top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Mutlu Son

"Şu zenginlik yok mu insanı göğe yaklaştırır der anam."


Sibel Oğuz


Gülerek doğmayagörsün insan, bir daha yakıştırmazlar ağlamayı, ağzın kulaklarında o ayıbı taşırsın, yazgın olur. Çocuklar ağlar, kadınlar ağlayabilir, erkekler ağlamaz, Mutlu’nun hakkı yoktur ağlamaya. Bu doğru önerme midir bilinmez.


Mutlu mahallenin gösterişli apartmanlarından birinde oturur. Gelen geçen hayranlıkla bakar binaya. Bizim en ufak sarsıntıda utancından yerin dibine geçecek evlerimizin yanında, hayli göze gelir Mutlu’nun evi. Şu zenginlik yok mu insanı göğe yaklaştırır der anam. Elbette maşallah demeden de geçmez önünden. Gri, mavi betebeli binanın ön cephesine boydan boya, büyük harflerle “Mülk Allah’ındır.” yazmaktadır. Adının hakkını verir Adil amca. Vergi vermez devlete, öyle ya mülk Allah’ın ne de olsa. Mutlu, gülerek dünyaya gelmesinin cezasını, ağlanacak yerde gülerek öder.


Mavi betebeli evde doğmak mutlu olmak için yeterli bir sebeptir elbette fakat Mutlu bu durumdan ziyadesiyle muzdariptir. Mahallenin gösterişli evinde kendisi oturur, en güzel kızına o âşıktır. Kerime on sekizinde, uzun, ince belli, iri ve kara gözleriyle bilmem kaç delikanlının yüreğini işgal eder. Bir yüreği mi? Akıllara durgunluk verir evlerden ırak. Saçlarının kıvrımında mahallenin gençlerini küçümseme vardır. Mutlu hariç; o gri mavi betebeli evde oturmanın mükafatıdır bir bakıma.


İlkokulu Mutlu’yla beraber okuduk. Sabahları, köşedeki bir dalı kurumuş Çınar ağacının altında, servis aracı bekler gibi beklerdim Mutlu’yu. Kuralı bozmadan kaç dokuz ay bitirdik Allah bilir. Aynı sıraya kazdık aşklarımızı. Aynı yolları bazen dolambaçlı, bazen kestirmeden gittik. Aynı topa farklı açılardan vurduk. Onunki kaleye, benimki taça gitti. Biz ağladık, o güldü. Yazgının ötesine geçilmezdi değil mi? Üniversite sınavları açıklandığı gün, birbirimize gerçekleşmesi mümkün olmayan sözler verdik. Mutlu Eskişehir’de tıp kazandı, bu başarıda mavi betebeli evde oturmanın etkisi göz ardı edilemezdi. Ben ise Felsefe’ye ikinci tercihimle yerleştim. Kimseye kazandığım bölümün ne işe yaradığını anlatamadım. Aristo’nun poetikası koltuğumun altında gezdim. İnancım başta babam olmak üzere elden ele dolaştı.

Ekimin ortalarıydı. Evde sonbahar hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu. Annemin yaptığı domates sosları bütün kışın güvencesiydi. Mutlu’ların kahvaltı sofrasına konservenin ekşi kokusu yayılmaz, annemin hormonlu diye yutturduğu çeri domatesler rokanın eşsiz uyumuyla şölene dönüşür, Mutlu’nun gevşek yüz kasları bayram günlerinin verdiği bir doyumsuzlukla belirginleşirdi.


Sahip olduklarını ancak hayal edebildiğimiz Mutlu’nun evinde olan şeyler bizi çoğu zaman yakından ilgilendiriyordu. Fakat Mutlu’nun evi dışında hatırladığım bazı şeyler daha vardı.

