top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Humma

"'Bütün sırlarını benimle paylaşırdı.' Durdu. Diken üstündeki sessizlik odayı bir süre dolandı, açık pencereden salındı gitti."


Murat Yüksel


“Küllüğe işemiş diyorlar gece vakti. Çarpılmış.”

“Vah vaaah!”

“Ben de mezarlığın yanından geçerken ıslık çalıp parmağıyla yanındakine bir kabir göstermiş de dili böyle lal olmuş diye duydum.”

“Yazık kıız gencecik çocuk…”

Ayrık otları gibi her kafadan çıkan değişik seslerin tek derdi bir türlü bıkmadıkları aynı dedikodulardan ibaretti. Gizliden de olsa keyifliydiler. Ellerinde kendilerini epeyce idare edecek anlatılabilir hikâyeler vardı. Allayıp pulladıkları. Gerçekliği önemli değildi. Her seferinde harçlarına kattıkları yeni yalanlarla, temelsiz yığdıkları ilave uydurmalarla kusa kusa kirli kaçak katları çıkmaya devam ettiler. Oysa genç adam çarpılmadığı gibi dilsiz hiç değildi. Elini eteğini dünyadan çekmiş münzeviler misali yemeden içmeden kesilmiş, ateşle yatağa düşmüş, bütün günü odasında geçiriyordu. Kimseyle konuşmuyordu.


Anası tek oğlunu aldı hocalara götürdü. Türlü çeşit muskalar yazdırdı. Boynuna asmadan önce üç gün üç gece çıyanların ininde beklettiler. Okunmuş üflenmiş sular içirdi. Ağaçlara çaputlar bağladı, hac zamanıydı, Arap ülkelerinden getirttiği cins hurmalardan tattırdı, göğe karışmışların, mübareklerin türbelerinden medet umdu, ermişlerin mezarlarına yüz sürdü. Yetmedi. Ona hurafe buna şarlatan demeden falcılara, büyücülere avuç açtılar, dil döktüler. Belki bir tılsım umuduyla çok tanrılı dinlerin umacılarına yalvardılar. Kızıl çarşaflara yatırıp kırmızı yorganlara sardılar. Kızılcık şerbeti içirdiler. Bilmedikleri dildeki ilahileri ağır gırtlak nameleriyle en olmadık yerlerinde seslerini titretenlerin eteklerine kapandılar. El almış yaşlı kadınlara gittiler. Göze gelmiştir belki diye başının üstüne örtüler çekip peş peşe kurşunlar döktürdü oğluna. Kurşunun suyun üstüne çıkan o yamuk yumuk şekillerine bakıp üç kere tü tü tü ettikten sonra “ağır nazar var,” diye başını iki yana salladı kurşuncu kadın, bir ağızdan tövbe estağfurullah çektiler. Nazarın şerrinden sığınmak, kötü ruhları oğlunun üzerinden kovmak için felak nas okudular yine hep bir ağız. Döktükleri kurşunları soğutup üç gece başucunda beklettiler, sonra götürüp denize attılar. Üç harflileri musallat olduğuna inandıkları bedenden defetmek için üzerlik otunun dumanını üstünde gezdirdiler. Bir şey değişmedi. O gürbüz delikanlı gün gün eriyip gitti gözlerinin önünde.

Çaresizlikle dövünürken kapılarını çalan bir Tanrı misafiri, odasının aralık kapısından uzaktan uzağa gördü de elindeki değnekle onu gösterip gevrek sesiyle, “oy anam hummalara gelmiş, kara sevdaya tutulmuş bu oğlan, kime yanıktı böyle yataklara düşecek kadar,” deyince akılları başlarına geldi. Ellerini öptüler yaşlı kadının, dizlerinin dibine çöktüler, “belli ki görmüş geçirmişsin ana,” dediler. “Bizim oğlanın devası nedir? Onu da söyle bize.”


