top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Kadın Erkek ve Sokrates

"Yere düşmeseydi, dursaydı yerinde diye mırıldandı. Avucunu daha çok sıktı. Adımları hızlandı. Terk etmeliydi. Kimi mi? Tabii ki Sokrates’i kimi olacak?"


Semra Çağlı Fırat


Sabaha doğru…

Sadece yürüyordu. Sakindi. Avucunda sımsıkı tuttuğu ucunda heykelcik olan bir anahtarlık vardı. Bir tatil köyünden, hediyelik eşya satan bir dükkândan almıştı. Her şeyi bu heykelcik başlatmıştı. Yere düşmeseydi, dursaydı yerinde diye mırıldandı. Avucunu daha çok sıktı. Adımları hızlandı. Terk etmeliydi. Kimi mi? Tabii ki Sokrates’i kimi olacak?

İsterik bir kahkaha boş caddede yankılandı. Birkaç temizlik işçisi sesin geldiği yöne baktı. Bir kadın hızlı adımlarla yanlarından geçerken arada bir gülüp kendi kendine konuşuyordu. Birkaç saniyelik ilgilerini de alıp köşeden dönerken kadın, ellerinde süpürgeyle çalışan adamlar işlerine geri döndü.

Birkaç saat önce…

Kadın eliyle aynadaki buharı sildi. Kırmızı suratlı birinin mavi gözlerini, yer yer saçsız kalan kafasını gördü. Bu ben miyim? Bir süre aynadaki çıplak kadını inceledi. Kalın beline dokundu, armut göbeğine, kahverengi uçlu memelerine, göğsündeki ince uzun ize. Bir süre izde elini gezdirdi sonra kalbini dinledi. Oradasın biliyorum dedi ve aynaya arkasını döndü.

Giyinip mutfağa gitti. Bir süre buzdolabının kapısını açıp en altta bir tabak helva dışında bir şeyi olmayan rafları izledi. Dolabın kapısını kapattı. Eskimiş, bir lambası yanmayan aspiratörü çalıştırdı. Aspiratörün sesi ona hep mutlu aile ortamını hatırlatırdı; yemek kokularını, kalabalık sofraları, şen kahkahaları. Bir cezve ve fincan aldı dolaptan. Kahve kokusu mutfağı doldururken kapıda dikilen adamı fark etti. Gülümsedi. Bu gece gelmeyeceksin sandım, kahve içer misin? Adam esmer elini kapının kolundan çekmeden öylece durmuş kadına bakıyordu. Kadın arkasını dönüp kahveyi fincana doldurmaya başladı. Bugün parkta yürüyüş yaparken Sokrates’i gördüm. Seslendim ona, kuyruğunu sallayarak yanıma geldi. Her zamanki gibi bacaklarıma sürtündü, onu sevmem için sokuldu. Benimle gelsin diye çok uğraştım ama adamın biri kolumdan tutup beni ondan ayırdı hanımefendi iyi misiniz diye sordu. Sonra baktığımda Sokrates yoktu. Sen neler yaptın, tablonu bitirebildin mi? Bir cevap bekler gibi kapıya bakan kadın orada kimsenin olmadığını gördü. Kahvesini alıp balkona çıktı, kavga eden iki kedinin sesi gecede yankılandı. Bir kedinin diğerini bırakıp gitmesi ile sesler kesildi.


Üç gün önce...

Televizyonda savaş haberlerini sunan spiker heyecanlı bir şekilde konuşuyordu. Sonra ekranda babasının ölümünü ağlayarak anlatan bir çocuk, patlayan bombalar, yüzlerindeki kana aldırış etmeden koşuşturanlar, yerde yatan insanlar göründü. Dayanılacak gibi değil! Gözleri kumandayı aradı. Kim bilir kumanda hangi delikte? Kadın kalkıp ekranın sağ altındaki düğmelerden rastgele birine bastı. Bir ses duydu. Pencereye yaklaştı. Bir süre karşıdaki eski binanın yenileme çalışmalarını izledi. Keşke tekrar çizebilsem o kocaman binaları, bahçeli evleri ya da eski binaları yenileyebilsem diye söylendi. Bütün gün evde olmak ruhunu daraltıyordu. Pencerenin hemen yanındaki sehpada bir zamanlar rengarenk olan çiçekleri de solmuştu. Çok sevdiği orkidesinin önce çiçekleri dökülmüş sonra yaprakları sararmıştı. Televizyonun sesini kısıp ekrana bakmaya başladı. Öyle ne kadar kaldığının farkında değildi. Yanına çöken adamın televizyonu kapatmasıyla gözlerini televizyondan ayırdı. “Sen mi geldin, tablonu bitirdin mi?” diye sordu. Adam önce derin bir nefes aldı, çıkmak için kelimeler ağzına baskı yapıyormuş gibi ağzını sımsıkı kapattı. Sonra da cebinden ucunda heykelcik olan anahtarlığı çıkarıp kadının avuçlarına bıraktı. Sokak kapısı şiddetli bir şekilde kapandı.

