulda gayreti yok, istikballe hesabı yok avare bir çocuktu her daim. Ben bunu orta mektepte sanayiye verecektim de anası kıyamadı. “Memur adamın oğlu kaportacı mı olacak?” diye atıldı ortaya. Atıldı atılmasına da sonuç ne? Esnaf olup üç dükkân batırdı şimdiye. En son telefoncu açacağım arkadaşla diyordu, acırım da o günahsız arkadaşına acırım. Benden bundan sonra alabileceği bir şey yok nasıl olsa.
Sahi n’apıyorlardır şimdi? Yahu neyse ne, düşünüp de kafamı meşgul edesim yok. Vakit de tamam. Ne zaman gelir acep? Sahi, ya gelmezse?
***
“Yatağının altına da baktın mı?”
“Yahu sen bırakmadın mı bu adamı bana? Yanında ne getirdi bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum Altan! Ortadan kaybolacağını biliyor muydum? Belki ceketinin içinde taşıdı bir şeyi… Belki dün bir şey aldı…”
“Sonra da burada bıraktı gitti, izini bulalım diye öyle mi?”
“Boş konuşmak dışında daha iyi bir fikrin var mı? Şu dolabın üstüne de bak, boyum yetişmiyor.”
“Hepten acayipleşmeye başladı demiştin de inanmamıştım. Garip garip konuştu buradayken de. Sen bir doktora göstermedin mi onu?”
“Vakit olmadı işte. Hangi birine yetişeyim? Sen götürseydin?”
“Ben boş boş oturuyorum zaten di mi?”
“Yok… Bulamayacağız bir şey burada.”
“Polisi arayalım dedim ya işte.”
“Ara o zaman, tutan mı var!”
“O zaman ne diye bir saattir oyalıyorsun beni?”
“Altan, gerçekten canımı sıkıyorsun artık! Polis kırk tane sorusunu cevaplandırana kadar bir iz buluruz dedim belki burada.”
“Yok işte yok! Bile isteye, planlayıp kayboldu ortadan. Telefonu da burada bırakmış.”
“Zaten ben hatırlatmasam hiç yanına almazdı, bir türlü alıştıramadım şu telefona.”
“O zaman belki yürüyüşe çıktı.”
“Bunca saat mi?”
“Ne bileyim Ayla! Tam bir fikir yürüteceğim, lafı ağzıma tıkıyorsun!”
“Fikir de mi üretiyorsun sen?”
“Yeter artık be! Ne halin varsa gör, ben çıkıyorum!”
“Nereye? Dursana!”
“Bırak ya! Zaten canım burnumda bir de…”
“Altan bu ne?”
“Ne ne be?”
“Bulduk işte, baksana şuna…”
***
Bu parklara neden sık gelmediğimi anımsadım. Çocuk sesi kafamı şişiriyor da ondan. Az evvel tam çalılığın dibine konmuş saksağanı izliyordum ki öteden bir vaveyla koptu. Aklım çıkacaktı. Hayvan da ürktü kaçtı. Bir tane kırmızı yanaklı oğlan çocuğu… Neymiş, topu caddeye kaçmış. Yaşlandığımdan mıdır nedir, kafam kaldırmıyor gürültü patırtıyı artık.
Aslında severdim çocukları ama uzaktan uzağa. Bilhassa Hikmet Hanım çocuk istemişti. İlk günlerden itibaren benimle didişmekten usanacağını kestirip kolayca şekil verebileceği birer hamur arzuladı biraz da zannımca. Bir de oğlan doğunca biraz rahata erer gibi olsa da yine de soğumadı içi, buna eminim. Çok mu hakkını yedim şurada şu saati beklerken, bilmiyorum. Sanıyorum ki kendi hayalleri de farklıydı. Hakkını helal etsin.