Yaşlı kadın oturduğu yerden kambur sırtını düzeltmek istercesine doğrulmaya çalışıp “Sizin civarda muhakkak bu oğlanın yatağa düşmesine sebep bir düğün dernek kurulmuştur. Şimdi siz deyiverin hele. Delikanlı hummaya tutulmadan evvel kaç sırma saçlı davulla zurnayla gitti, kaç al yanaklı sevmediği adam için gelinlik giymek yerine bohçasını düzüp sevdiğine kaçmayı seçti,” dedi sıkıntıyla. “Ta kalubeladan bu yana böyledir sevdalık. Bilmez misiniz? En uzaklarda ararken dermanı, aslında gözünüzün önündekini göremezsiniz.”


“Üç genç kızı gelin ettik mahalleden, hepsini de Allah’ın emriyle yolcu ettik,” dedi anası elini çenesinde gezdirip epey düşündükten sonra. “Ama benim Şahinimin hiç birinde gözü gönlü yoktu.” Başını aralık kapının ardında yatan gence çevirip, “Ne bilirsiniz,” diye sordu kadın. “Ben anasıyım, bilmem mi ya,” dedi. “Bütün sırlarını benimle paylaşırdı.” Durdu. Diken üstündeki sessizlik odayı bir süre dolandı, açık pencereden salındı gitti.


“Sadece,” dedi anası neden sonra. “Aşağı mahallede nişanlı bir kız kaçmıştı. Zorla nişanlamışlar, gönlü zaten kaçtığı çocuktaymış başından beri diye çok dediydiler. Acaba ki.” Biraz daha düşündü. “Yok. O da mümkün değil. Benim kızanımın en yakın arkadaşı kaçırdı o kızı. Bizimkinin içinde öyle bir ateş harlansaydı arkadaşı böyle iş yapmazdı. Kardeşten yakındılar.”


Yaşlı kadın iki elini dizine vurdu, sonra etekliğinin içinden doksan dokuzluk kuka bir tespih çıkarıp çekmeye koyuldu. İmamesi cami minaresi gibi üç şerefeliydi. Arada bir çipil gözlerini odada gezdirip içinden üfledi. “Ateşin gölgesi yoktur. Yanmış kavrulmuş yavrucak için için. Gök ekinler gibi biçilmeden yetişin. Merhemi de çaresi de bellidir. O arkadaşı her kimse gün dönmeden haber salın, bir an evvel gelsin oğlanı görsün. Çok geç olmadan.” Başka laf etmedi. Nasılını niyesini, olurunu olmazını sormadılar. Ağlaşarak sarıldılar söylenenlere sımsıkı. Yüreklerine su döküldü, ilk defa o gece uykuları ferahladı. Yaşlı kadın ertesi sabah gün ışıyınca ezanla birlikte abdestini aldı, namazını kıldı, ağaç tespihinin damarlarında dolandı parmakları, dilinden dökülenlerle doksan dokuzu tamamlayıp imameye vardı, püskülünü sevdi, elini açıp duasını yaptı, ağrıyan dizlerinin üstünden doğrulmadan aralık kapıdan içeriye bakıp, “vah vah,” dedi, “kara sevdanın böylesi.” İki de genç adama okudu, üfledi. Odadaki ampul kış ayazında üşümüşçesine titredi, titredi, sonra birden söndü. Genç adamın gözleri aralıktı. Yaşlı kadını gördü, duydu. Herkes uykudayken kapıyı usulca açıp gitti.


İkindi üzeriydi. Şahin’i hiç yalnız bırakmayan sarman kedi aralık kapıdan süzülürcesine içeri girdi, karşıdan göz ucuyla tarttı, fazla beklemeden yatağa atladı, yorganı tırmaladı. Başını kaldırıp bir iki kez miyavladıktan sonra ses alamayınca delikanlının yorganının üstüne kıvrıldı, esnedi, mırıltılar çıkararak gözlerini kapadı.


Önce öksürüklü bir gürültü, peşinden aksi bir homurtu çalındı kulağına. Bu sesleri iyi tanıyordu. Başını çevirince yolun ortasında duran aracı gördü, olduğu yerde çakıldı kaldı. Ayrılalı daha birkaç saat geçmemiş miydi? Yine babasıyla kavga etmiştir, diye düşündü. Amma huysuz herif, dedi tıslayarak.