Kadın mutfağa gidip daha önce hiç kullanılmayan bir tencereyi kutusundan çıkarıp bir güzel yıkadı. Tencerenin içine tereyağını koyup eritmeye başladı. Sonra içine azar azar unu ekleyip kavurmaya başladı. Başka bir tencerede sütünü ısıtıp içine şeker koydu. Unun kokusu iyice çıkıp da rengi de koyulaşınca, içine şekerli sütünü döküp hızlıca karıştırdı. Nasıl da güzel koktu! Bir tabağa helvayı doldurup balkona çıktı. Helvayı yemeğe başladı. Bir dalı tamamen kuruyan erik ağacının altında bir kedi boylu boyunca uzanmaktaydı, keyfi de pek yerindeydi.


Bir yıl önce...

Kadın yatakta sıçrayarak uyandı. Sırılsıklamdı. Yanındaki adam hemen kalkıp ışığı yaktı. “Bitanem iyi misin, yine mi kâbus gördün?” diyerek kadına sarıldı. Kadın kafasını sallamakla yetindi. Uzun bir süredir gördüğü kâbuslar son zamanlarda iyice artmıştı. Artık işe gitmekte zorlanıyordu. Uykusuzluk, başka birinin hayatını yaşıyor gibi hissetmek işteki verimini düşürmüştü. Çizim yaparken çizgiler birbirine karışıyor, rakamlar yer değiştiriyordu. 

Kalkıp banyoya gitti. Yer yer seyrekleşen saçlarına baktı. Elini yüzünü yıkadı. Aynadaki mavi gözleri görünce irkildi. Sen kimsin, burada ne işin var? Sonra hızla sağa sola baktı, neredeyim ben, burası neresi derken ona endişeyle bakan yabancı adamı gördü. Kadının korkusu, paniği iyice arttı. Gözleri kararmadan önce hatırladığı tek şey adamın onu kollarına aldığı ve “Hepsi geçecek, geçecek bitanem…” dediğiydi.

Beş farklı doktor gezdiler. Hepsi de farklı bir şey söyleyip benzer ilaçları verdiler. Tek anlaştıkları nokta ise kazaların travmaya sebep olduğuydu. Ruhu da saçı da parça parça kayboluyordu. Saçkıran fenaydı, çok fena! Kadın ilaçları içtikçe unutkanlığı arttı, kâbusları azaldı. Eskiden yaptıkları gibi balkonda oturup sohbet etmeye başladılar. Hatta kadın sütlü un helvası bile kavurdu. Çiçek açan erik ağacının dibinde iki kedi tatlı tatlı oynuyordu.

Kadın ise bir garda son treni bekler gibi bekliyordu neyi beklediğini bilmeden. Bir sabah salonun orta yerinde boylu boyunca yüzüstü uzanan bir adam gördü. Rengarenk boyalı elleri iki yana açılmıştı. Yanıbaşında da bitmemiş bir tabloda bir kadın, bir adam, bir köpek ve iki kedi vardı. Hemen adamın yanına koştu. Esmer yüzünü avuçladı, soğuktu, çok soğuktu. Dışarı çıkıp yardım istedi. Kadının yardım çığlığına koşup gelen komşuları adamı bulamadı. Salon boştu.


İki yıl önce...

Kadın sevinçle hediyelik eşyalara baktı. Hepsini almak istiyordu. Önce gözleri ile uyumlu olacağını düşündüğü ve geçen yaz kaybettiği kolyesine benzer mavi boncuklu bir kolye aldı. Sonra bileklikler, nazarlıklar, magnetler… Her şey ne kadar da güzeldi. Onunla beraber gezen adama baktı, saçlarını karıştırmak için acayip bir istek duydu. Hiç bu kadar sevmemişti kimseyi, belki de sevilmemişti de. 

Adamın küçük heykellere ilgiyle baktığını fark etti. Yanına gitti. Önce elini sırtında gezdirdi sonra sarı saçlarının kapattığı ensesinde… Adam, kadını belinden tutup kendine çekti.“Mesleğimi bana sevdirenlerle karşılaştım bak; Pisagor, Platon, Aristo Sokrates… Sanırım ben o dönemde yaşasaydım Sokrates olmak isterdim, boyun eğmeyen Sokrates. Tek boyun eğdiğim sen olurdun,” deyip kadının boynuna bir öpücük kondurdu. El ele dükkândan çıkarken kadın diğer elinde heykelciği sıkıca tutuyordu.

Adam bir eli direksiyonda diğer eli kadının elinde arabayı sürüyordu. Kadın heykelciği adamın avucuna bıraktı. Adam heykelciğe baktı. “Seni seviyorum Profesör Sokrates” dedi kadın. Bakıştılar. Heykelcik adamın elinden kaydı. Sonrasında kadının hatırladığı, bir kadın ve köpeğe hızla yaklaştıklarıydı. Ve kadın elindeki boş köpek tasması ile öylece ona, mavi gözlerine bakmaktaydı.


bottom of page