Öykü: Nocturne Do Diyez Minör
- Litera
- 1 Nis
- 7 dakikada okunur
"Bizim zamanımızda, ben gençken yani, devrimci olmak güzeldi; şimdilerde pek sevilmiyorlar. Sorsan neden sevilmediklerini de bilen yok."
Bülent Yüney
Klasik müzikten anladığımı söyleyemem ama eğer bir gün bir piyanonun tuşuna basacak kadar ya da bir keman arşesini tutacak kadar cesaretim olursa, bunu sırf Frederic Chopin’in “Nocturne Do Diyez Minör”ünü çalabilmek için yapardım. Dikkat ettiyseniz cesaretim olsaydı dedim, imkânım ya da şansım demedim. Çünkü bu hayatta bazı şeyleri yapmak için sadece imkân ya da şans yeterli olmuyor; yani maalesef o iş öyle değil, bazı meslekler için cesaret gerekiyor. Hele bir de bir virtüöz olmak istiyorsanız, sadece cesur olmanız da yeterli olmayacaktır; yeteneğiniz yoksa alın cesaretinizi çöpe atın.
Bilmeyenler için söyleyeyim, “Virtüöz” Türkçede “uzman, becerikli, işinin ehli” anlamlarına geliyor. Ama genellikle müzik alanında kullanılan bir kelime, yani en azından ben öyle biliyorum; diğer alanlarda kullanıldığına hiç rastlamadım. Herhangi bir müzik aletini çok ustalıkla çalabiliyorsanız, size virtüöz diyorlar. Mesela usta bir kemancıdan bahsedilirken keman virtüözü deniliyor. Çok havalı değil mi?
Şimdi diyeceksiniz ki kardeşim, sen manyak mısın? Elinde 38 kalibre Smith Wesson silahı sana doğrultmuş, izbandut gibi bir adam tam karşında duruyor, sen bize Chopin’in “Nocturne Do Diyez Minör”ünden bahsediyorsun. Ne yapayım yani, ölürken rafine hayallerimden vaz mı geçeyim? Adam zaten birazdan tetiğe basacak. Bu kadar mesafeden de ıskalaması imkânsız, yani birazdan varken yok olacağım ve benim için her şey bitecek.
Biliyorum, ölümün düşüncesi bile soğuktur. Bu hayatı bırakıp gitmek de kolay iş değil ama inanın bana ben ölmekten hiç korkmuyorum. Hem Epikuros ne diyordu; “Ben varken ölüm yok, ölüm geldiğinde ise artık ben yokum. Ne diye üzüleyim ki?” Hadi boş verin siz karşımdaki izbandutu, zaten adam işinin ehli gözüküyor, virtüöz yani, ıskalamaz merak etmeyin. İsterseniz biz yine “Nocturne Do Diyez Minör”e geri dönelim.
“Nocturne” İtalyanca geceye özgü anlamına gelen “Notturno” kelimesinden geliyor; piyano için bestelenen duygulu ve romantik eserleri tanımlamak için kullanılıyor. Genellikle insanlar, gece olup karanlık çökünce romantik şeyler yaşadığı için mi geceye özgü demişler, o kadarını inanın ben de bilmiyorum.
Neyse, biz yine Chopin’e dönecek olursak; Chopin, Noktürnleri 1800'lü yıllarda piyano için bestelemiş. Tüm eser toplam yirmi bir adet kısa piyano parçasından oluşuyor. İçlerinden beni en çok etkileyenin ise artık hangisi olduğunu biliyorsunuz. Ah! keşke ölüme bu kadar yakınken son bir kez dinleyebilseydim.
Biliyorum, bazılarınız hala karşımdaki izbandutu merak ediyor. Merak edilecek bir şey yok, karşımdaki sandalyede elinde silahıyla oturuyor. Bu cevap sizin için pek yeterli olmadı değil mi? Hadi merakınızı biraz daha gidereyim diyeceğim ama inanın ben de pek fazla bir şey bilmiyorum. Neden buradayım? Buraya niçin getirildim? Hiçbir fikrim yok.