“Bi’ el atsana Şahinim,” dedi arabanın içindeki adam. Sesi yumuşak ama tınısında biraz telaş vardı. “Durdu birden. Marş basmıyor. Çalışmıyor yine bu meret.” Sigara almak için bakkala gidiyordu. Döndü, arkaya geçti. Arka kaputa yüklendi. Hafif meyilli yolda motorun sesini duyunca itmeyi bıraktı. Araba az ilerleyip duracak diye bekledi. Hep öyle olurdu. Bu kez durmadı. Bunun yerine hızını alan aracın şoför mahallindeki adam teşekkür için sol elini dışarı çıkarıp salladı, kornaya bastı. O yine her zamanki gibi arabaya bineceğini düşündüğünden peşinden iki üç adım gitmişti. Durmayınca şaşkın bakakaldı. Anlamaya çalıştı. Çözemedi. Hiç böyle yapmazdı oysaki. Arka koltuğa çökmüş gizlenen genç kızı fark etmedi.


Akşam sofrada annesi söyledi. “Senin Samet, aşağı mahalleden Huriye’nin Nurcan’ı kaçırmış. Haberin vardır gerçi.” Elindeki kaşığı tabağa düşürdü. “Yok,” dedi, “haberim yok. Emin misin? Hikmet amcanın kızı Nurcan mı? İyi de o kız başkasına nişanlı değil miydi ana?” Annesi başını salladı. “Öyle miymiş. Hiç işitmedim. Yere bakan yürek yakanı görüyor musun sen hele, en yakınından bile saklamış demek sırrını. Yürek yemiş, nişanlı kızı kaçırmak kolay iş mi. Allah sonunu hayır etsin.”


Uyandığında birkaç sinek duvardaki gece lambasının etrafında fır dönüyordu. Gölgeleri kocaman. Ürkünç. Yorganda kedinin mırıltısını duyamayınca gittiğini anladı. Bahçedeki yaşlı incir ağacının dallarının karanlıkta sallanan hışırtısı açık pencereden içeri girdi. Başını tavana çevirdi. Loş ışıktaki şekillere anlamlar yüklemeye başladı. Tepesinde salınan gölgeleri trene benzetti. Trenin düdüğünü işitti. Tekerler raylarda gıcırdayarak hareket etti. Aşağıda ona el sallayan kendisini gördü. Üzerinde simsiyah uzun bir abiye. Elindeki mendili gözlerine götürüyor, içli içli ağladığını oturduğu yerden görüyor. Tren istasyondan ayrılınca başını önüne çevirdi. Oturduğu kompartımanda karşısında kendisini gördü. Üzerinde beyaz gelinlik. Duvağı elinde. Yanında takım elbise içinde bir adam. O. Kendi dünyalarında konuşuyorlar. Çok mutlular. Bu sahneyi aklından kovmaya çalıştı.


Bedenindeki huzursuzluğun zihnine oynadığı oyunlardan kurtaramıyordu kendini. Senaryolar üretiyor, bozuyor, başka senaryolar yazıyor, yine beğenmiyor ama bu gerçek olmayan sahneleri zihninde değişik değişik yaşamaya devam ediyordu. Gözlerini tavanın başka bir yerine odakladı. Yüzleri karanlıkta kalan siyah giyimli adamlar gördü. İki adam. Aralarında çırpınan başında yazmasıyla bir kadın. Yaklaştılar. Adamları ikisi de aynı kişiydi, aralarında kurtulmaya çalışansa kendisi.


İçerden gelen sesleri duyunca gözlerini açtı. Onun sesi. Çok geçmeden kapısı açıldı, içeri girdi. “Şahinim kalk,” dedi muzipçe, “Bak ne var ceketimin içinde. Bir şişe şarap. Köpek öldüren değil ama paraya kıydım.” Başını kaldırdı, gülümsemeye çabaladı. “Rakıyı tercih ederim şu anda,” dedi dilinin ucuyla. Kaç zamandır ağzından çıkan ilk sözcüklerdi. Misafiri yatağının kıyısına oturdu. “Ne oldu sana böyle? İğne ipliğe dönmüşsün. Şeker teyzem söyleyince hemen geldim. Bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum. Haber verseler çok önceden gelirdim.” Çapkın gülümsedi. “Neyse,” dedi, “ben seni iyi etmesini bilirim.”

