Öykü: Ölüm Zamanı
“Eğer bir yıl sonra öleceksem, bunca sıkıntıya ne gerek var, giderim memlekete, otururum anamın evinde, yok eğer elli yıl daha yaşayacaksam bir şekilde yoluna koyarım işleri.”
S. Gölgen Erol
Küsuratları saymazsak, abisi doğalı otuz altı, kendisi doğalı yirmi sekiz yıl, babası öleli ve anasının gözündeki yaş dinmeyeli on sekiz yıl, abisi bir gemide işe gireli on dört, abisinin Ukrayna’da bir limanda firar ederek kaçak yollarla Almanya’ya gittiğini öğreneli ve anasının kalbine indirmek üzere olalı on iki yıl, memleketindeki üniversitede “bitirince iş bulamama garantili” bölümden mezun olalı yedi, zar zor bir fabrikada işe gireli altı, böyle çalışarak ne büyüyüp ne küçüleceğini anlayıp risk alması gerektiğine inanalı beş, çok zengin olma hayaliyle İstanbul’a geleli ve nihayet başını sokacak bir ev bulalı iki yıl olmuştu. Gelir gelmez “zengin olacağı” asıl işi bulana kadar geçici bir iş bulmuş, iyi kötü idare eder hale gelmişti.
Anası hep “Oğlum herkes kendini kurtarır, olan sana olur.” der dururdu. Gerçekten de, işyerinde dört arkadaş “zam isteyelim, işi yavaşlatalım, bu paraya iş mi yapılır, patron bize mecbur, biz işi bıraksak kimi bulacak” diyerek birbirlerini gaza getirip, yazılı istifa dilekçelerini bir sinirle verdiklerinde, patron bu istifaları memnuniyetle kabul edince, diğer üç arkadaşının yalvar yakar olduklarını ama bir tek ona haber vermediklerini öğreneli, canı ciğeri iş arkadaşlarının bu kazığını hiç hazmedemeyeli altı ay olmuştu.
Kenarda köşede biriktirdiği üç kuruş parayı tüketeli dört ay, abisinin nadiren hatırladığı annesine vermesi için hesabına gönderdiği göstermelik parayı yemesinin üzerinden üç ay geçmiş, “her türlü iş bulurum” diyip de günlerini bilgisayar başında geçirdikten ve hiçbir başvurusuna olumlu yanıt alamadığından artık umudunu keseli iki, kirayı üç aydır ödeyemediğinden ev sahibi kapıya dayanıp, “attıracağım ulan seni, çık evimden şerefsiz” diyip de olay çıkaralı ve konu komşuya rezil rüsva olup utançtan kimseye selam veremez hale geleli bir ay, türlü bahanelerle sağdan soldan, eşinden dostundan para istemeyi bırakalı yirmi gün, son gelen faturaları ödedikten sonra cebinde sadece on bira ve üç paket tuzlu fıstık parası kaldığını fark edeli sekiz saat olmuştu.
Annesini aradığında iyiymiş, mutluymuş, her şey yolundaymış gibi düşünsün diye söylediği yalanlar bini geçmiş, annesinde de para olmadığından, isteyip de onu üzmemişti. Borç isteyecek arkadaşı kalmamıştı, memleketindekilerin de hepsi zaten çulsuzdu. Ona destek olacak bir sevgilisi de yoktu, en son üç sene önce bir kız arkadaşı “olur gibi olmuş”, o da tam olmamıştı. Hep yalnızdı, belli ki bundan sonra da hep yalnız olacaktı.
Gece saat bir olduğunda, düşünmekten artık yorulmuş, yorgunluktan uyuyamazken, “bu da hayat mı” diye isyan edip, bilgisayarda arama motoruna “ölmek istiyorum” yazıverdi. İşe yarar bir yöntem bulacağını düşünürken, neden ölmemesi gerektiğine ve hangi psikolojik ve psikiyatrik destekleri alması gerektiğine dair çıkan sonuçları görünce, sıkılıp da bilgisayarı kapatacakken, en altta çıkan sonuç dikkatini çekti.
“NE ZAMAN ÖLECEĞİNİZİ ÖĞRENMEK İSTER MİSİNİZ?”
