Öykü: Karmaşık Bir Olay
"Hiç tanımadığı insanların özel eşyalarının tuhaf kokusu arasında olmanın ürperti verdiğini ötelemeye çalışarak gözlerini yumuyor, inatla kafasını dağıtmaya çalışıyordu."
Fatih Altınbeyaz
“Ben ki senin için kurşun önünde durdum. Sen sen sen şerefsiz, beni sırtımdan vurdun.
Düşmanıma dost oldun, yıktın dağıttın beni. Sen, şerefsiz şerefsiz...”
“Özerman, nerdesin? Değirmen boşa dönmeye başladı. Çabuk yetiş, bak Sâki seni soruyor…”
Bir silah sesinin ardından, müthiş yankısı duyuldu. Badem ağaçlarına tünemiş tavuklar ürküp gıdakladı, koca köpekler inleyerek uludu. Ferit, olduğu yerde kıpırdanarak çevresine dikkat kesildi.
“Korkma korkma bir şey olmuyor. Düğünde oynayan gençler, aşka gelip havaya tüfek attılar. Memduh, senin şu akraban, amma muhallebi çocuğuymuş ha, uçan kuştan korkuyor oğlum bu.”
“Ellemeyin dayımın oğlunu. O mektep medrese okuyor, hem de büyük voleybolcu olacak… Çivileme bir toplar vuruyor, görmeniz lazım. Ah bir de pasörü Bekir Dursun ile anlaşabilse.”
Hiç tanımadığı insanların özel eşyalarının tuhaf kokusu arasında olmanın ürperti verdiğini ötelemeye çalışarak gözlerini yumuyor, inatla kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Başaramayınca da usançla doğruluyor, etraftaki öteberiye, klasik radyoya, bir örtü içindeki 35 ekran tüplü televizyona, duvarda asılı duran gaz lambası ile eğrilmiş sinekliğe bakıyordu.
Bulundukları yer, değil yıldızların, gökyüzünün bile görünmediği, dere içine doğru inen bir yamacın ortasında durmuş bir taş binaydı. Üstü kapalı, etrafı açık, yüksek girişi olan bu evin içerlek odasında, arkadaşları ile demlenen halasının oğlunu bekliyor, akıllarında zerre kadar dağılma düşünceleri olmayan çakırkeyiflerin abuk sabuk laflarına, sulu şakalarına katlanmakta güçlük çekiyordu. Alkol de kullanmadığı için diğer tarafa geçip biraz uzanıyor, duşunu almış bir vaziyette, nevresimlerinin yeni değiştirildiği kendi, hususi yatağında olduğunu hayal ediyordu.
Evlerin üst üste bindiği, her yanından ayrı gürültü işitilen, eşeklerin koro hâlinde anırdıkları o köye, nasıl gelmişti? Mukallit Memduh onu nasıl ikna etmişti? Hiç hatırlamıyordu ama gündeme geldiği zaman bu işe engel olmadığı için kendine ileniyor, boyuna sövüyordu. Oysa akşamüstü Burhaniye Lisesinin önündeki toprak sahada iddialı bir voleybol maçı yapıyordu. Karşı takımın kütörü Çerkez Cevdet kafasına sert bir top vurmuştu. Smaç noktasına geçtiğinde aynısını ona yapmak için hırslanıyor, fırsat kolluyordu ama pasör mevkiindeki Bekir Dursun, gavurluğundan file üstüne iyi paslar kaldırmadığı gibi diğer oyuncular topları ona attıklarında da kızıyor, homur homur söyleniyordu. Dosta güven düşmana korku salamadıkça, giderek oyundan düşüyor, kendini kötü ve yetersiz hissediyor, servis kaçırıyor, kimi zaman manşet almakta bile güçlük çekiyordu.
Maç bittiğinde mi yoksa set arasında mı tam anımsayamıyordu, halasının oğlunun kullandığı, yalpalayarak giden bir Java’nın arkasında buldu kendini. Sonrası kıvrımlı yollar, çukurlar, mıcırlar, zeytinlikler, asma bahçeleri ve orkestranın metalik çınlamalarıyla sersemlemiş, sapından çıkmış tokmak gibi öylesine dolanan, düğün yerlerinin hayaletimsi kalabalığı…
Arada çilingir sofrasının eksiklerini denetlemeye gelen, yakın zamanda askere gideceği söylenen, kafası karışık Özerman, köyün içine doğru çevirip son ses açtığı müzik setindeki Ömer Danış’ın “Şerefsiz” adlı şarkısını fırsat buldukça başa sarıyordu. Muhakkak, mahalleden birilerine mesaj yolluyordu ama teypten yayılan baslı inilti, Ferit’in sanrılarını temelli azdırıyor, “Allah’ım ben neredeyim? Buraya nasıl düştüm?” diyerek acıyla kulaklarını tıkamasına neden oluyordu.
