Öykü: Minik Bulut
"Yaprakların arasından inatla sıyrılıp yüzünü yalayan güneş ışığı kadar umutlu bir duyguydu onu düşünmek."
Saadet Bozacı
Bir adım daha atıp iskelenin ucuna yaklaştı. Bir durulup bir karışan deniz gibi ikircikliydi hali. Göğüs kafesi titrek, hızla inip kalkıyordu. Beyaz keten bir elbise giymişti, elleri çaresizce iki yanından sarkmış, incecik bileklerinde yeşil damarları belirgindi. Güneş ışıltıları solgun teninde kararsız, bir görünüp bir kayboluyordu. Tam beş adım gerisindeydi Ali. Gidip omuzlarından tutup sarsmak, hangi karanlık düşünce sarmalıyorsa onu, içinden çekip almak istiyordu. Bir heykel donukluğuyla bekleyen Zeliha’ya dokunmaya cesaret edemiyordu. Dokunsa...
Zeliha’nın gözleri ufuk çizgisini tarıyordu. İki maviyi ayıran o incecik, belirsiz çizgiye saklanmak istiyordu. Zeliha’nın tedirgin halini gördükçe, Ali’nin yüzüne bulanık sarı bir renk gelip oturmuştu.
Baktığı deniz değildi aslında, içinde karanlık bir noktaya dikmişti gözlerini. Ne hırsla kayaları döven dalgalardan, ne parıldayan güneşten, ne de üstünde umutla uçan martıdan haberdardı. Kırılgan bir anın içine hapsolmuş, çıkış yolunu da kaybetmişti. Aklını meşgul eden bu yapışkan düşünceyi, iskelenin ucundan derin sulara atmak istiyordu. Daha iki hafta önce coşkuyla ortalıkta dolanan o değildi sanki.
Annesi "Kız ne uyuşuksun, kalk da bir işin ucundan tutuversene!" deyip duruyordu, ne kadar uğraşsa memnun olmazdı, bu sebepten hiçbir işe el sürmek istemiyordu. Vazgeçmişti artık, onun çabasını bir türlü görmüyordu. Evlerinin arka bahçesindeki, armut ağacının altında oturup hayal kurmayı tercih ediyordu. "Aman azarlarsa azarlasın, alıştım zaten," Aklında süzülüp duran hep aynı hayal, Ali... Yaprakların arasından inatla sıyrılıp yüzünü yalayan güneş ışığı kadar umutlu bir duyguydu onu düşünmek.
Uzun bir hasret döneminin ardından nihayet gelmişti Ali...Evlerinin tahta kapısı çalınmıştı bir akşamüstü... "Anne ben açarım, sen otur!" demiş sevinçle kapıya koşmuştu. Annesi, Zeliha’nın hevesli tavrından hiç memnun olmamış, gözlerini devirmişti yine. Kalbinin kütlemesinden adımları basacağı yeri ıskalıyordu. Bunca zaman sonra onu görmek, saatlerce penceresiz bir odada kalıp, gün ışığına çıkmak gibiydi. Ali’yle karşılaşınca heyecandan hep saçma sapan cümleler kurar, dilinden dökülenler asla aklındakilere benzemezdi. Aptal, ergen bir kız çocuğuna dönüşürdü. Boğazı gıcıklanır öksürmeye başlardı, nefesi kesilecek zannederdi, göğsünün ortasından doğan ateşten ırmak boynundan kulaklarına doğru akardı. Komik hale düştüğünü zannederdi. Ali ise hiç eğleniyor gibi görünmezdi o anlarda; ona ılık ılık gülümser, elini tutar, yanağına usulca dokunurdu. Avuçları sıcacık, dokunuşu şefkatli… Ateşten dere daha hızlı akardı. "Hayatımda gördüğüm en masum, en manalı güzellik sensin Zeliha," derdi. Bu sözü hak edecek ne yaptığını düşünür dururdu günlerce. Kendi fikrine göre sıradan bir kızdı. Ali ise kocaman bir öğretmen.
Bu yaz nasipse düğünleri olacak. Annesi, "Düğün yaklaştı hâlâ aklın bir karış havada, bırak hayal kurmayı da çeyizlerini tamamla!" diyordu. “Çeyiz de neymiş ki, Ali için en büyük çeyiz benim sevgimmiş. Hem bizim evimiz kitaplarla dolu olacakmış. Bundan sonra hayaliyle avunmak yok. Sadece dört ay, çabucak geçer, bu kadar bekledik sonuçta...” bunları düşünürken gözlerinin dolduğunu fark ederdi Zeliha. Ali'nin kumral gülüşü aklından çıkmazdı. Onun yokluğunda Zeliha silinirdi dünya üzerinden, hiç yazılmamış bir hikaye olurdu, en anlamlı kelimesi kayıp bir cümle...
On beş günün on beşinde de beraberlerdi. Bir keresinde lunaparka bile götürdü onu Ali. Dönme dolaba bindiler, yükseklik korkusu tuttu yine, “İndirin, imdat!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Ali sıkıca sarılıp, onu göğsüne bastırdı. Bir yandan da düzgün ve bembeyaz dişlerini arsızca ortaya dökerek gülüyordu. "Keşke böyle güzel gülmese, kimse görmese gülüşünü," diye kızıyordu Zeliha korkusundan sıyırılıp.