Yüksek sesle “Evet ya” dedi. “Öleceğim zamanı bilsem hayat daha kolay olur” diye düşündü. “Eğer bir yıl sonra öleceksem, bunca sıkıntıya ne gerek var, giderim memlekete, otururum anamın evinde, yok eğer elli yıl daha yaşayacaksam bir şekilde yoluna koyarım işleri.”
Web sayfasını hızlıca gözden geçirdi, ölüm zamanını bilmenin mümkün olduğunu, bu konuyla ilgilenenlerin mutlaka kendilerini aralamaları gerektiği yazıyor, başkaca bilgi bulunmuyordu. Sayfanın sonundaki 0850’li numara yanıp sönüyordu. “Ne kaybederim, dolandırıcı olsalar beş kuruş para yok zaten” diye düşünüp numarayı aradı.
“Olmer Genetik Laboratuarı, ben Pınar. Nasıl yardımcı olabilirim?”
Güven veren tatlı bir sesti karşısındaki, aradığı sebebi düşününce telefona cevap verenin daha karanlık ve korkutucu bir ses olmasını beklerdi.
“Merhaba, ben numaranızı internet sitenizde gördüm de…” Devamını düşünürken, Pınar araya girdi: “Öncelikle size hitap edebilmek için adınızı soyadınızı öğrenebilir miyim?”
Kendi ismini o anda vermek işine gelmedi, dolandırıcılarla görüşüyor olma ihtimaline karşılık “Ben, eee, şey, Nadir, Nadir Papatya.” diyiverdi. Eski patronunun sırıtan yüzü canlandı gözünde.
“Nadir Bey, belirtmek isterim ki, görüşmelerimiz kesinlikle kaydedilmemektedir. Telefonda size merak ettiğiniz konuyla ilgili herhangi bir bilgilendirme yapılamamaktadır. Konunun hassasiyetini göz önüne aldığınızda, yüz yüze görüşülmesi gerektiği düşüncemize hak vereceğinizi düşünüyorum, yüz yüze görüşme için bir randevu organize etmemizi ister misiniz?”
Hiç beklemediği bir cevap almıştı, biraz dalga geçip, vakit geçirmek için öylesine aramıştı ama durum kafa karıştırıcı hale gelmişti.
“Yeriniz nerede?” diye sordu. Yakınlarda bir yerdeyse eh, o gün de canı isterse, neden olmasın?
“Mecidiyeköy” diye cevapladı tatlı Pınar. On beş dakikalık yol.
“Ne zamana randevu veriyorsunuz?” Çok ileri bir tarihse zaten gitmeyecekti.
“Aslında tüm saatlerimiz bu ay için dolu, ancak eğer sizin için uygunsa bu sabah sekizle sekiz buçuk arasına alabilirim sizi.”
“Yok” dedi, “sabah gelemem, çok erken”
“Nasıl arzu ederseniz, bir sonraki randevu saatini bir ay sonrasına verebiliyorum.”
Biraz sessizlikten sonra, “Peki, peki, aslında yarın sabah olabilir” dedi. “Tabi uyanabilirsem” diye ekledi, içinden.
Sabah uyanmasına gerek kalmadı çünkü gece boyunca hiç uyumadı. “Ne kaybederim ki” diyip kalkıp giyindiğinde saat yediyi biraz geçiyordu. Mayıs ayının başı olmasına rağmen hava epey serindi. Annesi ağlamaktan vakit bulamadığından, çok da paraları olmadığından, küçükken pek de iyi bakılmamış, bünyesi çok zayıf kalmıştı. Hafif soğuklarda bile hemencecik hasta oluyordu. Arkadaşları halı saha maçından çıkıp üstüne bira içmeye giderken, o bahar aylarında bile kafasına beresini takmadan dışarı çıkamıyordu. Kronik sinüziti başına belaydı, tansiyonu yüksek, ciğerleri hassastı. ”Hay soğuğuna” dedi, “şimdi üç gün daha yatırmasın.”
Onbeş dakikalık yürüyüşten sonra Mecidiyeköy’e ulaşmıştı. Tatlı sesli, çıtı pıtı ve güzel (olduğunu hayal ettiği) Pınar açık adresi vermişti. Navigasyona adresi yazdığında rota oluşturulmuştu, tam dört dakika sonra orada olacaktı.