Birbirimizin gözüne fazla batmadan usul usul yol aldık; bilhassa ben zamanı geçirir gibi dümen tuttum muhtemelen. Emekliliği erteledikçe erteledim bu sebeple. Evden daireye, daireden eve bir memur hayatının içine az biraz tat katmak istesem de kendime bir ortak bulamadım. Bir vakit sinema salonlarına dadandım. Havanın iyi olduğu zamanlar sessiz bir park köşesi bulup kitaplar bitirdim. Hikmet Hanım’a briç arkadaşları bulduğumu söyledim dışarıda geçirdiğim vakitleri açıklamak için. Çapkınlık edeceğime –istesem de becerebileceğime- ihtimal vermediği için işkillenmedi; hatta memnun oldu. Evde ağır erkek etinden azade komşularıyla örgüler örüldü, çaylar içildi.
Hakiki bir ahbap edinemedim. Dairede ya içi geçmiş gamlı baykuşlar vardı ya da aklı bir karış havada yeniyetme züppeler. Uğraştım hâlbuki… Kendimde de kabahat aradım fakat bir yolunu bulamadım.
Yine masamda vakit öldürdüğüm bir gün, ikindiye doğru çalan o telefona kadar her şey basmakalıp sürdü gitti. Telefonu açtığımda işittiğim o narin kadın sesi başka türlü bir şeyin habercisi gibiydi, hâlâ bu hissi anımsarım.
“Gülizar Hanım?” diyerekten şaşkın bir girizgâh yaptı telefondaki. Yerine atandığım kadını soruyordu. “Kendisi emekli oldu ben yeni muavin …” diyerekten karşılık vermeye başlamıştım ki yaşadığı hayal kırıklığı ile “Peki o halde” deyip az kalsın telefonu kapatacaktı. O an ne geçti aklımdan bilmiyorum; içimden bir ses sanki onu durdurmamı istedi.
“Ben yardımcı olayım” dediğimde belli belirsiz bir iç çekiş işittim. Ardından bir sessizlik girdi araya. Öyle ki telefon kapandı zannettim bir an. Tam umudu kesecekken kendine güveni pekişmiş bir tonla devam etti nihayet.
“Kendisiyle ahbap olmuştuk. Ara sıra konuşurduk buradan.”
Hiç beklemediğim bu yanıtın beni şaşkına çevirmesi bir tarafa, nereden peydahlandığını kestiremediğim bir istek duydum, yalan yok. Yalnız öyle akıllara ilk geleceği üzere arzulu, macera arayan bir istek değildi bu. Henüz tarif bile edemediğim bir yoksunluğun hem varlık hem de giderme yolunu yeni keşfetmişim gibi ani bir kıvılcımdı, hissediyordum. Yoksa “Benle konuşsanız bundan sonra” deyiverdiğime nasıl inanabilirdim başka türlü? Söyler söylemez utançla pişman olmuştum oysa. O birkaç saniye içinde sakince “Olur, siz de isterseniz eğer” demeseydi eğer, telaşla kapatacaktım da telefonu. Gelgelelim böyle başladı her şey…
Birbirimizi görmeden beş seneye yakın konuştuk aksatmadan. Birine anlatsam kınar, hükmünü verir bilmeden; belki de haklıdır. Hiçbir gönül mevzusuna girmeden yalnızca okuyup izlediklerimizden, fikirlerimizden, hayattan söyleştiğimizi açıklasam budala yerine konulduğunu düşünürdü karşımdaki. Ne var ki hakikat buydu…
Haftada bir yalnızca o beni arıyor, ayrı bir odam olsa dahi kısık bir tonda konuşarak sürdürüyordum ahbaplığı. Zaman geçti ki birbirimizin en sevdiği şairleri ve hatta bize en çok tesir eden mısralarını bilir olmuştuk kendiliğinden. O rast makamı severdi, ben hüzzam. Edip Cansever hayranıydı oldum olası, bense Cemal Süreya müptelası… Ruh bilimine dair akla gelmeyecek konulara hâkimdi, bense iflah olmaz felsefe meraklısı.
Bir kerteden sonra istek, alışkanlık, merak, kaygı, vicdan azabı iç içe karıştı; oturdu böğrüme. Nihayet emekli olacağım günün evveli pat diye veriverdim haberi. O ilk günkü gibi sessizleşti. Burukluğunu belli etmemeye çalışan bir karşılıkla tebrik etti. Ve bitti.
