Öykü: Kök
"Kollarını uzatmış hasretle bana sarılmak istiyor. Bana ihtiyacı var, köklerine kadar kokumu içine çekmek istiyor."
Şenay Felek Sarıbey
Kirazlı’ya.
Akan bir suyun içinden geliyor bu düşünceler. Bir çocuğun yanaklarından hızla süzülen soğuk yağmur damlaları, beynime saplanıyor. Yıpranmış kıyafetleri ile yüzlerce yıldır aynı ağacın dalından sallanan o çocuk, her gece bir düşünce olmaktan çıkıp rüyalarımı zapt ediyor, gerçeğim oluyor.
Bazı geceler tomurcuk terler içinde uyanıyorum. Soğuk bir yağmur bütün gece, o çocuğu değil de beni ıslatmış sanki. İşte o zaman yatağın içinde ufalıyor, bacaklarımı karnıma çekip teskin olmaya çalışıyorum. Gökyüzünü çevreleyen ağaçlar uzaklaşıp gitsin istiyorum. Birbirlerinden destek alırcasına iç içe geçmiş halleri bir imecenin ta kendisi! Ben gözümü dikip çocuğa baktıkça üstüme geliyorlar, artık çocuğu onlara vermemi istiyorlar. Korkuyorum, ağaçları bir orman olarak değil, teke tekte sevdiğimi anlıyorum.
Beynim yatağımda çoğalıyor, ufalan bedenimin tamamını kaplıyor. O vakit dümdüz araziler içinde birbirlerinden uzak duran ağaçlar geliyor aklıma. Gölgeleri etrafa yayılmış ama biri diğerine temas edemiyor asla.
Sıcacık biz yaz günü hayal ediyorum, içim ısınıyor, bedenim gevşiyor. Daha sıcak günler düşlüyorum sonra. Toprak çatlıyor, kör sinekler kayboluyor, gölgeler ufalıyor. Ağaç gölgeleri arasındaki yolu sadece karasinekler kat ediyor, ayakuçlarındaki serinlik bir sonraki ağacın gölgesine ekleniyor ve böylece gözle bakınca gölgelerin birbirine değmeyen görüntüsü hepimizi yanıltıyor.
Sabahın ilk ışıklarında yatağımdan kalkıyorum. Çocuğun yanaklarından süzülen yağmur damlaları, bedenini üşüten ağaç gölgeleri, benimle aynı şekilde çocuğu seyreden duvar taşları. Kenarından kıyısından yakalamaya çalışıyorum aklımdan geçenleri. Hop elimdeler, hop yerde! Yetişemiyorum.
Yol gidiyor, araba gidiyor, ben gidiyorum. Çocuğu da kendimi de kurtarmaya karar vermiş bir halde şehri ikiye bölüyorum. Bir taraf içimdeki karanlığın son bulmasından korkuyor, diğer taraf tezahüratlar atarak beni destekliyor. Herkes sokaklara dökülmüş sloganlar atıyor.
Kendime geliyorum bir an sonra. Akıp giden dükkân isimleri kalıyor sadece geriye. İnsanların bu isimleri akıllarında nasıl tuttuklarını anlamaya çalışıyorum ve gidecekleri yeri yanılmadan nasıl bulabildiklerine şaşırıyorum ardından. Yürürken kedilere, kuşlara ve illaki ağaçlara bakmaktan kendimi alamam ki ben. Her defasında birine sormadan yön bulamam bir de.
Arabamın hızını daha da arttırıyorum. Yanımda sadece sırt çantam var. Bir de içindekiler. Uzun bir urgan, keskin bir çakı ve plastik şişedeki yarım litre su; hepsi bu kadar.
İlk ziyaret ettiğim andan itibaren rüyalarıma giren manastırı yine özlüyorum. Sonra manastır ile birlikte hayatıma giren çocuk geliyor yine gözümün önüne. Onu bu defa gözleri açık görüyorum; ilk kez. Önce bana bakıyor, sonra boynundaki urgana. Yağmur yağmıyor artık ama çocuk ağlıyor. Bir korna sesi ile düşüncelerimden kurtuluyorum. Kendime geliyorum.
Yolda iki kez duruyorum. İlkinde benzin alıyorum. İkincisinde küçük bir benzinlikte tuvalete giriyorum. Her adımda arkamdan gelen biri varmış hissi yaşıyorum. Bunun küçükken gecenin karanlığında bir odadan diğerine geçerken yaşadığımla aynı his olduğunu fark ediyorum. Ellerimi yıkarken aynada gördüğüm yansıma beni ürkütüyor. Bembeyaz bir yüz ve kocaman siyah gözler. Kendimi tanıyamıyorum. Sonra yine o çocuk, saçları traşlı ve üstü başı yırtık içinde. Boyundaki ipe bakıyor.
Asfalt yolları, taşlı yolları, toprak yolları ve ıslak topraklı yolları geçiyorum. Ormanın içine girdikçe hava serinliyor. Çınarlar, kestaneler, gürgenler ve ismini bilemediğim diğer ağaçlar. El ele vermişler ve kocaman açtıkları gözleri ile bana bakıyorlar. Sinirlenen bir ormandan daha korkunç bir şey olmadığını anlıyorum. İçim ürperiyor.
