Öykü: Ölmedim Ama
"Kurulmuş kafa; saat gibi. Kurulmuş yanlış anlamaya. Sadece kendisinin değil, başkalarının saatlerini de kurmuş. İnanmış o saatler de, inanmış. Kurulma eyleminin anahtarını başka birinin eline vermiş. Oysa severmiş aslında seni. Yok, hayır! Anahtarı vereni daha çok severmiş. Sen de sevildiğini sanıp kurum kurum kurumlanırmışsın meğer."
İkbal Gemici
Aslında öyle biri değilim. Bence… Ben… Kendim… Sanırım en zoru da anlaşılamamak. Geceden kalmayım. Hava kasvetli. Gökyüzü yeryüzüne indirmiş tüm gözyaşlarını. Hani temizlerdi yağmur tüm pislikleri sokaklardan, tarlalardan, bahçelerden. Öyle yağdı ki tüm gece boyunca. Sadece pislikleri, kanları, çeri çöpü silip atmadı; toprağın en verimli yerlerini de sürükledi, götürdü peşinden. İyi şeyler de gittiğine göre nasıl toparlayacağım şimdi beni? Ölmeyi bu denli istediğim başka bir zaman olmuş muydu peki? Bu kadarını hiç yaşamamıştım doğrusu.
Gözlerim iki yandan şakaklarıma doğru çekilmekte. Üzerlerinde tonlarca ağırlık. İki göz kapağı nasıl taşır bu ağırlığı. Peki ya ruhum? Bedenim, kat kat mermer sütunlarının altında, sadece başımın bir kısmıyla ayaklarım görünecek şekilde taş zemine boylu boyunca uzanmış gibiyim. Gökyüzünün bir yerinden bakıyorum bu resme şimdi. İçimi acıtıyor resim, canımı yakıyor. İşte o an ölmeyi, yok olmayı, hiç anılmamayı, hiç yaşamamış olmayı, hiç gülmemiş, hiç ağlamamış, yediğim yemekten hiç keyif almamış, hiç güzel bir an yaşayıp mutlu olmamış, hiç üzülmemiş olmayı istiyorum. Derin bir boşlukta, yerçekiminin olmadığı bir yerde, devinimsiz asılı kalmayı…
İyi bir oyuncu olmayı başaramadım şu hayatta. Bir şey ya vardır ya yoktur ilkesiyle başı, sonu oynadım hep. Ölümüneydi yaptıklarım. Ölümüneydi hep sevmek; ölümüneydi sevmemek. Yüreğimi avuçlarımın içine alıp sundum ölümüne sevdiklerime. ‘Olmamış, bu,’ dediler, ‘Ruhunu da, bedenini de, beynini de, tüm hücrelerini de koy üstüne.’
Hayatında bir anı sil deselerdi – olmadığım insan olmakla suçlandığım o an var ya hani – onu silerdim işte. Bu şeyi yaşamış, suçlanmış; hiç istemediğim o yerdeyim şimdi. Zaman geri alınabilir mi? Bunu yaşamadan önceki bir saate dönüp oraya hiç gitmemiş olsaydım, günün sonraki saatlerinde başka bir şekilde bu suçlanma anını yaşar mıydım? Ahlar, keşkeler, tühler… ne çok kullanıyoruz bu kelimeleri hayatımızda. Keşke gitmeseydim. Hayır, demeyeceğim bunu. O gün olmasa başka bir gün, başka bir gün olmasa iki gün sonra, üç gün sonra, beş gün sonra illa yaşayacaktım, illa… Kurulmuş kafa; saat gibi. Kurulmuş yanlış anlamaya. Sadece kendisinin değil, başkalarının saatlerini de kurmuş. İnanmış o saatler de, inanmış. Kurulma eyleminin anahtarını başka birinin eline vermiş. Oysa severmiş aslında seni. Yok, hayır! Anahtarı vereni daha çok severmiş. Sen de sevildiğini sanıp kurum kurum kurumlanırmışsın meğer. Zavallı insan! Acınacak haldesin. Boş yere dememiş Mevlana: ‘Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır,’ diye.