Okul hazırlıklarımı annemin köşelere sokuşturduğu sermayesiyle tamamlamış olmanın verdiği huzur ve annemin haklı gururu birkaç gün sürebildi. Kayıt günü sabahında sendika işçisi babam, kendi çapında hazırlıklarını tamamlamış, bu yaşına kadar yoğun çabalarının sonuç vermediği kravatını bağlamak için annemi bekliyordu. Kazandığım bölümün ailemin inancını sarsacağı endişesi unutulmuş, yerini üniversiteye yerleşiyor olmamın heyecanı almıştı. Nicedir Oğuz Kundura’nın vitrininde gidip gelip satılmış mı diye yokladığım, bir kayık edasıyla konumunun hakkını veren, uzun bir zaman sahip olamadığım, fakat benim olacağına dair inancımı yitirmediğim bordo ayakkabılar, hayatıma sevdiğim kız gibi girmiş, renk seçimimle okuyacağım bölümün hakkını vermiştim. Okulda, başta zekâ seviyesi olmak üzere, birtakım özelliklere sahip olanlar adından söz ettirirken, bordo ayakkabılarımla listeye sondan girmeyi başarmıştım. Bazı gözler, hepsi değil tabii, üzerimde hızla gezinip ayaklarıma takılır, bu sessiz ilgi karşısında mahallenin ileri gelenleri arasında hissederdim kendimi. Altı senenin sonunda Mutlu, beyaz önlüğün hakkını verdi. Ben ise iki yılda veremediğim modern mantık dersini, aklın ve zamanın kurallarına göre değişmeyeceğini savunarak geçirdim. Dört yıllık eğitim hayatımı koca yedi seneye yaydım.


Yıllar geçerken sessiz sakin geçmedi elbet. Ellerinde fırçaları, kirli duvarlardan intikam alır gibi griye boyadılar saçlarımı. Babamı, ardından da Adil amcayı almayı ihmal etmediler. Mavi betebeli evin kapısı vergi borcu sebebiyle mühürlendi. Mülk önce Allah’ın sonra Adil amcanın olmaktan çıktı. Mutlu işine uzman olarak devam ettiği Eskişehir’den ayrılıp İstanbul’a yerleşti. Bir başına gittiği şehirden dört kişi olarak döndüler. Bolluk, bereket bırakmamıştı peşini. Ben ise çocukluğumun geçtiği mahallenin arka sokaklarından birine taşınmıştım. Bana göre değildi uzak şehirler, yollar, virajlar...


Oturduğum bina beş katlı, geçenlerde üst katıma genç bir şair taşındı. Şiir olgunluk gerektirir tabularını yıktı mı bilmiyorum. Bir şairle aynı apartmanda oturmak, dingin yağmurda ıslanmak kadar huzur veriyor olsa da bu huzur, merdiven boşluğunda ilk selamı birbirimize yüklememizi engellemedi. Bitirdiğim üniversitede felsefe dersleri verdim bir süre. Hayatımda hiçbir şey uzun vadeli olmadı tabii. Ütüsüz gömleğimden sebep işimden oldum. İstikbal göklerde değil, kılık, kıyafetteymiş iyi mi? Evlenmedim, çıktığım kızlar birkaç haftaya kalmadan terk ettiler. Nazlı hariç. O giderken mektup bıraktı arkasında. Helallik istedi, çay, simit meselesi.


Mutlu’nun dönüşü, beraberinde götürdüğü çocukluğumu geri getirmişti. Oturduğum evin çaprazındaki kafede sık sık görüşüp dertleşir olduk. Eskiden kahveydi burası. Kırmızı çiçekli, çayın tortusundan sararmış çay tabaklarının, yudumluk Paşabahçe bardakların yerini, bilmem ne marka kupalar almıştı. Bir de bizi dışında tutan yeni nesil sohbetler. Seneler Mutlu’yu teğet geçmemişti. Esmer yüzü, suyu çekilmiş tropikal bir meyveyi andırıyordu. Alnındaki yatay çizgiler derinleşmiş ve çoğalmıştı. Değişmeyen tek şey, olur olmaz şeylere gülüşüydü. Mesleğinin zorluğundan ziyade Kerime’nin düzelmek bilmeyen saçlarındaki alaycı kıvrımları, evliliklerine gün geçtikçe ilave düğümler atmıştı. O gece uzun uzun konuştuk. Daha doğrusu o konuştu, ben sustum. Meselenin önemi havaya, suya değinecek vaktimizin olmadığını gösteriyordu.