Büyük plazadan içeri girdiğinde danışmadaki görevliye, on altıncı kattaki OLMER’e geldiğini söyledi. Güvenlik görevlisi, anlamamış gibi baktı, sonra ilgisizce asansörü gösterdi. Asansörün düğmesine bastıktan sonra, aynalı kapısında kendisine baktı, gözlerinin altı morarmış, saçları darmadağın olmuştu. Kötü göründüğünü düşündü, sonra da kötü görünmeyi hiç de umursamadığını düşündü. Kapı açıldığında, parlak ışıkların olduğu, dev bir kabine girdi. On altıncı kata kadar hafif bir müzik ona eşlik etti, yolculuk beklediğinden kısa sürmüştü. Asansörün kapısı açıldığında katta, koridor veya başka bir kapı olmadığını gördü, asansörden dışarı adım atar atmaz büyük, beyaz bir kapının önündeydi. Mimari olarak asansörden çıkar çıkmaz böyle bir kapıya denk gelmek beklenen bir şey değildi, şaşkınlıkla kapının önünde dururken, herhangi bir tabela da olmadığından, doğru yere gelip gelmediğini anlayamadı.
Sağa sola bakınırken ve geri dönüp asansöre binmeyi düşünürken birdenbire büyük, beyaz kapı içeriye doğru açıldı. Bembeyaz bir yerdi burası. Filmlerdeki laboratuvarlar gibi, beyaz mobilyalar, beyaz duvarlar, beyaz ışık. İçeri girmekte tereddüt etti, asansöre doğru arkasını döndüğünde, bembeyaz danışma masasındaki, tabi ki bembeyaz giyinmiş olan kadın sıcak bir gülümseme ile “hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim” diye seslendi.
Kadının güven veren sesi onu biraz rahatlatmıştı, bunca beyazlığın içinde kırmızı çerçeveli gözlükleri de öyle. “Merhaba” dedi, “benim, şey, saat sekizde bir randevum vardı da”. Saatine baktı. Saat sekize beş vardı.
“İsim, soyisim lütfen” dedi görevli.
“Nadir Papatya” diye cevap verdi. Kimlik sorarlarsa “unuttum” diyip ayrılmayı planlamıştı.
“Nadir Bey, sizi biraz bekleteceğim” dedi görevli. Beyaz telefon ahizesini alıp, kısık sesle “Sekiz randevusu geldi” dedi. “Evet, Nadir Papatya”.
Telefonu kapatırken bir yandan da sağ taraftaki odayı işaret etti ve oturduğu yerden kalktı. “Nadir Bey, böyle buyrun, Altan Bey sizi bekliyor” dedikten sonra, odaya kadar eşlik edip, kapıyı iki kez tıklattıktan sonra kapıyı açtı.
Uzun boylu, geniş omuzlu, ilginç şekilde beyaz olmayan İtalyan takımı üstünde jilet gibi duran Altan Bey, bembeyaz dişleri ve çalışılmış olduğu çok belli olan gülümsemesi ile masasından ayağa kalkıp elini boşluğa doğru uzattı. Şimdi biraz hızlanması ve boşluktaki elin daha fazla boşlukta kalmaması için, aceleyle havada asılı duran eli yakaladı. Altan Bey, “Kendine güvenli görünmenin on yolu”, “Ezik görünmenizi önlemenin ipuçları”, “İletişimin altın kuralları” başlıklı videolarda anlatılan türden yoğun bir göz teması ve güçlü bir el sıkışması ile yanıt verdi.
“Hoşgeldiniz Nadir Bey, şöyle buyrun lütfen.”
Altan Bey’in gösterdiği koltuğun ucuna doğru oturduğunda, “ne işim var burada” diye düşündü, “gerzek kafam” diye eklemeyi ihmal etmedi. İnsanın başına işte böyle her şey meraktan geliyordu. Düşüncelere dalmış olduğunu Altan Bey de fark etmiş olacak ki, hemen söze girdi:
“Telefonda temsilcimizin de bahsetmiş olduğu gibi, görüşmelerimizin yüz yüze yapılması bizim için çok önemli. Tahmin edersiniz ki çok hassas bir konu bu. Bu arada ne içersiniz sormayı unuttum.”
“Yok ben bir şey içmem” diye cevapladı. “Peki peki siz de şimdi ne olduğunu merak ediyorsunuz, içecek için ısrar edip vaktinizi almayalım, ama birer su isteyelim en azından”. Altan Bey, telefonda bir numarayı tuşlayıp, “iki su alabilir miyiz lütfen” dedi.