Saatlerdir çoktan terk edilmiş olduğu belli olan boş bir fabrikanın bomboş bir deposunda ellerim arkadan bir sandalyeye bağlı halde oturuyorum. Beni buraya getirdiğinden beri hiçbir soruma cevap vermeyen izbandut ise elinde silahıyla karşımdaki sandalyede büyük bir sessizlik içinde oturmaya devam ediyor. Aramızdaki bu büyük sessizliği bozan, arada sırada kırık dökük fabrika deposunun yarı çatlak camlarından içeri sızan rüzgârın sesi.
Bu arada henüz tanışmadık değil mi? Adım Can. Can Berkman. Altmış üç yaşındayım. Ölmek için güzel bir yaş. Ne çok erken ne de çok geç. Yaşayacağım kadar yaşadım zaten. Eğer birazdan ölmeyip de hayatıma devam edecek olsaydım, günlerim son yirmi yıldır nasıl geçiyorsa öyle geçecekti zaten; standart yani.
İnsan, hayatını belli bir rutine oturtunca, gün geliyor o rutin insanı önce çevresine sonra kendisine yabancılaştırıyor. Bu yabancılaşma duygusunu bir kez hissedince de artık nerede olduğunuzun ve ne yaptığınızın da bir önemi kalmıyor. Bir bakıyorsunuz ki her yaşadığınız gün bir öncekinin aynısı oluvermiş.
Marx’a göre bu duygu, yani insanın kendine yabancılaşması hissi, kapitalizmin bir sonucu. Her ne kadar hayatıma, yani az sonra bitecek olan hayatıma, yetmişlerin jargonuyla söyleyecek olursak bir “küçük burjuva” olarak devam etmiş olsam da yelpazenin sol tarafındaki literatürü de az çok bilirim. Marx’ı da severim, yani gençliğimde birkaç kitabını okumuşluğum vardır. Okumuştum diyorsam hemen aklınıza “Das Kapital” gelmesin. Ömrü hayatımda da o kitabın tamamını okuyan bir devrimci de görmedim zaten; ki kendimi de hayatımın hiçbir anında bir devrimci olarak hissetmedim. Ama çok devrimci tanıdım. Bizim zamanımızda, ben gençken yani, devrimci olmak güzeldi; şimdilerde pek sevilmiyorlar. Sorsan neden sevilmediklerini de bilen yok. Gerçi sonraları, eskiden tanıdığım birçok devrimciyi kapitalizmin bol ışıklı barlarında, ellerinde bol buzlu Jack Daniel’s dolu viski kadehleri, ağızlarında ikinci sınıf kalın purolarıyla çok gördüm, hatta bazıları o halde bile devrimciliklerine bok kondurmazlardı.
Şimdi içinizdeki bazı devrimcilerin “Ne yani devrimci viski içemez mi?” dediğini duyar gibiyim. Bu da sonradan kapitalist olmuş ama hala kapitalist olmadığını iddia eden her eski devrimcinin çok klişe bir kaçış cümlesidir. Arkadaş, biz sana içme demiyoruz ki; içmek istiyorsan yine iç ama içmenin de bir adabı var.
“Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” derler ya bunların durumu da işte tam böyle. Hem sen, sosyal medya hesaplarında yaptığın paylaşımlarında Deniz Gezmiş’in fotoğrafının altına afili bir Ahmet Arif şiiri kondurup güya ne kadar devrimci olduğundan dem vuracaksın, hem de o paylaşımının hemen altına elinde viski, ağzında puro “Farkında değilmişim gibi çek pampa” fotoğraflarından birini koyacaksın. Sen kendinle bu kadar çelişiyorsan ben ne yapabilirim ki? Adamın her paylaştığı fotoğraf viski kadehiyle olur mu arkadaş? Gören de elinde viski kadehiyle doğdu zanneder.
Yani diyorum ki yok öyle üç kuruşa beş köfte. Bak yanlış anlama, bunu da ben söylüyorum, yıllarını kapitalizmin nimetleri içinde geçiren ben. Neyse, yine boşa dilimi yoruyorum. Bu hayatta herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor ne desek boş. Ne diyordu Murathan Mungan, “Bu ülkede her şey olabilirsiniz ama bir tek rezil olamazsınız.”
