Öykü: Koridor
"Dışarıya bakıyordur. Çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, uzun uzun... İndirecek gene diyordur..."
Bengi Özboyacı
“Nerdesin?”
“O evde.”
“O evin neresinde?”
“Koridorda.”
“Ne yapıyorsun koridorda?”
“Köşede, oturmuşum... Küçücük... Karanlık.”
“Gece mi?”
“Gece.”
“Annen nerde?”
“Odasında.”
“Yanına gitsene.”
“Gidemem... Gidemiyorum.”
“Neden?”
“Korkuyorum, karanlık, çok uzun.”
“Neden oradasın, neden odanda, yatağında değilsin?”
“Korkuyorum... Işık kapanır kapanmaz horlamaya başlıyor. Adam. Çok yaşlı... Gözlerinin yerinde siyah çukurlar var. Karanlık. Karanlık gibi horluyor.”
“Annene seslensen...”
“Duymuyor.”
“Bağır biraz.”
“Bağıramam.”
“Neden?”
“...”
“Neden bağıramazsın?”
“Kızarlar.”
“Sabah seni orada bulunca kızmıyorlar mı?”
“Bulmuyorlar ki. Sabaha karşı gelip kimse görmeden yatağa taşıyor beni. Biliyorum, ama gözümü açamıyorum.”
“Neden?”
“Açarsam... Olmuş olur... Çok ayıp... Utanmalıyım.”
“Ertesi gün, uyanınca ne oluyor?”
“Bakmıyor bana. Hiç olmamış gibi. Her sabah. Her gün. Susuyor. Susuyoruz. Dipsiz bir kuyu gibi.”
“Gece neden gelmiyor?”
“Adam anlar gelirse... Her şey bozulur.”
“Ne bozulur?”
“Her şey… Benim yüzümden.”
“Hadi çık artık o koridordan.”
“Çıkamıyorum.”
“Neden?”
“Nasıl çıkılır bilmiyorum.”
Kolçağın üzerinde duran parmaklarından biri istemsizce kıpırdadı. Bedeni de yorgun artık kendini bildi bileli peşinde bir ceset gibi sürüklenen geçmişten. Mümkün olsa, her nasılsa üstüne yapışmış zihin denen o karanlık kuyuyu, o insan olmanın lanet vesikasını oracıkta bırakıvermek, özgürlüğünü ilan etmek istiyor.
“Kendini nasıl hissediyorsun?”
“Üzerimde ağır taşlar. Karanlıkta. Sırtım betona yapışmış, soğuktan acıyor.”
“Peki, değiştirebilsen bir şeyleri, o ana dair, ne olsun isterdin?”
“Ben... Birilerinin gelip o taşları kaldırmasını.”
“Annenin mi?”
“… Gelmez ki... Kocasıyla konuşuyordur evinde. Gözlüğünün üzerinden... Dışarıya bakıyordur. Çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, uzun uzun... İndirecek gene diyordur... Tahsiin, gel bak, nasıl karardı... Dur şimdi, işim var diyordur o da... İki dakika sonra gider yine de... Hımm, yağar birazdan... Ya da annem, bir çay demlesene diyordur. En önemli şey. Kahvaltı, öğle yemeği, çay saati... Ötede dünya yansa kimsenin umuru değil... Bazen onu görüyorum. Çocuk daha. Belki on, on bir yaşında. Saçları iki örgü. Bir sandık odasında, loş, serin. Bir yaz günü. Öğleden sonra. Gözlerini yummuş, yumrukları sıkılı, içindeki sıcaklığı öldürmeye karar veriyor. Bir daha hiç acımamak için. Sonra geçmişi, çocukluğunu, ne varsa içinde sevmeye dair, dürüp büyük tahta sandığın dibine saklıyor. Yorganların altına, kat kat. Yanılıp da bir daha çıkamasınlar diye. Kapağı indirip sandığı kilitliyor, anahtarı kimsenin bulamayacağı bir yerlere gizliyor. Kapıyı kapatıp çıkıyor. Koridorda kimsecikler yok, kimse bir şey duymuyor. Orada küfleniyor hepsi. Anneannemin naftalinleri bile kurtaramıyor onları.”
“Şimdi ona diyebilsen, içinden geçeni gidip söyleyebilsen ne derdin?”
“Kapıyı çalıp ben buradayım, görmüyor musun demek istiyorum ona. Ne der? Uzanıp küçücük yumruğumla. Tık tık tık.... Kapı mı çaldı Tahsin der. Gözünü örgüsünden ayırmadan. Yoo, der öteki, ben bir şey duymadım... Kalkıp bakmazlar. Mutfakta çay kaynıyor. Radyo hâlâ açık. Gazete kokusu... Gazete okuyor. Sayfaları çeviriyor. Kıvırıp kenara koyuyor... Hava kararmak üzere... Yün yumağı, kırmızı. Koltuğun altına kıvrılıp yatmış bir kedi gibi... Her şey iyi. Olması gerektiği gibi. Dışarda ölen bir çocuğa rağmen.”