"Şimdi biraz daha iyisin değil mi?"
Zeliha yanakları pembe pembe, boynunu bir yana bükmüştü.
"Çocuk yanını hiç kaybetme Zeliha," O kadar sıkı kucaklamıştı ki Zeliha’yı kolları, genç kız göğsüyle bir bütün olmuştu adeta.
Gitmesine dört gün kaldı Ali’nin. Zamanın içinde oyuklar açıp o boşluklarda dakika avlıyorlardı. Ali yanındayken teni daha parlak, gözleri ışık ışık, sesi sakaların şarkılarındaki gibi şen... Zaman onlara değmeden çabucak akıyordu.
Limana inen yokuşun başında, begonvillerin sardığı duvarın üstünde oturup güneşin yeryüzüne vedasını izliyorlardı bir akşamüstü. Döndü bir tane çiçek kopardı Ali, özenle Zeliha’nın kulağının arkasına iliştirdi. “Ah Zeliha'm! bu kadar kırılgan olmaya ne gerek vardı be gülüm,” beyaz yüzünün ortasında, kızıl dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi aralandı. Ali bekledi ama Zeliha konuşmadı. Bir susmak esir aldı sesini o dakikadan sonra.
Zeliha onu hiç görmediği, hayalini bile kuramadığı, uçları bulutlara değen sarp dağların arkasına, kızıl bozkırların yüreğine gönderecekti. Otobüse, dağlara, bozkıra kızgındı. Ali'yi ondan ayıracak, ondan saklayacak her varoluşa öfkeliydi. Bir rüya görmüştü on gün önce, dağlar orta yerinden çatlayıp yolların, şehrin üzerine yıkılıyordu. Dereler karanlık, pis sularında kuşları yakalayıp boğuyordu. O geceden sonra kafasında kurup büyüttüğü ihtimaller susturmuştu şarkılarını. Ali anlam veremiyordu Zeliha'nın yitip gitmiş hallerine. İlk kez ayrılmıyorlardı ki... Başka bir sıkıntısı mı vardı yoksa, ama olsa dayanamaz söylerdi. Önce uzun uzun susar, sonra ya gözleriyle ya sözleriyle ama illa ki de anlatırdı Ali'ye. Bu sefer taş gibi ağır ve soğuk bir Zeliha vardı karşısında.
Ali onun tam beş adım gerisinde duruyor, rüzgarda uçuşan buklelerini okşuyordu bakışlarıyla. Beş adımı tedirgin bir şekilde yürüyüp, omzuna dokundu. Kendince dokunuşu yumuşaktı ama Zeliha yerinden sıçradı. Çok uzak bir yoldan gelmiş gibi gözlerinin içine baktı. Kayıptı. Kara bir perdenin arkasından ona sesini duyurmaya çalışıyordu Ali. Ona ulaşmaya çalışmak Ali’yi yormuştu.
İskeleye on dakika uzaklıktaki terminale doğru yürürken aralarındaki mesafe açılmaya başlamıştı bile. Ali yavaş yavaş gidiyordu Zeliha’dan. Şimdiden uzaktılar.
Ali oldum olası sevmezdi terminalleri, hiçbir yere dahil değildi burası, zamanın içindeki isimsiz bir boşluktu. Sessizlik ve Zeliha’nın çamurlaşmış korkusu Ali’nin ayaklarına dolanıyordu. Otobüsler buna benzer sessizliklerin bazılarını boşaltıp bazılarını da dolduruyordu içine, şimdi sıra Ali'nin sessizliğindeydi. Birbirilerine dönüp uzunca bakıp sustular, dudakları kımıldamadı bile. Dünyanın bütün kelamlarını tüketmişlerdi sanki. Yalnız gözleri konuştu, onlar da ne dedi bilinmez. Zeliha'nın saçının kahverengi kıvırcığından öptü Ali. Bakışları bilmediği bir teselli arıyorken, gökyüzünde minicik bir bulut gördü Zeliha." Ali'mi yalnız bırakma küçük bulut, onu gözet." Ali'nin sessizliği koltuktaki yerini aldı. Otobüs kaçar gibi tırmanmaya başladı geçitlerle dolu sarp kayalıkları. Çok gitmedi, acı bir fren sesi şehrin ve Zeliha’nın üzerine çöreklenen sessizliği bir kurşun gibi deldi. Zeliha'nın kalbinde incecik bir tel çınk diye koptu. Dizleri büküldü, kemiksiz bir beden taşıyordu sanki, olduğu yere çöküverdi. Tüm insanlığın sesiyle ve kelimeleriyle haykırmak istedi. Boğazından katılaşmış bir inleme çıktı. Taşlar yerinden oynadı, rüyasında gördüğü dağ geldi üstüne yıkıldı. Gökyüzüne baktı, minik bulutu kara bulutlar çoktan yutmuştu.
Comments