Deniz Gezmiş deyince bak yine aklıma Chopin’in “Nocturne Do Diyez Minör”ü geldi. Gerçi Deniz’in son isteği Rodrigo’nun gitar konçertosuymuş ki onu bile dinlemesine izin vermeden asmışlar çocuğu. Şimdi ben de şu karşımdaki izbanduta ölmeden önce “Nocturne Do Diyez Minör”ü dinlemek istiyorum desem ne der acaba?
Yok, yok, sakın yanlış anlaşılmasın, kendimi Deniz Gezmiş ile kıyaslamıyorum; ki haddim de değil zaten, o dünyayı değiştirmek için, inandığı bir dünya uğruna ölüme gitmiş, ben bırakın dünyayı değiştirmek gibi bir inanca sahip olmayı, çarşaf değiştirmeyi bile bilmem. Neyse ki Hacer var da on yıla yakındır evdeki bütün işlerimi o yapıyor. Hacer, benim yardımcım. Çamaşırımı yıkar, ütüler, yemeğimi yapar, evi temizler. Sahi, söylemedim değil mi? Hiç evlenmedim ben. Yani birkaç kez kıyısından döndük diyelim. "Evlilik bana göre değil" cümlesini içselleştirdiğim günden beri de bir daha kıyısına da yaklaşmadım. Öylece yaşayıp geldik işte bunca yıldır. Oldu tabi bizim de zamanında inandığımız bir şeyler ama hayatın hay huyu derken her şeyi geride bıraktık. Oysaki belki de çok daha önceden, yaşanılan bu hayatı sorgulamak gerekiyordu. Ne diyordu Sokrates, “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez.”
Lakin yaşadığınız hayatı sorgulamak kolay değildir. Öyle basit bir iş sanmayın, kolay iş değildir hayatı sorgulamak. Sorgulamaya başladığınız anda yaşadığınız hayatın bir kesitine takılır kalırsınız; en zoru da budur, her anınızla yüzleşirsiniz de hayatınızın bir kesitiyle yüzleşmek ağır gelir insana. Çünkü yüzleşemediğiniz o kesit sizin yol ayrımınızdır. Ne olduysa her şey o yüzleşemediğiniz kesitte değişmiştir. Hele bir de yıllarca savunduğunuz değerlerinizin üzerini bir kalemde çizip kalabalıkların arasına karıştıysanız, üzerinden yıllar da geçse eski siz, hiçbir zaman yüzleşemediğiniz kendiniz olarak sizinle kalır.
Kalabalıkların içindeki yalnızlık da hiçbir yalnızlığa benzemez, öyle bir duygudur ki insanı deli eder. Bir de kendinizi çok iyi tanımanıza rağmen, aklınız sizinle oyun oynamaya başladı mı; işte o zaman bu yalnızlığınızın suçunu onlarda değil kendinizde aramaya başlarsınız. “Hata bende” dersiniz. “Herkes yanlış, bir ben mi doğruyum?” dersiniz. Sonra da artık daha fazla delirmemek için bir sabah zoraki bir gülümseme kondurup yüzünüze, inandığınız bütün değerlerinizi arkanızda bırakıp dalarsınız size hiç benzemeyen, size ait olmayan kalabalıkların içine; sonu yanılgılarla dolu olsa bile…
İşte o andan itibaren artık başka bir dünyadasınızdır. Duyduğunuz, gördüğünüz, dokunduğunuz her şey yabancıdır size, bunu bilirsiniz ama yine de size benzemeyenlerin yanından ayrılıp tekrar yalnızlığınıza dönmek korkutur sizi. Sonunda kendinize de yabancılaşarak siz de o büyük yalana dahil olursunuz.