Bitmişti, öyle ya… Öylece biter bazen. Koca bir boşluğu tekrar omuzlayıp çürümeye mahkûm bırakan, Hikmet Hanım’ın ikramiyesinden gayrı hiçbir yönünü sevmediği emekliğime varmış bulundum.
Kaderinde ne varsa kaşığında o çıkar der eskiler. Bir iki ay sonra dairedeki arkadaşların davet ettiği emeklilik yemeğinde kanaat getirdim doğruluğuna. Beni sevmezler zannederdim; ne yalan söyleyeyim mutlu oldum çağırmalarına. Yerime atanan Vehbi beni bir köşeye çekip “Abi, sen ayrılınca bir hanım aradı. İsim de vermedi, akrabasıyım dedi. Bir numara bıraktı. Bu yemek de vesile oldu. Buyur al.” diye müstehzi bir tavırla elindeki ufak kâğıdı elime tutuşturduğunda ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim evvela. Yalnız Vehbi değil öbürküler de bıyık altından gülümsüyor gibiydi. Hüsnükuruntu yaptım belki de, bilemiyorum.
Hikmet Hanım sağlığında bir defa gelmişti daireye. Daha o günün akşamına senin oradakilere dikkat et, hele ki o Vehbi dediğin, adamı çamura oturtacak cinsten diye hüküm vermişti. Rahmetlinin tesiri kalmış üstümde demek ki, ne kadar ayıp etmişim.
Ne kadar istesem de korkumdan veyahut çekincemden arayamadım numarayı. Dairede bir şekil idare ediyordum. Beceremezdim bu türlüsünü. Maazallah Hikmet Hanım’ın gazabından da kurtulamazdım. Atmaya da kıyamadım, sakladım bir kenara, ne yapayım…
Üzerinden iki sene geçti geçmedi kalbi tekledi Hikmet Hanım’ın. Üzüldüm, üzülmem mi… Zannediyorum ki böyle ansızın gitmese emekliliğimin üzerine yığdığı gerginlikle bana karşı yeni bir muharebe başlatacaktı ya… Ömrü vefa etmedi, takdiri ilahi… Mütemadiyen benimle didişse de hürmet duyardım hanımıma, ne de olsa çocuklarımın anası. Onun da gidişiyle o koca boşluk devleşti, inkâr edemem.
Ben de ölmeyi bekledim sonrasında esasen. Dedim ya, evlatların ikisi de başka âlem… Bir torun da göremeyince pek bir şey kalmadı elde. Sanki o eski tutkularım da ahbabımın yokluğunda solup kayboldu.
Ne vakit aklımı toparladım, ondan sonra buldum kendimi burada.
***
“Ne yazıyor, bana da çevirsene.”
“Elinin körü yazıyor! Dur bir dakika üzerini karalamış işte, okumaya çalışıyorum.”
“Telefon numarası mı o?”
“Öyle galiba. Altan, dolandırmış olmasınlar bu adamı? Hani arayıp diyorlar ya savcılıktan arıyoruz, şöyle olmuş, böyle olmuş...”
“Kızım saçmalama. Babam garip adamdır da saf da değildir. Kaç yıl memurluk yapmış, yer mi bunları?”
“Duymuyor musun koca profesörleri bile kandırıyorlar. Sen babamın telefonuna baktın mı, kiminle konuşmuş diye?”
“Bilmiyorum ki şifresini.”
“Ne şifresi Altan? Denedin mi ki?”
“Yoo.”
“Ver şunu, ver! Bak açıldı işte, şifre falan koymadım onun telefonuna o da beceremez zaten… Altan! Son aradığı numaraya bak!”
“N’oldu ki?”
“Yahu şu kâğıttaki belli belirsiz numara işte. Baksana! Şu üç, şu yedi… Okunanlar uyuşuyor bak sırasıyla.”
“Ara bakalım!”
………
“E bu numara kullanılmamaktadır diyor.”
“Doğru mu çevirdin?”
“Ne çevirmesi ya? Aynı numarayı aradım işte!”