Kahkahalardan sonra, piizlenenlerin konuşmaları tekrar işitildi.
“Bize hizmet eden Özerman’ın askerlik görevi Sivas, Temeltepe’ye çıktı. Acemi Birliğine hiç gitmek istemiyor, köyde bir sevdiği var çünkü. Kızı, başkasına vermişler… Bizimki de deli gibi bir şey olmuş, kendi kendine konuşuyor, beyni hasar almış horoz gibi sürekli geziyor. Neredeyse bir aydır hep aynı kaseti dinliyor. Aman boş verin, biri gider biri gelir, dünya bir handır, bizler yolcuyuz.”
Memduh, içtikçe kafayı bulmuş, temelli şen şakrak olmuştu. Yeni kullanmaya başladığı cep telefonu ısrarla çalıyordu, cihazı yavaşça eline alıyor, “Tamam amca, motorunu yemedik, biraz sonra getireceğim be yav. Sakın anama bir şey söyleme, gece vakti telaş etmesin. Büyük adama, küçük laf yakışmaz emmi,” deyip kapatıyordu. “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya, sana mı kalacak Hatip Şevket? Haydi durmayın. En kötü günümüz böyle olsun. Nasıl olsa Ferit’in gönlünü ettik. Onun kıçına pireler üşüşüyordur şimdi. Hazır askerlere ve bütün dayıoğullarına içelim. Şerefe…”
Müzik setindeki kasetin A-B kısmını yer değiştirme kararından vazgeçmeyen Özerman, bir sininin içinde, paça çorbası, zerde, turşu, et yemeği getirmişti. Biraz oyalandıktan sonra, köyün gençleri arasında istek parça yüzünden hırgür çıktığını, dövüşenlerden kaçmaya çalışan, zavallı bir ihtiyarın işkembe kazanına düştüğünü, neyse ki muhtarın zamanında araya girmesiyle olayın yatıştırıldığını, ihtiyarın tedbir amaçlı hastaneye kaldırıldığını, kendisinin de yüreğinin ağzında olduğunu söyledi. Kimse oralı olmayınca, hüzünlü delikanlı, saçlarını avuçladı, göğüs kafesini tutarak tahta merdivenlerden inip karanlıkta kaybolmadan evvel, “Bir canım var, sende saklı,” diye inledi.
Ferit ise yer minderlerinin arasında tedirgince rüyalara dalıyor, arada sıçrayıp kalkıyordu. Çünkü kulak misafiri olduğu telefon konuşmalarından Java’nın emanet olduğunu, Memduh’un, malı çok kıymetli olan amcası Hatip Şevket’in, şimdi öfkeden deliye döndüğünü düşünüyor, sorumlu bir tavırla kaygılanıyor, bu sefer üst üste kâbuslar görüyordu.
Bostan sulamak için yaptırılmış, büyük bir beton havuzun içine sırtüstü düşüyordu. Üstelik yüzme de bilmiyordu. Sonra yedek beklediği bir voleybol maçında itiş kakış, zorla oyuna sokuluyordu. İriyarı Çerkez Cevdet ile filenin üstünde buluşuyorlar, adamın kalın elinin ayası, Ferit’in parmaklarını kırıyordu. Bekir Dursun yalandan koşturuyor, takımın savunmacısı, “Bu eller artık işe yaramaz,” diyerek ağlıyor, solak olduğu dilden dile dolaşan Çerkez Cevdet ise hiç aldırış etmiyordu. Bağırış, çağırış, ambulans… Yaşanan elim hadise yüzünden hakem maçı tatil ediyordu.
***
Binanın önüne, düşük viteste aşırı gaz verilen bir araç yanaştı. Çatlak bir ses, “İşte bu evdeler dayı, buyur!” dedi. Kalın, tahta merdivenlerden hışımla çıkan bir ayak tapırtısı… Yaklaştı, yaklaştı.