Birkaç gün önceydi. Böcekler görmüştüm rüyamda. İri iri, hiç görmediğim türden. Bir çomak bulup dürtmüştüm en büyük olanını. Kıvrılmış, topaklanmış, yan dönmüştü bedeni. Sarıya dönüktü rengi. Çomağın ucuyla ikinci kez değdiğimde, yan yatmış bedenini toparlamaya çalışmış; sürüngenimsi ayaklarıyla tutunmaya çalışmıştı ucuna. Korkup çubuğu atmıştım elimden. Sonra baktığım her yerde onlarcasını görmüştüm. Onlarca yumuşak sarı derili böcek. Gözlerim aralandı. ‘Of, rüyaymış,’ dedim kendi kendime. ‘Unutmayayım, bakarım yorumuna,’ dedim. Neyin habercisiydi bu böcekler? Sonra dedim ki: ‘Boş ver! Hayra alamet değil bu rüya: Üzüleceksin.’ Nefret ediyorum rüyalarımın çıkmasından.
Aynadaki aksime takılıyor bir ara gözlerim. Bu ben miyim sahi? İri gözlerim küçülmüş ama sağ gözüm daha küçük sanki. Göz kapağım gözümün yarısına kadar düşmüş. Göz altlarımı ise hiç bu kadar torbalanmış ve morarmış görmedim daha önce. Çehremden düşen bin parça. Yatak odamın her tarafına sıçramış parçalar. Lambanın kör ışığı altında, özenle örülmüş büyük bir ağ; ucunda büyücek bir örümcek ön ayaklarından asılı. Bedenini kurtarmaya mı çabalıyor yoksa ağ atmaya devam mı ediyor, ayrımına varamıyorum. Aynadaki gözlerimi görüyorum yeniden. Yeşili sönmüş. Sahi meneviş var mıydı gözlerimde? On yaş çökmüşüm gibi. Sahi hiç güzel olmuş muydum daha önceleri? Ya mutlu? Şöyle ağız dolusu gülmüş müydüm? Aynadaki kadına gülümseyip, göz kırpmış mıydım? Olduysa da hiç hatırlamıyorum.
Yüksek bir duvar ördün ya aramıza. Duvarın üstüne sağlam yapılmış tuğlalar örüyorum şu ara. Temeli sen attın. Büyütmek, çoğaltmak benim işim. Bunu da ölesiye yaparım, bilirsin. Ben de bilirim ya, neyse. Eskisi gibi olur muyuz yine? Daha temkinli, daha korkak, daha seviyeli mi gider bundan sonra?
Hani çocuktuk ikimiz de. Tek katlı evin korumasız çatısında oynarken tam beni yakalayacağın an beton zemine çakılmıştım ya! Kim olduğunu anımsayamadığım bir adamın kollarında hastaneye giderken bir ara seni görmüştüm hayal meyal. Kafanı ellerinin arasına almış ağlıyordun. O an kendimden çok senin için üzülmüştüm. Çocuk aklı işte! Ebe sendin. Bana dokunmamıştın bile. Yakalanmayayım diye kaçarken ani bir hareketle eğilip duraksamış, kendimi toparlayınca ters yöne doğru koşmuş, demir parçasına takılıp aşağıya düşmüştüm. Günlerce özür dilemiştin benden. Ben de senin suçun olmadığını anlatıp durmuştum. O zaman çocuktuk. Birbirimizi sarıp sarmalamak için çok vaktimiz vardı. Peki ya şimdi? O kadar vakit var mı?
Beni sarıp sarmalama. Sen dahil kimseden böyle bir beklentim, isteğim yok. Koca kadın oldum bak!
Comments