Öykü: Otuz Saniye
"İster en mükemmel teknikle ister en mükemmel odakla at; sabırla atış yapmıyorsan asla tam vuramazsın."
Beren Çağla Erengönül
Derin bir nefes. Yayı kaldır. Kirişi çekmeye başla. Nişangâh tam sarıda. Klikırdan çıkmak üzere ve... — 60 metre de bir başlangıçtır, dedi birisi ansızın. 5 puan. Kara bir çizik olarak okun gölgesi hedefe yerleşmişti. Ok, çıkan rüzgârla neden orada olduğunu sorgularmışçasına hafifçe titriyordu. Ben de ok da biliyorduk ki, yarışma sırasında böyle bir puan, ikimizin de sonu olurdu. Ne olursa olsun bu ürkek hizmetkârımı o küçük siyah artıya, merkeze kavuşturmalıydım.
İçimde kabarıp boğazımdan taşmaya hazırlanan öfke denizini gerisin geri yolladım. Öfkelenip patlamak çözüm olsaydı bu dünya bağırış çağırışlardan öteye gitmezdi. Ama bir anda dikkat dağıtmak da kızılası bir sebepti doğrusu! Hele ki yarış zamanı yaklaşırken, hiçbir hata kabul edilemezdi. Yutkundum. Gözlerimi kapatıp temiz yaşam kaynağını ciğerlerime doldurdum, biraz orman havası sinirlerime iyi gelirdi.
Orman, hayatım boyunca benim için bir sığınaktı. Mutluluğumda, hüznümde, öfkemde her zaman beni bir ana şefkatiyle korur, güvende hissettirirdi. Antrenmanlarımı da ormanda dolaşırken keşfettiğim kayranda yapardım. Hiçbir kuş şakıması, ağaçların mutlu hışırdamaları, bulutların tembel süzülüşü beni rahatsız etmezdi; huzuru bulurdum onlarda. Benim kardeşlerim, ablalarım, ağabeylerimdi onlar. Çınarlar beni gördüklerinde yapraklarından düşürüp zarifçe referans yapar, kuşlar hemen dedikoduya başlarlardı. Söğütler bükük boyunlarıyla mahzun mahzun bana bir bakış atar, beni tanıyınca hafif bir mutluluk emaresi gösterirlerdi. Çiçekler ve arılar boş durur mu? Çalıştığım kayranda bal toplamaya dolaşan arılar, daha büyük bir heyecanla görevlerine sarılır; nazlı kasımpatılar, lavantalar, menekşeler bu heyecana ortak olurlardı.
Bu aile ortamında benim dışımda insan sesi sadece tek bir kişiden gelebilirdi: Ailenin şahin gözlü koruyucusu Will. Başımı çevirip bakmaya bile tenezzül etmedim, şu densizi yavru bir kuşun annesini sesinden ayırması gibi tanımıştım. — Bir okçu yoğunlaşmamış odağıyla bile bu metreden tam isabet vurabilmelidir, diyerek bir kahkaha savurdu. İç çekerek bu kısa boylu adama döndüm. Islak toprak rengi gözleri güneşin vurmasıyla parlıyordu. Kestaneye çalan saçları perçem perçem yüzüne düşüyordu. Teni, hasat için bekleyen genç buğday rengindeydi. Fesleğeni anımsatan, ferahlatıcı kokusu etrafa yayılıyordu. Keçeden yapılma, neftî peleriniyle önünü sımsıkı kapatmıştı. — Daha kırk fırın ekmek yemen lazım benim gibi bir okçu olmak için, diyerek eliyle yeni çıkmaya başlamış sakalını sıvazladı. — Çıt çıkarmadan gelirsen tabii ki atışı kaçırırım, diye homurdandım. Hem yarış mesafesi bu, hızlı çalışmam gerekti. Yarışmalar yaklaşıyor. Antrenmana devam etmek için kıpırdandım ve yayı hızlıca kaldırdım.