“Bir egzersiz yapalım mı? O taşları hafifletir belki. İster misin?”
“Olur.”
“Kendine bir iş listesi yapmanı istiyorum. Hadi çık o andan ve şimdiye gel. Öyle bir liste olsun ki bu, bütün bunlarla ilgili, o koridorla ilgili, kendinle ilgili yapmak isteyip de yapamadığın ne varsa, gerçek ya da değil, aklına gelen her şeyi, tüm imgeleri dök bana. Tamam mı?”
“Tamam.”
“Hadi başla, ilk madden ne olsun?”
“Duvarı beyaza boya.”
“Güzel.”
“Aklından bir masal uydur, korkun geçsin.”
“İyi gidiyorsun.”
“Tam yanına bir mum yaksan, o seni kuyunun soğuğundan korur... Kendinin yerine yatan bir kadın düşle taşların altında, kadın kendini.”
“Bu çok iyiydi.”
“Bir fırça alıp saçlarını tara. Uzun uzun... Yumuşacık saçların olsun ellerinde. Yumuşak saçlar insanı rahatlatır... Bence bunu yapabilirim.”
“Bence de.”
“Aslında meğer perdenin kenarından bir miktar ışık sızıyormuş, bir sokak lambası, sapsarı... Nasıl görmemişim ki? Işığı gör... Sonra kalk ve koridorun başındaki aynanın önüne kadar yürü... En zoru bu… Kaldır gözlerini ve bak. Her şeyin, o lanet koridorun, onun gözünün içine. O bakmasa da bak, hiç ayırma gözlerini. O zaman bitecek korku.”
“Bitecek. Sen bakınca bitecek. Korku bitince öfke de bitecek. Çünkü ne oluyor biliyor musun, çocukluk diyorsun, kocaman, çözülmez bir labirent koyuyorsun önüne. Ee, çık oradan çıkabilirsen. Halbuki bir labirent yok. Yalnızca o koridor var. O koridora dönüp perdeleri açmak var. Aç ki içeriye ışık dolsun. Sen bunu yapabilirsin. O minnacık kız yapamazdı belki ama sen yapabilirsin.”
“… Yapamam. Yapamıyorum. Bilmek yetmiyor, bilsem de olmuyor... O karanlık duvarlar emiyor gücümü.”
“Beyaza boyadın ama bugün duvarları. Bu iyi bir adımdı. Bir dokun bakalım. Şöyle bir tık tık yap. Bakarsın duvar değil de alçıpandır. Bakarsın bir yumruk atsan, yumruğun öte tarafa geçer, gökyüzüne bir pencere açılır oradan. Bir yumruk atabilir misin şu duvara?”
“...”
“Deneyelim mi?”
“Deneyelim.”
Dışarı çıktı. Kahverengi bir lodosa boyanmış yer gök. Kararmamış daha. Karşı köşedeki suratsız manav narları sıra sıra dizmiş. Adamla göz göze geliverince artık bir refleks haline gelmiş o gülümseme belirdi yüzünde ve bunu fark ettiği an yine sinir oldu kendisine. Hiç sevmediği, hayatında bir su zerresi kadar önemi olmayan şu beş para etmez, çıkarcı adamın karşısında bile kendi gibi olamıyor, onun dahi hoşuna gitmeye çalışıyor. O da sevmeyiversin seni diye geçirdi içinden. N’olur sevmese? Bakışlarını adamdan kaçırıp çantasına gizledi, telefonunu bulup çıkardı. Annesi yedi kez aramış. Bir süre gözünü ayırmadan baktı ekrana, baktı, baktı, sonra birinden bir şey saklıyormuş gibi kaçamak bakışlarla etrafı gözleyerek çantaya attı telefonu. Boş kalan eli hemen gitti, ezbere bildiği o yeri buldu. Elinin ayasıyla sıkar gibi ovuşturdu boynunun altındaki derin, her kilo verişinde, annesinin deyişiyle onu hepten ucubeye çeviren gönül çukurunu. Apartman kapısının kapanma sesiyle irkildi. Kapının ardından göğsündeki el de yumruk olup kapandı, sonra hafifçe gevşeyip gırtlağına kadar ilikli mantonun ilk düğmesini çözdü. Başını kaldırdı. Cadde, az ilerde kendini akşam trafiğine bırakmış, dolu dizgin akıyor. Yürüdü, yola çıktı.
Comments