“Evet nerde kalmıştık, yüz yüze görüşeceğimiz bir konu evet. Çok hassas bir konu gerçekten. O nedenle de telefonda bilgi vermemiz mümkün olmuyor. Nadir Bey, biz burada başvuran danışanlarımız için çok büyük hassasiyetle çalışıyoruz, onlara hayatın gizemini, belki de en büyük sırrı veriyoruz. Bu öyle önemli bir bilgi ki, öğrenildikten sonra her şey ama her şey tümden değişiyor. Size basitçe anlatayım, kafanızı karıştırmak istemem, anlamadığınızı düşündüğünüz bir yer olursa lütfen soru sormaktan çekinmeyin”.
Altan Bey ayağa kalkıp, bir ekranın önüne geçti. Ekranda insan vücudu görseli bulunuyordu.
“Biliyorsunuz insan vücudunu hücreler oluşturuyor. Kaza, cinayet gibi çevresel faktörleri göz ardı ettiğimizde, insan vücudunun, vücudu oluşturan hücrelerin belli bir yaşam süresi var. Doğal yaşlanıp da ölenleri bilirsiniz. Önce bir hastalık başlar, sonra bir diğeri, derken vücut bu hastalıkları kaldıramadığından artık ölüm gerçekleşir. Yaşlılığa bağlı diye duyarız zaman zaman. Ya da genç yaşta biri kalp krizi geçirir. Ani ve acı bir kayıp olur bu. İşte ilk durumda örneğin mide hücrelerinin süresi sona ermiş oluyor, bunu sonra akciğer hücreleri, karaciğer vs. takip ediyor ve sırayla organ hücreleri ölünce artık tüm vücut da ölmüş oluyor. Ama kalp hücrelerinin yaşam süresi sona erdiğinde ne oluyor? İşte kalp hücrelerinin yaşam süresi sona erdiğinde, diğer organların yaşam süreleri ne olursa olsun kişi ölüyor. Buraya kadar anlatabildim mi?”
Soru sorulunca cevap vermemiş olmamak için “evet” dedi, “tabi, anladım”. Sabah sabah biyoloji dersi dinlemek eski okul günlerini hatırlatmıştı, eski okul günleri de lisedeki Esra’yı. Ne yapıyordu, evlenmiş miydi acaba? Güzel ve havalıydı, ona zaten bakmayacağı belliydi de. Tam üç seneyi Esra’nın peşinde geçirmeseydi de başka birileri için uğraşsaydı, liseden sonra da devam eden uzun süreli bir ilişkisi olur muydu ki? Evlenseydi sonra, çocukları olsaydı. Esra yüzünden tüm liseyi perişan geçirmişti, üniversitede de içe kapanıklığı, hastalıklı bünyesi yüzünden kızlarla iletişim kuramamıştı. Canı sıkıldı, boşa geçen yılları için pişmanlık duydu.
Bir an düşüncelerinden çıkıp da ekrana baktığında, görselin değiştiğini gördü, “Nadir Bey, işte bu sürenin belirlenebilir olduğunu son yirmi yıldır yapılan araştırmalar gösterdi, hatta birçok ülke bu bilgiyi kullanarak gelişme sağladı”. Esra’yı düşünürken ne kaçırdığını merak etti, “Şaşırdığınızı görüyorum Nadir Bey, şaşırmayın lütfen. Sizce gelişmiş bir toplum, kısa zamanda ölecek olan birini başkan seçer mi? Ya da en basitinden, bir şirket düşünün, uluslararası. Ceo seçimini yaparken, müstakbel ceonun öleceği tarihi bilmeden bu seçimi yapması mantıklı mı? Bu belirsizlik gerek şirketleri, gerek ülkeleri öylesine endişelendiriyordu ki, tüm yatırımlarını bu araştırmalar üzerine yoğunlaştırarak işte şu anda bizim kullandığımız yöntemi geliştirdiler. Yani yirmi yıllık araştırmalar sonucunda, Nadir Bey, biz, Olmer olarak, danışanlarımızın hücrelerinin ne zaman yok olacağını, yani danışanlarımızın ne zaman öleceğini, yüzde yüz doğru bilgiyle tespit ediyoruz.”
Altan Bey, konuşmasının etkileyici olması için son yüklemden sonra bir süre sessiz kaldı. Heyecanla ve çalışılmış ses tonu ile “Nadir Bey, bu bilginin önemini anlıyor musunuz?” diye sordu.
