top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: İki Yana Yaslı

"İnsanların, sıkıştıkça tutundukları eskilikleri, zamanın dehlizinden çıkartıp ortaya koymalarının sebebini, o zaman çok iyi anladım işte."

İ. Usame Yördem


“Yalnızlık, bir durum olarak düzeltilebilir ancak bir ruh hali olarak tedavi edilemez bir hastalıktır.”

Vladimir Nabokov


Soğuk bir hava karşıladı beni İstanbul’da. Mutsuz suratlar vardı. Çok kalabalıktılar ve çok yalnız hissediyordum. Yapabileceğim en iyi şeyi yapmış, bir başıma olmasa da yalnız kalmayı başarmıştım. Yüksel’i, bu başarımı kutlamak için aradım. Görüşme talebimi ilettim. Resmi bir nezaketle kabul etti bunu. Aramızdaki şeyi, o görüşmede de tanımlayamadım. Hep böyle oluyordu. Üstelemedim. Ona, birine âşık olmak istediğimi anlattım. Duyarsız karşıladı beni. Aramızdaki rafine samimiyeti indirdik raftan, birkaç dakikalık konuşma sonunda. Dondurucuya atılmış anıları çıkarttık. Erittik onları. İnsanların, sıkıştıkça tutundukları eskilikleri, zamanın dehlizinden çıkartıp ortaya koymalarının sebebini, o zaman çok iyi anladım işte. Anlayışıma karşılık yaşadıklarını anlattı Yüksel. Duygularımdan bahsettim ben de ona. Onu dinlemiş olmamdan dolayı beni dinlemesini istiyordum sanırım.


Yüksel ile konuşacaklarımız bittikten sonra Gündüz’ü aradık. Yakınlarımızdaki bir alışveriş merkezine gitmeyi önerdi Gündüz. Kabul ettik. Gittik. Çift girişli bir alışveriş merkezinin farklı girişlerinde, birbirimizi bekledik. Yüksel, bu süre boyunca çok neşeliydi. İçinden taşırdığı mutsuzluğu ezme çabaları vardı dışında. Gündüz’ü aradık gözlerimizle. Bereket, çok sürmedi bu arayış ve denk geldik çıkışlardan birinde. Oturduk. Acıkma sessizliği doldu aramıza. Yalapşap bir hayatsızlık beni buldu o an. Bir şeyi bastırmaya çabalıyordum, neydi o? Mutsuzluk muydu? Eğer buysa mutsuzdum, evet. Kronik bir acı sarmıştı çevremi. Galiba bir şeyi arıyordum, bu yüzden duruyor ve o şeyin beni bulmasını bekliyordum.


Bekleyişimin yanında süren zaman, dönen dünya, devam eden hayat gerçeği de vardı. Bu gerçeğin içindeydik. Etrafıma bakındım. Gündüz, büyük boy bir hamburger istedi o an, yanına asitli bir içecek. Biz de birer sufle aldık Yüksel’le. Siparişler geldi. Dondurmalı sufleme kaşığı batırdığımda, içime de bir şey batar gibi geldi. Gündüz’ün hamburgeri kavrayışında, içeceğinden bir yudum alışında, içimi ezen bir şey vardı. Tanımını yapacaktım ki Yüksel’in “dondurman eriyor şapşal, hadisene!” cümlesi ketledi beni.


Sufleye kaşığımı daldırırken Gündüz de köfteyi ısırıyordu. Seneler sonra tekrardan bir araya gelmemizin, tanıdık bir yabancılığı olmuştu. Çekingen değildik ancak mesafeler oluşmuştu sanki aramızda. Düzlediğimiz bütün girintiler, yeniden hortlayıp filizlenmişti. Gündüz, ısırdığı köfte parçasını çiğnerken bir anda yakın zaman önce babasını kaybetmiş olduğu gerçeğini hatırladım. Bunu bir köfte, bir ekmek, bir çiğneyiş hatırlatmadı elbette ancak süreğen şeylerin, devam eden yaşam faaliyetlerinin bunda bir etkisinin olduğunu yadsıyamazdım. Gündüz’ün seneler sonunda gördüğüm bu çökkün suratı, babasının kaybıyla anlamlı bir mutsuzluğa dönüşmüş ve genişlemişti. Ayrımsadım bunu o anda. Bir süre sessizce durduk üçümüz. Yüksel, ben ve Gündüz. Sessiz bir mağaraya kapattık galiba kendimizi. Konuşacak bir şeylerimiz olmadığından değildi susmamız, konuşacak çok şeyimiz olduğundan ve hangisinden başlayacağımızı bilmediğimizdendi. Bir an günleri saydım, hesapladım. Babasını, bir ay önce kaybetmişti Gündüz. Bir ay geçmişti üstünden. Bir ay, neyin üstünden geçmişti? Bunu sordum kendi kendime.


Durduk yere “Nasılsın?” dedim Gündüz’e, suflemin dibini kaşıkla kazırken. “Bilmem,” dedi, omuzlarını sarsıp da içeceğinden bir yudum alırken. Bunlar olurken çantasından telefonunu çıkardı Yüksel, bizimle ilgilenmeyeceğini düşündüm. “Ne kadar oldu?” diye sormak istedim Gündüz’e. Sormadım. O da “yirmi dokuz gün,” demedi. “Bir ay sanıyordum…” demedim. “Yarın tam bir ay oluyor…” demedi.


