top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Lostracının Sandukası

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

"Sabahları simit, öğlen yarım ekmek, domates, peynir. Akşam yemiyorum. Saat altıdan sonra yemeyin diyor uzmanlar!"


Ayşe Gümüş Çoban


Akdeniz’in nemli havası tepedeki güneşle inatlaşırken, mavi tişörtümün üzerindeki kurumuş ter lekesi salyangoz sümüğü gibi parlıyordu. Boya sandığımın üstüne koyduğum karpuz aromalı gazozu içmeye kıyamıyordum. İç işte! Bu sıcakta hemen ılıyacak zaten. Çocukken de böyleydim. Portakalı ikiye böler, ısırmadan, yalaya yalaya tadını çıkarırdım. Şimdi büyüdüm de sanki! Yaş on beş. Kimlikte on üç. Uğursuz sayı!


“Parlatalım abi!”

Ayakkabı fırçasını sandığın üstüne koyduğum ayakkabının derisine ileri geri sürterken, cilanın sarı kapağına kayıyor gözüm. Sımsıkı kapatmışım ağzını. Fırçayı bıraktım, kapağı açtım. Parmağımın ucuyla aldım. Yumuşacık, merhem kıvamında. Ayakkabının ucuna, ökçesine fazlaca, yanlarına azıcık sürdüm. Az ve öz kullanmalı, iyi muhafaza etmeli. İşler de kesat zaten! Hadi benim kesat da esnaf da sinek avlıyormuş. Öyle konuşuyorlar. Hiç inanmıyorum söylediklerine! Butikçinin tezgâhtarı her Allah’ın günü, öğlenleri döner ekmek yiyor. Her daim kılığı düzgün, değişik, havalı, temiz… Vitrindeki gömleklerden birisini çıkarıyor, gün aşırı yenisini geçiriyor sırtına. Neymiş, gömleklerin gün ışığı değen yerleri güneş yanığı olup rengi soluyormuş, patronu karışmıyormuş, istediğini giy, diyormuş. Hem reklâm oluyormuş alıcılara. Vay be! Ben bir aydır aynı tişörtü yıkayıp yıkayıp giyiyorum. Halime bak ya! Sabahları simit, öğlen yarım ekmek, domates, peynir. Akşam yemiyorum. Saat altıdan sonra yemeyin diyor uzmanlar!


“Parlatalım abi!”

Ya kasabın elemanına ne demeli! Şişman olan. Diğeri; uzun boylu, uzun saçlı olan, öz yeğeni! Forslu, kibirli. Bizim şişko onun kıçında hep. “Abi tezgâhı topladım, abi paspas çektim, abi yemek hazır!” Bir gün tavuk kızartıyorlar, diğer gün yahni pişiriyorlar. Ah o yahninin kokusu yok mu? Annem yanına bulgur pilavı da yapardı. Yıllar oldu yemeyeli. Annem öldükten sonra omzumda sanduka, bu köşelerde ayakkabı boyarım. Yo, yanlış söylemedim. Ne yani boya sandığı gibi sıradan mı söyleseydim. Benim sandukam bu! Bakmayın siz üstünde yeşil çuha olmadığına! Bazı vasıflara ermek için ölmek gerekmiyor. Ben yaşarken çektim üstüme sandukayı. Dedim ya, annem öldü. Kardeşim de yok. Babam? Bilmiyorum. Hiç görmedim. Adı Cemal. Kafa kâğıdımda öyle yazıyor.


“Parlatalım abi!”

Markette çalışan bir arkadaş daha var. Adı Yakup. Gelen malları taşıyor, rafları silip, yerleştiriyor. Onun da keyfi gıcır. Patronu, iki öğün yemeğini veriyor. İçecekler de serbest! Ara sıra bana da beleş soda veriyor; bazen limonlu, bazen karpuzlu. Onun yaşı benden büyük. On yediymiş. Boyu sırık gibi! Bıyıklarını kesmeye başlar yakında. Yüzünü yıkayınca, yemek yerken, üstünü değiştirirken her bir teli bir yana kaykılıyor. Ben onun yanında güdük kalıyorum. Bıyık mıyık da yok daha. Bana, hâlâ çocuk gibi gazoz içiyorsun, diyor. Köpek öldüren diye bir içecek varmış. Yaşım tutmuyormuş!

Ne demek, yaşın tutmuyor?

“Nüfusta küçük gözüküyor, ben büyüğüm. Sana abi diyorsam, saygımdan!”

“İyi madem. Seninle haftaya, bir gece yürüyüşü yapalım. Bakalım büyümüş müsün?”

“Neden gece yürüyüşü yapacakmışız?”

“Oğlum bu işler böyle, anlarsın nedenini.”

İki hafta sonraya sözleştik. Bizim tezgâhtar ile kasabın şişko çırağı da gelecek. Kasabın yeğeni gelmiyormuş. “Yakup’un aklına uyup bir halt karıştırırsanız, eşşeğim sizi tanırsam! Bir tekme de ben atarım götünüze” demiş.

Sanki mecburuz onu da götürmeye! Gelmezse gelmesin.

Akşama mahallenin çıkışındaki büfenin orada toplandık.