Kimi gerçekler benimsendikten sonra, onlardan bir daha kopamaz insan; işte en tehlikelisi de budur ya zaten. Ait olmadıkları kalabalıkların içine dalan insanlar, kalabalıkların gücüne öyle hayran kalırlar ki, gün gelir kendi gerçekliklerine bir tekme vurup bedelini ödeyip de çıkarlar o yalnızlıklarından. Bedel de ne bedeldir, bir bilseniz. Kendini ezeni, yok etmek isteyeni tanrılaştırır insan o bedelle… İşte asıl hikâye de bedelini ödeyen için bundan sonra başlar; ait olmadığı bir dünyada, hiçbir zaman yüzleşemediği bir hikâyenin kahramanıdır artık.
Bazen acaba yanlış bir kişi olarak, yanlış bir yerde ve yanlış bir zamanda mı doğdum diyorum. Daha tüm hayatıyla yüzleşemeden, birazdan gerçeklerin en gerçeği olan ölümle yüzleşecek bir insanın son cümlesinin de bu olması ne garip değil mi?
Yahu öleceksen öl be adam, ne kadar uzattın lafı diyorsunuz değil mi? Hadi, daha fazla sinirlendirmeyeyim sizi.
Ben bunları sizinle konuşurken, bizim izbandut nihayet beş saat sonra oturduğu sandalyeden kalkıp duvarın dibindeki siyah renkli çantanın içinden Stradivarius marka bir keman çıkardı. Sonra o milyon dolarlık kemanı boynunun altına alıp “Nocturne Do Diyez Minör”ü çalmaya başlamasın mı?
İnanın bana, bizim izbandut eğer böyle bir şey yapsaydı, “Aferin ulan sana izbandut, çek vur ulan beni, akacak kanım helal olsun sana” derdim ama böyle bir şey olmadı tabii…
Tamı tamına olan ise sadece şundan ibaretti; ben sizlere bütün bunları anlatıp içimi dökerken izbandutun telefonu çaldı. Telefonla konuştuktan bir süre sonra da deponun kapısına dışarıdan bir tekme vuruldu. Kapı vurulunca, bizim izbandut saatler sonra oturduğu sandalyeden kalkıp kapıyı açmaya gitti. İçeriye yirmi beş, otuz yaşlarında gençten bir adam girdi. Girer girmez de bir hışımla izbandutun suratına “Senin yapacağın işe sokayım” dedi. Sonra gevrek gevrek gülümseyerek yanıma geldi, gözlerimi siyah bir kumaşla sıkıca bağladı. İşte beklediğim an geldi dedim kendi kendime. Bunlar beni bir duvar dibinde kurşuna dizecekler.
Ama öldürmediler.
Bu sonradan gelen adam, benim gözlerimi bağladıktan sonra oturduğum sandalyeye bağlı olan ellerimi çözerken izbanduta da “Seni patron bekliyor, sen onun yanına git hemen,” dedi ve beni de depodan çıkartıp dışarıdaki bir arabaya bindirdi. Sonra kendisi de arabaya binip arabayı çalıştırdı. Yol boyunca da tek kelime etmedi. Ben de o sırada bir ormanda, ağacın dibinde başından kurşunlanmış, kanlar içindeki cesedimin hayalini kuruyordum. Sanırım fabrikanın olduğu yerden epeyce uzaklaştıktan sonra, “Gözünün bağını aç dayı” dedi bana. Açtım ben de tabii… Bir baktım Beşiktaş’ta, Barbaros yokuşundan aşağıya doğru iniyoruz. Az ileride trafik ışıkları kırmızıya dönünce arabayı sağa çekti. “Ya dayı, kusura bakma bizim salak koca ayı, patronun sevgilisini madikleyen adamı kaçıracağına yanlışlıkla seni omuzlamış. Yani anlayacağın sen yanlış kişisin. Ama inan sevinmelisin buna, doğru kişinin halini görsen oturur ağlardın. Adamı kötü marizlediler,” diyerek bir de üstüne “Sakın şikâyetçi falan olma. Hadi selametle,” dedi ve indirdi beni arabadan.
Şimdi evdeyim. Elimde demli bir çay var, pikapta da Chopin’in “Nocturne Do Diyez Minör”ü dönüyor. Anlayacağınız, ilk defa yanlış bir yerde, yanlış bir zamanda ve yanlış bir kişi olduğuma sevindiğim, güler misin ağlar mısın bir durum yani.
Comments