Şahin yatakta doğruldu, yorganı ayağının ucuna attı, yastığını arkasına dayadı. “Niye geldin? Neredeydin?” diye sordu. Bir suçlama, kızgınlık yoktu sesinin tonunda. Sadece kırılmışlık. “Bu kadar zaman bir haber vermez mi insan? Uğramaz mı?” Kısa bir an ne diyeceğini bilemedi muhatabı. “Kimseyle tek kelime konuşmuyormuşsun,” dedi sonra. Başını salladı. “Sorma. Hastalıklıymışım gibi davranıyorlar bana.” Sesine anlayışlı bir tını verdi. “İnanırım.” Ellerini şakaklarına götürdü. “Başım ağrıyor,” dedi Şahin. Rutubet kokan odayı gösterip cevap verdi. “Kendini buraya kapamışsın. Sence de normal değil mi?” Boş ver der gibi elini salladı. “Neredeydin?” diye sordu yeniden. Bıkkın bir sesle, “Çok şüphelendiler benden,” dedi Samet. “Bilmiyorsun. Babam sen nasıl erkeksin, kaç yaşına geldin, hâlâ dünkü çocuğun kıçından ayrılmıyorsun. Yetti. İş güç bekliyor, senin ne bok yediğin belli değil. Ya adam ol, ya da evlatlıktan reddederim seni, zırnık koklatmam diye tehdit etti. Nurcan’ı biliyorsun. Ağzımın içine bakıyordu zaten. Mecbur kaldım. Çulsuz Kadir’in oğluna gidecek hali yoktu. At nişanı kaç bana, dedim. Sana anlatacaktım ama fırsat bulamadım bir türlü. Hem biraz da çekindim. Kıskançlık yaparsın diye korktum. Yeni yeni düzeldi ortalık. Malum.” Sırıttı. “Epey yüklü oldu bizim pedere. Sesini de çıkaramıyor, bir yumuşadı sorma. Babamı yola getirmenin bu kadar kolay olacağını bilsem çok önceden yapardım valla. Etraf sakinleşsin diye bekliyordum, ben de sana gelmek istiyordum.” Minnettar bir bakış attı genç adama. Eliyle omzuna küçük bir yumruk attı. “Var ya o gün sen arabaya el atmasaydın ne yapardık bilmiyordum.”


Başını kapıya çevirdi. “Kızı kaçırdın, adamlığını ispatladın,” dedi. Eliyle alkışladı. “Peki ben ne olacağım? Biz ne olacağız Samet? Ben senin için neyim? Ne ifade ediyorum?” Misafiri kalktı, aralık duran kapıyı kapattı, anahtarı çevirdi. “Az kenara kay,” dedi. Akşamın karanlığında misafirine yer verdi, yanına uzanan adam Şahin’i bir anda ters çevirdi, üstüne çıktı. Ensesini öperken eliyle kalçalarını sıktı. “Ben sadece seni seviyorum biliyorsun,” dedi. “Evlenmiş olmam bir şey değiştirmeyecek.” Dilini boynunda gezdirdi. “Çok tuzlusun. Hiç banyo yapmadın mı?” Şahin kendini kurtardı, yönünü ona döndü. Dudaklarını büzdü. “Hep senin yüzünden,” dedi. İstemiyormuşçasına, elleriyle üstündekine vurmaya, altında yalandan tepinmeye başladı. Boğuşmaya başladılar. Samet güldü. Tuttuğu kolları iki yana indirdi. “Özür dilerim,” dedi, “eşeklik ettim. Bu kadar kırılacağını tahmin etmedim. Beni affet.” Şahin uysallaştı. Direnmeyi bıraktı. Öpüşmeye başladılar. “Seni çok özledim,” diye ünledi Şahin sıklaşan nefesini toparlamaya çalışarak. “Çok özledim,” diye tekrar ederken sesi duvarların gölgesinde kayboldu.


bottom of page