Tezgâhtar hepimize birer tişört getirmiş. Benimki siyah. Bir türlü kurtulamadım karadan. Karayazım, kara yüzüm, kara tişörtüm. Vitrinin güneş alan yönüne denk gelen ön tarafı solmuş. Gri. Şişkonunki renkli, gökkuşağı gibi parlıyor. Kim alır, giyer bunları be, yanardöner! Yakup’a beyaz denk gelmiş. Onun da cebi ters dikilmiş. Hepsi defolu. Amannnn, gece kim görecek, tertemiz giyindik işte. Kasabın yeğeni de çeyrek ekmek arası yollamış hepimize. İçecekler Yakup’tan. Gazete kâğıdına sarıp siyah poşetin içine koymuş!

“Meyveli soda da getirdin mi Yakup Abi?”

“Ulan piç, çocuksun diyorum, pavkırıyorsun! Ne sodası? Köpek öldüren var burada!”

Kasabın çırağı atıldı. “E nerede yiyip içeceğiz? Dürümler soğumasın.”

“Gelin benimle.”

Yakup’un peşi sıra gittik.

Bayağı bir, sekiz on dakika yürüdükten sonra mezarlığın orada bulduk kendimizi. Hepimiz şaşkın Yakup’un yüzüne baktık. Hadi ben neyse de tezgâhtar bayağı ürkmüştü. Kasabın çırağı da “oğlum burada mı yiyecez ekmek arasını, ölü eti çiğneriz lan! Günah!” deyince, bakıştık. Yakup çok rahattı.

“Tabi ki burada yemeyeceğiz. Mezarlığın içine gireceğiz. Burada içersek yakalanırız. Bizi taşa tutarlar valla.”

Korkuyorduk ama serde erkeklik var ya! Tek tek duvardan içeriye atladık. Bembeyaz mermerler ay ışığının altında kefene dolanmışçasına uzanıyordu. Yaz günüydü. Bunaltıcıydı. Havadaki nem, tül perde gibi sarmıştı yatırları. Korkudan mı sıcaktan mı terliyorduk bilemiyorum.

Fazla içeriye girmeden, hemen duvar dibindeki büyük çam ağacına verdik sırtımızı. Ay ışığında altında açtık poşetleri. Yuvarlak doğranmış soğan, velev kesilmiş domates, içinde ikişer köfte. Yaladık yuttuk. Yakup gazete kâğıdına sarılmış iki şişe çıkardı. Bir fırt çekti. Bana uzattı. Yüzüne baktım.

“Ne alık alık bakıyorsun, içsene oğlum” dedi.

Kafaya diktim. Lıkır lıkır içerken elimden çekti. Oh be, erkekliğe laf gelmesin diye hızlı başladım ama ne iğrenç bir tadı vardı! Benden sonra kasabın çırağı dikti.

“Bu ne lan, iğrenç!”

Hepimiz gülüştük. Tezgâhtar bir fıkra anlattı. Sonra ben bir gece çok sıkışıp, ırmağa işediğimi anlattım. İçtikçe gülüyor, güldükçe içiyorduk. Bu köpek öldüren ilk başta ağzımızda buruk, topraksı bir tat bıraksa da sonradan hoşumuza gitmişti. Bir de türkü tutturmuştuk.

“Oy ellikten ellikten, su gelir mezerlikten

Yârime nazar değmiş besbelli güzellikten

…..”

İlk şişe bitmişti. İkinci şişeyi de yarılamıştık. Türkü bitince elimdeki şişeyi rastgele ağaçların arasına fırlattım. Şişe “şangırrr” diye mezar taşına çarpınca bir kıyamet koptu. Çığırtkan bir çekirgenin sesi kulaklarımızı kanattı. Bir baykuş havalandı, yüksekçe bir dala kondu. Ay ışığında parlayan gözleri hışımla bize bakıyordu. Kasabın çırağı korkudan bağırıyordu.

“Oğlum saldıracak bu, kaçalım!”

Hepimiz olduğumuz yerde titriyorduk. Yakup ellerini açmış, Elhamdülillahi rabbin alemin, diye fısır fısır okuyordu. “Siz de okuyun oğlum” diye dürttü bizi.

“Allhü ekber!”

“Kul Kul e'ûżu birabbinnâs. Melikinnâs. İlâhinnâs…”

“Kul e'ûzü birabbil felak. Min şerri mâ halak…”

Yarım yamalak okuyor, bir besmele çekiyor, bir salavat getiriyorduk. Korkudan birbirimize sarılmış titriyorduk.

“Tövbeler olsun Allah’ım. Tövbe, tövbe, tövbe ya Rabbim!”

O sırada, sırtına ay ışığı vurmuş boz bir yılan sürünerek yaklaşıyordu. Tıs tısss! Baykuş bağırarak uçup gitti, çekirge sustu. Az ötedeki mezarın yanında gölgeler belirdi. Daha da ileridekinden bir ışık yükseldi. Baş tarafında solgun ampullerin yandığı evliya mezarının yanlarından nurlar saçılıyor, sandukanın üstündeki yeşil çuha zümrüt gibi ışıldayıp, gözümüzü alıyordu. Mübareğin nurla donanmış ışık huzmesi titreyerek yanımıza yaklaşıyordu. Hepimiz korkudan altımıza işeyecektik. Kurumuş çam yapraklarının hışırtısı, yılanın ıslığı, baykuşun sesi, çekirgenin haykırışı arasından korkunç bir ses yükseldi. O an it gibi pavkırarak kaçmaya başladık. Arkamızdan bağırıyordu.

“İt oğlu itler! Kaçmayın lan! Piç kuruları! Diriye saygınız yok, bari ölüye saygınız olsun!

Comments


bottom of page