“Bırak boş ver Ayla, yeter oyalandık. Yürü gidelim karakola.”
“İyi bari dur ceketimi alayım. Hişt… Bir şey gelmemiştir değil mi başına?”
“Yok be kızım, girmiştir bir deliğe. Bilmiyor musun antin kuntin işlerini. Yürü hadi…”
***
Bugün gelmeyecek mi acaba? Ya da ben şapşal gibi yanlış yerde bekliyor olmayayım bunca zaman? Bir buçuk saat oldu geleli. Yarısını erkenciliğime say, e yine de fena gecikti. Bir yerden gizli gizli beni mi izliyor yoksa? Tanır mı ki? Nerden tanıyacak canım? Belki de başına bir iş geldi. Haber de veremez ki öyleyse…
Kabahat bende, geç kaldım. Durdum durdum beş sene sonra aramaya kalktım. Numara düşmüş kayıttan, düşer elbet, beklenir mi onca zaman? Ne bileyim, dedim ya korktum elbet. Sonra da ardı sıra hanımın hatırasına saygısızlık olur deyip elim gitmedi.
Vazgeçecektim. Vazgeçmeyip de ne yapayım derken kafamda bir şimşek çaktı. Çaktı da nasıl olur, ne derler diye düşündüm birkaç gün. En nihayet ikna ettim kendimi. Yüzümü kızartıp daireden Vehbi’nin yanında aldığım soluğu, ne yapayım…
Müdür olmuş Vehbi efendi. Bir kasılıyor ki sormayın. Hemen buyur etti, çay kahve faslı… Tabi kıvranıyorum ben o esnada. Bu anladı müşkülümü; anlamaz mı ne tilkidir o… Dedi abi sende bir hal var, hayırdır? Gelmişim oraya kadar, bir şansımı deneyecektim artık, geri dönmek yok…
Ben de ıkına sıkıla sordum artık “Hani şu beni arayan hanım sonra tekrar aradı mı” diye. “Uzak akrabam, evet, numarası da değişmiş herhalde, bir aile mevzusu için aramam icap ediyor da” diyerekten de tüy diktim. Nasıl olsa bekâr adamım artık diye kuşandım herhalde bu cesareti. Zaten başka türlü ölsem gitmezdim bu konuda cıvık Vehbi’nin ayağına.
Şöyle bir durdu, bir aklını yoklar gibi yaptı. Benim avucumun içi sırılsıklam olmuş bekliyorum. Neredeyse kapıdan fırlayıp kaçacağım hatta. Bir şeyi hatırlamış gibi bir “Haaaa” çekti de kendime geldim.
“Abi sahi, geçen ay aramış tekrar.”
Ben meraktan kudururken Vehbi sadede varamadan ağır ağır anlattı da anlattı. Çocuklardan biri konuşmuş da ona iletmişler de o da işten güçten bana haber vermeyi unutmuş da özür dilermiş de… Bir araba laf… Tam sabrımın son çeyreğine girmiştim ki en nihayet geliverdi sadede.
“Telefonu çalınmış. Birinden arıyormuş. Her Pazar saat üçte Samatya sahilindeki parkta olurmuş hanım abla. Görür de iletirseniz görüşmüş oluruz demiş” diye döküldü.
Ben renk belli etmemeye gayret ederek durdum öyle, ne yapayım? İçimde parlayan coşkuyu fark ettirsem hepten tefe koyacak beni tilki oğlu tilki. Uğurlarken sırtımı damat gibi sıvazlayıp “ne hatırlı akrabaların varmış abi” diye sırıtarak sululuk etmesi dahi canımı sıkmaya yetmedi tabi.
Dışarı çıktığımda kendime dedim ki “Yeteri kadar sıkılmadın mı Hulusi Kalenderli?”
“Dur dedin, bekle dedin, bir kabuğa hapsettin kendini!”
İyi demiş miyim?
Sahi, neredeyse akşam olacak, gelmedi. Yoksa başına hakikaten bir iş mi geldi?
Melih Cevdet Anday’ın aziz hatırasına…
Komentarze