Mutlu, sabah erkenden ameliyatının olduğunu söyleyerek ayrıldı. Giderek koyulaşan karanlık her şeyi örtbas etmeye hazırdı. Bardağımdan kalan çayın son yudumunu kafama diktim. Annemden kalma alışkanlıklarımdan biriydi. Felsefe ruhumu beslemişti fakat cüzdanımda değişiklik yapmamıştı. Kader bende yerinde sayıyordu. Yine çınar ağacının altında beklediğim gibi bekleyecek, Mutlu’nun boş vaktini kovalayacaktım. Yan masada kulağıma damlayan sırlı sözcüklerin merakı ve bir o kadar da bende uyandırdığı kalma isteğine rağmen arkama bakarak dışarı çıktım. Yolu iki taraftan kuşatmış mavi ışıklı, zenginlere özel tasarlanmış caddeden, kendi mahallemin kanaatkâr, sineklerin tavaf ettiği, sarı ışıkların balkonlara düştüğü, hastalıklı, birbirlerine hayli mesafeli sokak lambaları eşliğinde eve girdim. Önceliğim, verdiğim iş ilanlarını kontrol etmek oldu. Beni heyecanlandıracak bildirimler gelmemişti. Kanepeye uzandım. Bu gece sorgu ağlarıma Mutlu’nun amaçsız gülüşü takıldı. Zihnimde tarafsız bir çatışma başlamış, kimin haklı olduğunu zaman gösterecekti.


Sabah zil sesine uyandım. Apartman görevlisi elinde kepek ekmeği ve gazeteyi uzatırken saatin geç olduğunu hatırlatan bakışıyla selamladı. Beden dilimizin etkili olduğu anlar az değildi. İhtimal ikinci gelişiydi. Sessiz tepkisinde haklıydı. Eyvallah, dedim. Kahvaltının vereceği mutlulukla içeri geçtim. Bir felsefecinin, şairleri bilmem, vazgeçilmezi olan demli çayımı doldurup, gazete sayfalarını çevirmeye başladım. Dikkatimi çeken herhangi bir şey yoktu. Pencereyi açtım, yağmur istediğim gibi yağıyordu. Coşkun, hızlı ve aralıksız… Önüne kattığı karpuz kabuklarını sonu belirsiz bir limana çıkaracaktı belli ki. Aylardır su değmemiş pencerem kirlerinden arınmıştı. Görüş alanımın açıldığına seviniyordum. Günlerim gelecek e-postanın kafamda oluşturduğu meşguliyetle geçse de her daim kendime bir pencere açacak, kimsenin bakmadığı açılardan bakacaktım hayata. Kaç gün geçti hatırlamıyorum, dün yediklerimi bile. Mutlu aradı, görüşmemizin gerekliliğini ifade eden bir ses tonuyla. Müsait misin diye sormadı. İtaati gecekonduda öğrenmiştim. Betebeli evde oturanlara yok denilemeyeceğini de. Aynı kafede buluştuk, ikimiz de seviyorduk burayı. Mutlu, nihayetinde tıp okumuştu. Apar topar girmezdi söze. Bu kez öyle olmadı. Kerime, dedi. Evi terk etti. Kaşları içindeki sırrı dışarı vermenin rahatlığıyla alnına yayıldı. Dün izni olmadan günlüğünü okudum. Bordo ayakkabılı bir felsefeci benim giremediğim satırlara girmiş, her gün adından söz ettiriyor, dedi. Yutkundum, şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım. Mutlu gülerek doğmanın bedelini bu defa en yakınıyla ödüyordu.

bottom of page