“Evet” dedi, anlıyordu ama Esra’nın peşinde boşa geçen yıllarına canı sıkıldığı için konuyla pek de ilgilenemiyordu.
“Akıllara ilk gelen soru bu işin maliyeti tabii. Laboratuvarımızda yapılan testler gerçekten çok pahalı ve uzmanlık gerektiren bir süreç. Tam olarak miktar elbetteki yapılan işlemlerin niteliğine göre değişebilir ancak yaklaşık olarak yirmi beş bin euro gibi bir maliyet olduğunu söyleyebiliriz. Ama dediğim gibi bu miktar yirmi yedi bin euroya kadar yükselebilir, çünkü bazen daha detaylı araştırma yapılması gereken durumlar oluyor.”
“O nasıl paraymış” diye düşünürken, yüzünde de aynı ifade belirince Altan Bey durumu hemen anladı.
“Nadir Bey, bu elbette bizler için çok yüksek bir miktar. Dediğim gibi çeşitli devletler ve büyük şirketler için çok önemli bir bilgi bu. Ancak yavaş yavaş daha küçük ölçekli şirketler de bu bilgi ile planlama yapabilmek istediklerinden daha ulaşılabilir bir ücretlendirmeye gidildi. Bundan üç ay önce sorsanız belki de iki yüz elli bin eurodan bahsediyor olacaktık”.
“Ben çalışmıyorum şu an, o yüzden de mümkün değil, kalkayım en iyisi” derken kapı çaldı. İçeriye sarışın, uzun boylu, incecik ama kıvrımlı vücutlu, çarpıcı derecede güzel bir kadın, elindeki tepside iki su bardağı ile içeri girince iki erkek de susuverdi. Altan Bey, “Buyrun Pınar Hanım, ne zahmet ettiniz” dedi. “Ne zahmeti, tam içeri girecekken, Saliha Hanım’ın su getirdiğini gördüm, aldım tepsiyi elinden, ben ikram etmek istedim, buyrun lütfen” dedi, tepsideki bardaklardan birini Altan Bey’in masasına diğerini de ona doğru gülümseyerek uzattı. Gülümsemesi ile birlikte, kalp çarpıntıları yükselmeye, bazı vücut sıvılarında artışlar olmaya başladı. Tek bir kelime duyabiliyordu o an: “PINAR”
“Nadir Bey, sizinle dün ben görüşme yapmıştım, gelebildiğinize çok sevindim.” dedi Pınar. “Evet, vaktim vardı, geldim, evet” dedi, kekeleyip kekelemediğini düşünürken.
Pınar ve Altan Bey kendi aralarında da bir şeyler konuştular ama konuştukları şeyleri duyamadı ve anlayamadı, büyülenmiş gibi Pınar’ı izlemekten başka bir şey yapabilecek durumda değildi. Pınar da bu bakışları hissetmiş olmalı ki, elindeki kağıtları karıştırıp “Ah Nadir Bey bilseniz, sizi öyle bir araya sıkıştırdım ki, başka danışanlar bu kadar hızlı randevu verdiğimi duysa bilemiyorum neler olur” dedi ve yine gülümsedi. Cevap vermesi ve sohbeti devam ettirmesi gerektiğini düşünürken ancak anlamsız bir ses çıkarabildi. Pınar, Altan Bey’e dönüp, “Nadir Bey gerçekten çok şanslı, bir sonraki randevuyu önümüzdeki aya verebildim, düşünün” dedi. Altan Bey, “Demek öyle, bu kadar şanslı ise bir de elimdeki kontenjandan da yararlandıralım Nadir Bey’i” diyerek keyifle güldü. Pınar, Altan Bey’in bu söylediğine çok şaşırmış göründü, gözlerini açarak “Nasıl yani Altan Bey, o çok sınırlı sayıdaki kontenjandan mı yararlandıracağız Nadir Bey’i” diye sordu.