“Nedir ulan benim çektiğim. Ne kademsiz bir başım varmış? Ölsem de kurtulsam.”
Eyvah, Hatip Şevket değil miydi o? “Nerede o meymenetsiz?” Zorla ayağa kalkan Memduh, “Aman da aman, benim biricik amcam gelmiş, gel şöyle otur, bir kadeh de sen iç emmi,” diyerek davetsiz misafirin etrafında dönüyor, yatak yığınlarına doğru yıkılmamak için vücudunu ayakta zor tutuyordu. Hatip Şevket, ağzına geleni söylüyordu ama nedense fazla inandırıcı olamıyordu.
“Senin başına bir gelecek mi var a yavrum? Niçin benim, yeni aldığım motorumu kaçırıyorsun? Annene de haber bırakmamışsın. Oğlum, sen niye böyle şeyler yapıyorsun? Hiç akıllanmayacak mısın sen? Bak, bu gidişat hayra alamet değil. Benden söylemesi… Kapat lan şu müziği. Kendimizi bile duymuyoruz. Ne ya bu car car? Kulak mı dayanır buna? Hem, ‘Şerefsiz’ diye şarkı mı olurmuş? İyice ayağa düşürdüler artık bu işi.”
Hatip Şevket, durmaksızın saydırırken, bir ara kan çanağına dönmüş gözlerle kendisine bakan Ferit’i gördü, şaşkınlıktan deliye döndü. Hıncını çıkaracak tanıdık birini bulmuştu sonunda.
“Evlat, sen ne arıyorsun burada? Ben seni akıllı uslu bir adam bilirdim? Sen de bu densiz Memduh’a uyarsan bizim hâlimiz ne olur? Zaten voleybol maçında varlık gösterememiş, bütün topları fileye vurmuşsun, senin yüzünden kaybetmişsiniz maçı. Kim söyleyecek? Bekir Dursun öyle dedi.”
Başını önüne eğen Ferit cevap vermedi, sarhoşlar derhal araya girdiler, o işin öyle olmadığını, Ferit’in kendilerine asla katılmadığını, bir duble bile içmediğini, kaç saattir “Gidelim, geç kaldık, halam merak eder,” diyerek Memduh’u sıkıştırıp durduğunu, dediği yapılmayınca da gidip yan odada uyur uyanık, pineklediğini söylediler.
Kafasını kaldırıp merteklere, beyaz badanalı duvarda sallanan patlıcan, biber kurularına bakan Hatip Şevket, nedense ikna olmadı. Oturak âlemi tekfini ve edilen ikramları da kabul etmedi. Tez vakitte oradan ayrılmak istiyor, hiç hesapta olmayan bu ‘yeğen arama’ gelişmesinden dolayı çok huzursuz olduğunu oflayıp puflamalarıyla daha da belli ediyordu. Dur bakalım, bu henüz başlangıçtı, Memduh ile Ferit’ten yolda hesap soracaktı esas.
Birden sokakta bir gürültü koptu.
“Yapma, sakın ha, Allah korusun, çek elini tetikten,” diye haykıranlar oldu. Bir an çıldırtan bir sessizlik ve sorgulayıcı bir bekleyiş… Çok geçmeden, gümleyen bir tabanca sıkıldı. Ahlar, vahlar, gözün kör olsunlar… Derken hazır asker Özerman’ın nefes nefese merdivenden yukarı çıktığını gördüler. Beti benzi atmıştı, hangi odaya gireceğini bilemiyor, kimi zaman, karnını, kasığını tutuyor, çömelip kalkıyor, eline sıçramış kanı nereye süreceğini bilemiyordu.
“Benim kim olduğumu yedi düvel duysun. Şerefsizi vurdum, elimde değil, evet ben yaptım. Kimse benim yârimi elimden alamaz. Karnına, boş beline sıktım hem de. Kendini, herkesten üstün görenlerin sonu böyle olur.”
Hâlâ ellerini belinde tutan Hatip Şevket, “İyi bok yedin, sıfatına tükürdüğümün uğursuzu,” diye bağırdı. Arka tarafta bir patırtı daha oldu. Duyduklarına inanamayan Ferit, sofra bezi ile kasnağının üstüne doğru düşüp bayıldı.
“Allah kahretsin, bir bu eksikti."
Comments