“Ağrısı, önceki güne göre hafiflemesi beklenirken aksine giderek şiddetlenen yirmi dokuz gün…” demedim mırıltıyla. Kafasını kaldırdı Gündüz, bir şey diyecekti, caydı. Hamburgeri bitmişti. İçeceğini içti. Pipetten yükselen ses, bana acıtıcı geldi. Hayatın detayları arasında bu denli boğulmak, her bir şeyde bir anlam aramak, ümitsizliğin sonucuydu zannımca. Yirmi dokuz sancılı günü eskiten zaman, herkesi aynı ölçütte eskitmiyordu. Bunu düşündüm.

Sessizce kalmayı sürdürecektik ki Gündüz, “her yeni günün sabahında, yaşananların yaşanmadığını düşünerek uyandım. Böyle bir şey hiç olmamış gibi ve sanki böyle bir şeyin olmayışını düşünmem, o şeyin olmayışını mümkün kılarmış gibi.” demeseydi eğer. Ancak dedi. Ona bir cevap vermem gerekirdi. Veremedim. Yüksel’e baktım. Gündüz, bunu söyledikten sonra kısacık güldü. Yüksel ise kafasını telefona gömmüş, orada yokmuşuz gibi davranıyordu. Gündüz’ü süzdüm uzun uzun. Kısa kısa nefes aldım. Mükemmel bir boşluktan kendini yontmuş, şimdi de kendi içini dolduruyormuş gibi gözüktü gözüme. Tuhaf gelmişti. Eski tavırları sürüyordu. Aynıydı. Ama bir yerde, aynı da değildi. Babasızdı artık. Gülüşü, önce kısa, ardından uzun bir kahkahaya dönüşmeye başladı.


Yasını sürdürmediğini, uzun süre kahkaha attığında fark ettim. Durduk yere atmıştı. Ona vereceğim cevabı düşündüğüm anda atmıştı. Bu kahkahayı, atmak zorundaymışçasına atmıştı. Ortada bu denli kahkaha attırmayı gerektiren bir şey olmasa da kahkaha ile yasını yaşıyormuş gibi geldi bana. Sanki böyle yapınca bir miktar yaslanıyordu. Bu bir miktar değişik hissettirmişti. Olağan olan neydi, o an bilmiyordum. Bir şey demedim.


Yüksel, kahkaha sesini duyunca telefonu cebine koydu. Bize döndü. Bir şeyler kaçırdığını veya yaptığının ayıp olduğunu düşünmeye başlamıştı sanırım. Bir şeyler diyecekti. Ağzı açıldı. Bizi dinlemediğini belli etmemek için kıvrandı bir süre. Sessizliği dişledi. Konuşmasını bekledik. Konuşmadı, caydı bir şey söylemekten. “Yaslı gittim, şen geldim…” sesini işittik, yan masadaki telefonun zil sesinden. Tam da o anda.


Yiyeceklerimizi bitirmiştik. Kalktık, ayrıldık alışveriş merkezinden. Gündüz’ün çalıştığı ofise gittik. Masanın üzerinde “Yas Günlüğü” kitabı vardı. Kitap, bana bir şey anlatacaktı sanki. Bir süre sessizce bir anlaşıyı sürdürdük. Boşluğu büyüttük. Ölmek, renkli bir acıydı. Bunu fark ettim. Durmadan parlıyordu ve nerede olduğunu, nerede durduğunu belli ediyordu. Elle tutulacak bir şey aradım odada. Bulamadım. Düşündüm yine de. Bir şeyi kaybetmenin büyülü bir tarafı yoktu. Safi acı. Katran gerçek. İç içe geçen bir şeyler. Matruşka duygular. Sert geçişler. Bir şeyin artık olmayışını fark etmek ve bunu kabullenmek arasında ince bir çizgide, giderek ensenin kalınlaşması. Tümden bu şekilde ilerliyordu süreç. Bir döngü gibi. Sırasıyla. Ağırlaşarak. Ölmek, ölenden geriye kalanlar içindi. Bunu düşündüm.


Ayağa kalktım birden. Oradan ayrılmayı, kasvetten kaçmayı düşündüm. İçimde, taşkın bir duygu, eziliyordu. Gündüz’e sarıldım. Ona, onun yanında olduğumu sustum. Bir süre sarılı kaldık. Birkaç damla yaşı, omzuma düştü. Hayat, şekilli bir boşlukla imtihan ediyordu bizi. Daha önce onun yanında olabilir, acısını çektiğinde yanında durabilirdim. Ancak yapmadım. Galiba salt gerçeğin, bunları yaptıkça değişmeyeceğini biliyor ve kolaya kaçıyordum. Ölümden korkuyordum ve sanıyordum ki ondan uzaklaşınca beni bulmayacak asla.

İçini çekti Gündüz. “Bir ihtiyacın olursa…” diye başlayan bir cümle kuracaktım ki “onu çok özlüyorum, daha şimdiden…” dedi. Bir şeyi bastırdım içime. Ağlak suratımı katladım, sonrasında kullanırım dedim. Yaslandım duvara. Kafamı kaldırıp Gündüz’ün yaşlı gözlerini sildim. Yüksel de ayağa kalkıp yanımıza geldi. İki yanındaydık Gündüz’ün. Sırasıyla omzuna dokunduk. Yanındayız, dedik. Bunu aynı anda söylememişsek de peş peşe söylemiştik. Yanındayız. Bu neyi değiştirecekse?

bottom of page