O an içinden “Pınar seninle buradan eve gidelim, kırk gün kırk gece çıkmayalım, evlenelim, bir ömür boyu mutlu yaşayalım…” diye düşünse de ağzından “ne kontenjanıymış o” gibi bir soru çıkıverdi. Altan Bey, “Az önce bilgi verdiğim yöntem, dünya çapında birçok merkez tarafından uygulanmak istense de, bu yetkiye ve bilgiye sahip çok az sayıda uzman olduğundan maalesef bu mümkün olamıyor. Uzmanların yetiştirilmesi de, yöntem maliyetleri düşünüldüğünde başvuran sayısının az olması sebebiyle çok zor. Bu durumda bizim gibi yetki sahibi bazı merkezler, bazı danışanlara ücretsiz olarak bu testleri uygulamaya başladı, karşılığında ise testleri uygulayabilecek ve yorumlayabilecek uzmanların yetiştirilmesi için bu bilgilerin eğitim amaçlı kullanılmasına onay vermek gerekiyor. Dünyada bu yöntemi uygulayan on iki yetkilendirilmiş merkezden biriyiz ve her merkezin yılda sadece iki danışana ücretsiz test yapma hakkı bulunuyor. Madem Pınar Hanım sizin çok şanslı olduğunuzu söyledi, işte bu yılın iki kişisinden biri siz olabilirsiniz.”
Bir yandan neler olduğunu anlamaya çalışıp, bir yandan Pınar’ı ve onun gibi birinin asla kendisine bakmayacağını düşünürken, pek fazla ayrıntı dinleyememişti. Pınar’ın Altan Bey’in söylediklerine çok sevinmiş görünmesi onu da sevindirdi, sadece “eğitim ve ücretsiz test” kısmına dikkat ettiğinden, “aman ne olacak, cebimden para çıkmayacaksa ne olursa olsun” diye düşünüp, Altan Bey’in bu cazip teklifini kabul etti. Altan Bey hemen masasındaki iki sayfalık formu getirdi, önündeki sehpaya koydu. Tatlı, güzel, seksi Pınar belgeleri imzalaması için tam karşısına oturdu, “Gizlilik Sözleşmesi” ve “Onay Formu” başlıklı sayfaları uzattı. Hızlıca belgelere göz gezdirirken, bir yandan da Pınar’ın hareket eden diz üstü eteğinden bacaklarını görmeye çalışıyordu. Küçük puntolarla yazılmış yazıların hepsini okuması mümkün değildi, Pınar’ın gömleğinin açık ilk üç düğmesinden ustaca dikizleyebilmesi için sayfaları da elinde tutması gerekiyordu. Ter içinde kalmıştı, Pınar sıkıntılı halini fark etti. “Nadir Bey, bunlar standart onay belgeleri, eğitim amaçlı bilgilerinizin kullanılabileceğine dair” dedi. Rahatlamıştı, imza atmak için öne doğru eğildiğinde, Pınar da ona doğru eğilmişti. Artık memeleri tam isabet görüyordu, imza faslını uzatabildiği kadar uzattı. Meme, bacak derken belgeleri imzaladı, son anda kalemi uzatırken Pınar’ın eli eline değdi, Pınar sayfaları kontrol eder gibi görünürken elini biraz geç çekti.
“Nadir Bey, imzaların hepsi tamam. Şimdi yan odada kan, idrar ve tükürük testleriniz yapılacak. Tüm süreçlerde ben size eşlik edeceğim. Kan vereceğiniz için, aile üyelerinizin numarasını alayım, acil bir durum olursa arayıp haber vermek üzere” dedi.
“Yok yok, kan vermek, zaten basit işlem, ben çok verdim daha önce. Hem annem var ama yaşlı, endişelenir, bir de Adana’da, bir şey yapamaz yani acil durumda. Abim var, o da Almanya’da. Aramayın ailemi, gerek yok.”
“Peki eşiniz? Arkadaşlarınız?” diye sordu Pınar.
“Yok yok, evli değilim ben, yalnız yaşıyorum, kız arkadaşım da yok. Şey arkadaş diyince yani. Başka arkadaşlar var da. Burada pek arkadaşım yok, olanlar da arkadaşım değilmiş zaten, yakın arkadaşlarım hep memlekette, siz aramayın kimseyi.”
“Pekala, o halde isterseniz hemen testlere başlayalım”
“Sen iste Pınar, ben seninle her yere gelirim. Azıcık sana dokunabilsem” diye düşünürken “Tabi Pınar Hanım, hemen geçelim” dedi.
Altan Bey, “merkezimiz adına size çok teşekkür ederim, sayenizde eğitim sürecimize büyük bir katkı sağlanmış olacak. Karşılığında bedeninizle ilgili öğreneceğiniz bilgi umarım size hayırlı olur” dedi ve onları kapının önüne kadar yolcu etti.