Mevsim, sonbahar. Ormanın sesini dinliyorum. Güz rüzgârı, notalarını karanlıktan aldığı ürpertici bir şarkı çalıyor. Kuşlar yoklara karışmış. Ormanın kalbinde tek başınayım.
Sırt çantam hafif, ayakkabılarım rahat, pantolonum ot tutmaz. Onlarca ağacın yanından geçiyorum. Çantamdaki suyu alıp yarısını içiyorum. Tekrar yola koyuluyorum.
Ardından onu görüyorum. Bütün ihtişamı ile karşımda duruyor. 19.yüzyıldan kalma, kocaman bir duvar. Onlarca penceresi olan bir manastır. Taşlarının rengi ve etrafındaki kocaman ağaçlar yapıya karanlık bir hava katıyor, ürperiyorum.
Manastırın kapısından geçince kendimi başka bir iklimde buluyorum. Ağaçlar gökyüzünü kapatmış. Bu tarafta güneş yok, bu taraf gölge, bu taraf nemli, bu taraf kuytu.
Bir patikadan aşağı doğru ilerliyorum. Ufak bir derenin üstünden atlayıp daha gölgeye geçiyorum. Burada gök yok. Burası çıplak dallarla kaplı bir rüya. Burası insanı içine çeken ıssız bir kuyu. Her yer; bir bakıyorum çocuğun, bir bakıyorum ormanın gözleri oluyor.
O çınarı tanıyorum; tıpkı rüyalarımdaki gibi. Kollarını bana doğru uzatan çocuk mu ağaç mı anlamıyorum. Teslim oluyorum. Çocuk, ağaç, çocuk ağaç, ağaç çocuk beni uzun zamandır tanıyormuş gibi davranıyor. Kendine doğru çekiyor. Rüyamdaki ağaç bu. Kollarını uzatmış hasretle bana sarılmak istiyor. Bana ihtiyacı var, köklerine kadar kokumu içine çekmek istiyor.
Kimse bilmez. Ağaçların gövdesi ile toprağın temas ettiği noktada gözle görülmeyen bir boşluk vardır. Ağaç topraktan alamadığı şeyleri buradan çeker kendine. Bu boşluktan gün ışığı da girer ağacın köklerine, bir insanın kokusu da, bir kuşun uçuşu da… Ağaçlar ihtiyaç duydukları her şeyi gizemli ve çoğu zaman da ürkütücü bir şekilde kendilerine alırlar ve onları soldururlar. İşte bu çınar da beni kendine çekti ve bütün çaresizliğimle ona geldim.
Ağaca tırmanıp kendime uygun bir dal bulmaya çalışıyorum. Dalı bulduktan sonra oturup soluklanıyorum. Çocuk geliyor aklıma, üşüyorum. Bedenim buz gibi, tenim soğuktan acıyor. Çantamı açıyorum, kalan suyu ağacın gövdesinin toprakla birleştiği o yere döküyorum. Kel kafalı çocuğun yüz yıllardır çektiği acının son bulması için tek çıkar yol bu, biliyorum. Beni tamamen köklerine alması için ağaçtan yardım bekliyorum.
Şişeyi çantama koyup urganla çakıyı çıkartıyorum. Birisi katilim ve çocuğun kurtuluşu, diğeri yaşama isteğim ve benim kurtuluşum. Çantayı yere fırlatıyorum, artık ona ihtiyacım yok. Katilimi pratiğini çok kez yaptığım gibi bağlıyorum. Daha sonra ise onu boynumdan geçirip kendimi boşluğa bırakıyorum.
Ağaç heyecanlanıyor, kökleri arzuyla beni bekliyor. Serin ve nemli ormanın içinde sallanıyorum. Tıpkı rüyalarımdaki gibi. Çocuk gibi. Ağacın dalından sallanan bir armuttan farksızım. Boynumdaki ip boğazımı sıkıyor, ölüme gitgide yaklaşıyorum. Ağaç coşkun bir çırpınışta ve beni kendine çağırıyor. Günlerdir ağacın kökleri ile bir olma arzum, beni gün be gün solduran tutkum; artık amacına ulaştı. Ölüyorum.
Çocukla göz göze geliyoruz o an. Boynundaki urgana baktıktan sonra onu boynundan çıkartıyor. Bense kararmaya başlamış ormanın içinde bir başıma ve kalın bir urgan boynumda sallanıyorum.
Çocuk gülümsüyor. “Yüzyıllardır çektiğim eziyet son buldu. Artık ben olmadan da yaşayabilirsin.” diyor, ilk defa benimle konuşuyor.
Şaşkınlık içindeyim, ölüme gitgide yaklaşırken çakımdan yardım istiyorum, elimdeki çakı hayat bulmuş sanki, ipi kararlı bir şekilde kesiyor. Kaç darbe ile oldu bilmiyorum ama sonunda ipten kurtulup yere yapışıyorum.
Urgan ve çakı ellerimde iken yerden kalkıyorum. Karşımda eskimiş ve solgun kıyafetleri ile yaşlı bir rahip duruyor, iki elini birden uzatıp elimden urganı alıyor. Şaşkınım ve korkuyorum.
Ağrı ve üşüme ile gözlerimi açtığımda kendimi nemli toprağın üzerinde uzanmış halde buluyorum. Elimdeki çakıya şaşkınlıkla bakıyorum.
Comments