top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Kehanet Peşinde

"Çocukluğum, geçmişim beni gömleğimin iki ucundan bir yere varılmayan sokaklara ilikledi."

Dilek Altundağ


Gece yatmadan önce perdeleri örtmemiştim. Güneş dağların tepelerinde doğar doğmaz gözlerime saplandı. Şafak vaktiydi. Bir ara hemen dağlara tırmanmayı düşündüm. Vazgeçtim. Yürüyecek gezecektim. Düne dair hiçbir şey hatırlamıyordum. On dört on beş yaşların uykusunu alamamışlığıyla esneyip geriniyordum. Bir pansiyon odasındaydım. Evet. Daha yatağın içindeydim. Kalkamadım. Yabancı değildim buraya üstelik. Kaybettiğim çocukluğumu aramaya geldim. Bir kehanetin izini sürmeye. İstanbul'dan geleli çok olmadı. Oradaki dünya daha kapanmamıştı yüzüme. Bu düşünceleri bırakıp İskenderun'a kaçtım.

Yürümeye başladım. Toprak yola girdim. Ayaklarım ağırlaştı. İskenderun'un toprağı gene tabanlarımın altında birikiyordu. Sallana sendeleye yürüyordum. Vapurların sesleri geliyordu uzaktan. Güneş yükseliyordu. Adını bilmediğim çiğnediğim bir sürü ot hafif hafif kokmaya başlıyordu. Daracık taş döşeli limon ağaçları yoluna ayak basıyordum. Bir yandan yürüyordum bir yandan da ayağımın altındaki katılaşmış çamuru temizlemeye uğraşıyordum. Vapurun soluğunu duymaya çalışıyordum. Yetişemiyordum. Bulunduğum yerde sessiz dumanlar dağılıyor, ufalıyordu. Havada. Ses uzaklarda kesiliyordu. Yürüyordum gene de. Evlerin sessizliği içimden geçiyordu. Kadın başları önceleri kararsız sallanıyordu. Pencerelerde. Perde aralarından bakan kadınlar beni tanımıyordu. Ben de hiçbirini benzetemiyordum tanıdıklarıma. Ben İskenderun'dan gittikten sonra yerleşmiş olacaklar. Bu kadınları unutmaya çalışıyordum. İskenderun kadınlara benzerdi. Kadınlar da İskenderun’a. Hepsini çiğneye çiğneye geçiyordum içimden.


Düz, yumru bir takım bitkiler. Yıldız yıldız kümelenmiş dikenli dikensiz. Pembe, mor, sarı, irili ufaklı çiçekler bezenmiş evin önünden geçiyordum. Feriha Hanım'ın evi. İki taş evin aralığından ötede iki limon ağacı arkasında duran bir ev. Feriha Hanım'ı dün gibi hatırlıyorum. Kahin. Çocukluğumda kehanetlerden haber veren kanlı masallar dinletiyordu. Bodrum katından korkunç kokular, sesler geliyordu. Hayvan sesleri. Kedi, köpek, sıçan, yılan, böcek. Ne varsa ateşe atıp yakıyordu gözlerimin önünde. Dehşete kapılıyordum. Pencereden gizli gizli izlerdim. Dikkatle bakınca içim allak bullak olurdu. Gördüklerimi anlattığım kimse inanmazdı bana. Annem, babam, Suzi bile. Suzi benim arkadaşımdı. Aslında teyzem.


Suzi evlenmeyi istemiyordu. Hiç. Annemin söylediğine göre korkuyordu. Güya. Feriha Hanım, yaşasaymış Suzi’ye kaynattığı otları içirirmiş. Feriha Hanım'ın ısırgan otu, ökse otu, karahindiba, civanperçemi karışımıyla Hindistan'dan getirdiği şifalı otların hastaları iyileştirdiğine inanırlardı. Hep. Ben hiç inanmazdım. Feriha Hanım, bodrum katında kazan içine düşüp öldüğünde de,

“Ve tüm hayvanlar intikamını aldı,”

diye bağırdığım için annemle babam çok kızdı.


Suzi’yle aramızdaki yaş farkı, on iki yılı, hiç getirmemiştim aklıma. O güne kadar. Suzi’yle akşama kadar oyunlar oynardık. Yorulunca yere yatıp kitap okurduk. Odaya dalan güneş bizi tırmandığımız dağlardan güçlükle getirirdi İskenderun’a.


Saat beşe gelmemişti daha. Dağlara tırmanma isteğim belirdi yine. Dizlerim tutulup topuklarım sızlayana kadar yürüdüm. Kasımpatılarımın yüzünü kendi kuzinesinin bacasından takıldığı şehrin bacalarına doğru çevirdim. Telgrafın tellerine konan kuşların göz çukurlarıma doğru gittiğini karanlık çökünce anladım.


Bir gün akşama ağır misafirler geleceğini söyledi annem. Suzi, o çocuklaşan genç kız, birden değişti. Ağlıyordu. Yüzü ıslak ıslaktı gözyaşlarından. Sebebini sordum. Akşama görücülerinin geleceğini söyledi. Ben Suzi’nin başka biriyle evlenmesini istemezdim. Suzi’ye “Dağlara kaçalım,” dedim. Tekinsiz. Her zaman çocuk aklımla dalga geçen Suzi, dinlemedi beni. Tok sesiyle,

“Ayrılmayacağız.”


Aklımda kalan bu sözüydü. İskenderun her zaman limon kokardı. Suzi, limon ağaçlarına kendini astı. Bulut bulut bir sabah mavi göğe doğru yükseldi. Suzi’yle kavuşacağımız limon ağacının yanına geldim. Bağıra bağıra,

“Ayrılmayacağız. Ayrılmayacağız. Ayrılmayacağız.”


Limon ağacına ip bağlarken yakalandım babama. Çırpındım. Çırpındım. Durduramadılar beni. Feriha Hanım’ın kehanetlerini üzerimden atamadım henüz. Suzi’nin ölümüyle büsbütün sarsıldım. Zamansız, yönsüz bir vakitte ölüme terk eden bir akıl hastanesine yatırdılar beni. Mazhar Osman'a. Yatay ve dar penceresinden içeri beton grisi ışık sızan bir odada tıkalı kaldım. İçeriye bakmaya cesaret bile edemedi kimse.


Pansiyona geri döndüm. Yürüyüşümü bitirmiştim. İskenderun’un yerinde yeller esiyordu. Çocukluğum, geçmişim beni gömleğimin iki ucundan bir yere varılmayan sokaklara ilikledi. Vakitli vakitsiz geldiğim bu pansiyon odasının Züleyha nöbetini devralmaya gelenler kapıma dayandı. Pansiyon sahibi Nermin Hanım, pılımı pırtımı toplayıp zemin kattaki odaya gitmemi söyledi. Evren yine bir şeyleri unutmamı istiyormuş gibi geç hatırlatıyordu. Her şeyi. Aşağıya indiğimde Zellenbur kılıklı herifler gözlerini belerterek,

“Ulan deli seninle mi uğraşıp duracağız. Yürü yatağına. Hâlâ kendini İskenderun'da sanıyor,”


Yakasız beyaz gömleği arkamdan iliklerken anladım. Feriha Hanım'ın kehanetinin peşimi bırakmayacağını.

bottom of page