Pınar ile rüya gibi geçen test işlemlerinden sonra, Pınar tatlılıkla sonuçların bir hafta sonra açıklanacağını, bu sürede istediği zaman kendisine ulaşabileceğini, bunun için de şahsi cep telefonu numarasını paylaşacağını belirtti. Pınar’la vedalaştığında, kadere ve ilk görüşte aşka inanmaya başlamıştı. Yol boyu hangi bahane ile ne zaman mesaj atabileceğini düşünüp durdu. Eve geldiğinde, perdeleri ve camları açıp evi bir güzel havalandırdı. Akşam mesaj atmaya karar vermişti, sonuçların ne zaman çıkacağını soracak, gelecek cevaba göre de sohbeti uzatmaya çalışacaktı. Akşama kadar evi temizledi, çöpleri attı, saç sakal tıraşı oldu, annesi ve abisiyle neşeli şekilde konuştu. Parası olsa bir iki kadeh içmek için dışarı da çıkardı ama yoktu. Saat yedi civarında “Pınar Hanım, merhaba ben Nadir Papatya. Sonuçlarım acaba ne zaman çıkacak? Bilgi vermiştiniz ama tam olarak hatırlayamadım, o sebeple rahatsız ediyorum” yazdı ve gönderdi. Pınar hızlı şekilde cevap vermişti, bir hafta sonra sonuçlar için bizzat görüşebileceklerini bildiriyordu.
Bir haftalık süre içinde sohbet mesajlarla ilerledikçe ilerlemişti. Artık Pınar’ı sonuç görüşmesinden sonra akşam yemeğine davet edebileceğini düşünüp sabırsızlanıyordu. Planlanan gün ve saatte, ilk görüşmelerinden tamamen farklı şekilde şık giyinmiş, tıraş olmuş ve neşe içinde gitmişti Olmer’e. Bir hafta önce soğuk havaya incecik tişörtle yakalandığından, yine grip olmasını bile umursamamıştı. Şu an tek sorun Pınar’a halen gerçek ismini açıklayamamış olmasıydı. Mesajla yazmak istemiş ama yanlış anlaşılmaktan korkmuştu. Akşam yemeğe çıktıklarında bu sıkıcı ayrıntıyı da halledecekti.
Pınar, ah Pınar. Ne de sıcak ne de güzel karşılamıştı onu. Gülümsemesi içini ısıtmıştı yine. Mini elbisesi içinde öyle güzel, öyle seksiydi ki, gözlerini bir an olsun ondan alamıyordu. Birlikte odaya geçtiklerinde Altan Bey elinde kapalı zarfla onları bekliyordu.
“Nadir Bey, hoşgeldiniz. Evet hayatınızla ilgili büyük sır şu an bu zarfın içinde. Merak ediyor musunuz?”
Daha çok akşamki davetini Pınar’ın kabul edip etmeyeceğini düşündüğünden bir yandan öksürürken bir yandan da “evet, tabii tabii” dedi. Altan Bey ağır çekimmiş gibi hareket ederek zarfı teslim etti. Sabırsız şekilde zarfı açtı, içinden iki sayfa çıktı. Hızlıca sayfalara göz gezdirdiğinde, ilk sayfada yapılan testlerle ilgili açıklama yer aldığını gördü. İkinci sayfanın son kısmında sonuç başlıklı bölüme ulaştığında, öksürerek, “Burada 16 Mayıs 2024 yazıyor, bu tarih, yani bu tarih, ben bu tarihte mi” demeye çalışırken, zarfı ve raporu Altan Bey’e uzattı. Altan Bey hemen ikinci sayfaya baktı, kaşları çatılmıştı. Üzgün ve çökmüş görünerek, “Nadir Bey, ben ne diyeceğimi bilemiyorum, ama evet haklısınız iki hafta sonrası bu. 16 Mayıs. Ben çok çok üzgünüm” dedi. O sırada Pınar ağlamaya başladı, “Ah Nadir, inanamıyorum. Oysa ben. Yani çok farklı, yani. Neler olabilirdi, ah” dedi. İki haftalık ömrü kaldığını öğrendikten sonra, Pınar’ın da kendisine karşı bir şeyler hissettiğini ancak her şeyin yarım kalacağını öğrenmek iyice yıkıcı olmuştu. Göz yaşlarını durduramıyordu, onu teselli edebilecek tek kişi tam karşısındaydı, ancak Pınar’ın da teselli edilmeye ihtiyacı olduğunu görünce kendisini toparlamaya çalıştı.
“Ben zaten hep zayıf bünyeli oldum, yani çok sık hasta olurum. Şimdi de grip oldum mesela. Sinüzitim kronik. Tansiyonum da hep yüksek. Eh içki sigara, bir de kötü beslenme. Olacağı buydu. Ama insan bunu duyunca şok oluyor tabi.”
Pınar göz yaşlarını silmeye çalışırken bir yandan da “olamaz, ben hiç böyle bir sonuç beklemiyordum, böyle olmamalı, yirmi sekiz yaş ölmek için çok erken, ah Nadir, her şey çok farklı olabilirdi” dedi ve birdenbire filmlerde olduğu gibi hızla ona sarıldı.
Bu sarılma ile iyice kendinden geçmişti, şimdi Pınar’ın kollarında olduğunu düşünüyor, buna mutlu olacakken bu mutluluğun yarım kalacağını düşünüp iyice üzülüyordu. Yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. Bir süre sarılmış vaziyette durduklarından Altan Bey’in “aslında bir çaresi olabilir belki” demesi ile ayrılıp Altan Bey’e döndüler.
“Erken ölümlerin önlenmesi ile ilgili deneysel bir çalışma yürütüldüğünü söylemeliyim. Hiçbir garanti veremem ancak, bu deneysel tedaviden fayda görebilme ihtimali de olabilir. Ama dediğim gibi, kesinlikle garanti verememem.”
Pınar gözyaşları içinde “olsun yeter ki bir umut olsun, deneysel de olsa bir umut bu sonuçta” demesiyle bir kez daha birbirlerine sarıldılar. Altan Bey hafifçe öksürür gibi yaparak, “yalnız çok pahalı bir deneme olduğunu da söylemeliyim, yani yüz doksan bin euro gibi bir ödeme yapmanız lazım” dedi.
“Benim o kadar param yok ki, Allah kahretsin, hiçbir yerden bulamam. Belki abim, ama o da yok karşılayamaz, mümkün değil”. Ağlamaları artık feryat figana dönüşmüştü, bir süre sonra Pınar su ve mendil uzatınca sakinleşmişti. Altan Bey bu sakinlikten yararlanıp, “Bakın Nadir Bey, durumunuza çok üzüldüm. Pınar Hanım’ın da çok üzüldüğünü görüyorum. Biz yine eğitim kontenjanından bu deneysel tedaviyi ücretsiz karşılayalım. Yani bunu tekrar söylüyorum, yaşam sürenizi uzatmak konusunda hiçbir garanti vermiyoruz”
Altan Bey’in bu sözleri üzerine göz yaşları bu kez mutluluktan akıyordu, bir umut vardı, yaşayacaktı, Pınar yanındaydı ve birlikte olacaklardı. Pınar’a bu kez sımsıkı sarıldı, birlikte başaracaklardı.
Altan Bey deneysel tedavi için üst kata yönlendirdiğinde, Pınar da onu bir an olsun yalnız bırakmadı. Hastane odasını andıran odada onları hemşire karşıladı, hemen ameliyat önlüğünü giydirdi ve damar yolunu açtı. Pınar elini hiç bırakmıyordu, ileride yapacaklarını konuşup gülüşüyorlardı. “Aşk, ne güzel şey” diye düşündü. Hayatının en kötü haberini almış, sonra birden hayatının en mutlu gününü yaşamaya başlamıştı. Serum takıldığında, Pınar onu dudağından öptü. “Nadir, aşkım, şimdi biraz uyuyacaksın. Uyandığında senin yanında olacağım. Bundan sonra birlikte çok mutlu olacağız. Şimdi ondan geriye sayacağım, sen de birlikte neler yapacağımızı düşün olur mu? On, dokuz, sekiz…”
“Pınar, aşkım, sana bir şey söylemem lazım. Benim adım Nadir değil, benim adım..” derken uykuya daldı.
Bir daha hiç uyanamadı.
Vücudunun büyük kısmı küçük parçalara ayrılarak çeşitli yöntemlerle imha edilirken, işe yarar organları ise Dünya’nın dört bir yanında sonsuza kadar mutlu yaşadılar.
תגובות