— İster en mükemmel teknikle ister en mükemmel odakla at; sabırla atış yapmıyorsan asla tam vuramazsın, dedi Will. Elini omzuma koyup beni durdurdu. Biliyorsun, ben yayımı çekmeye başladığımdan itibaren en küçük bir farklılık göremezsin; beklerim, beklerim ve tak! Ok hedefte. Üç yüz metreden de bulur hedefi sadık okum. Peki, bu sadıklığı neye borçluyuz? Benim hedefe gösterdiğim sadıklığa. Oklar, çocuğun gibidir. Seni taklit ederler. Sen sabırlıysan, işte o zaman bil ki okların da sabırlı bir şekilde hedefine gidecektir. Mesela otuz saniye kıpırdamadan bekle, en doğru olduğunu hissettiğin anda bırak gitsin. Tam puanı göreceksin. Dediğim gibi, bir okçunun en iyi varlığı sabırdır.
Anlamam gerekeni anlamıştım. Gülümsedim. — Küçüklüğümden beri hayatıma dokunmayan tavsiyen kalmadı. O kitap bizi tanıştırdığı için çok şanslıyım. Kitabı okuyup bitirdiğim halde seni unutmadım, yıllardır bana çok yardımcı oldun. Teşekkür ederim. — Senin hayatına dokunduğum için beni unutmuyorsun. Unutulursam benliğim yok olur çünkü varlığım kimse tarafından hatırlanmaz, aynı mezarı unutulmuş zavallı ölüler gibi. Ben teşekkür ederim, diyerek bana arkasını döndü. Ormanın bir parçası olmasını sağlayan pelerini yerdeki çimleri süpürerek hışırdadı. — O zaman, iyi antrenmanlar altın madalyalı okçu, dedi Will. Yavaşça yürümeye başladı. Uzaklaştı, uzaklaştıkça evi olduğuna inandığım, yaşamını adadığı rüya ormanının sakinliğine karıştı.
Rakibimle eleme atışları finalinde kıyasıya mücadele ediyorduk. Eleme atışlarında her seri üç ok atılır; daha yüksek puan alan kişinin hanesine 2 puan yazılır ve 6 puan alan okçu nefes nefese, suratı gerginlikten patlıcan moru olmuş bir halde o elemeyi geçer. İkimiz de tüm rakiplerimizi büyük bir soğukkanlılıkla eleyip finale kadar yükselmiştik.
Atış çizgisine geçmemizi işaret eden ses duyulduktan on saniye sonra, başlamamız için tekrar çalındı. Finalin kıyasıya geçeceğini biliyormuş gibi heyecanla ötmüştü sanki o sirenimsi ses. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım, şimdiden huzurlu kayranımda olmak için canımı vermeye razıydım. Herkes soluğunu içine hapsetmiş, gözlerini ayırmadan ne olacağını izliyordu. Alt edilmesi çok zordu, defalarca aynı sahada yarışmıştık ve her zaman birincilikle ayrılmıştı. Bana harcanılan tüm emeklerin ikincilikle boşa gitmesi kimsenin kabul edebileceği bir durum değildi.
Atışlara dikkatle başladık. En ufak hata elediğimiz rakiplerle aynı seviyeye düşürecekti bizi, biliyorduk. İlk okumu on saniyeden kısa bir süre içinde attım ve sonuç belliydi: 9 puan. 10 olabilirdi, neden 9 puan oldu? Başıma bilindik bir ağrı saplandı. Hızlıca diğer okuma sarıldım, kirişe taktım ve hemen çektim. Okun ucu, ok belli bir mesafe geriye çekildikten sonra pat diye düşünce oku bırakmak zorunda kaldığımız klikır adlı metal parçasına yaklaşıyordu. Bu sıradan metal parçası görünümlü haberci, atış anının geldiğini gösterirdi bize; klikır düştükten iki-üç saniye sonra oku bırakırsan yay sana küser, oku başka yerlere savururdu. Derken klikır düştü ve oku bırakıverdim. 7 puanı görünce kulaklarım uğuldamaya başladı. Kendimi toparlamam otuz saniyeye bedel oldu. Artık önemli değildi saniyeler, son oku da kötü atardım. Rakibime baktım. İki adet 8 puan. Moralim yerle bir olmuştu o 7’yle. Eşit puanda olsak da kurtuluşum yoktu. Ben dertlenirken rakibimin son oku 9 puana saplandı. Rakibimin taraftarları sevinç çığlıkları içinde birbirine sarılıyordu. Benim taraf ise suspus olmuştu, herkesin korktuğunu görebiliyordum. Ortamdaki stres kıvrılan kaşlardan, huzursuz ayak sallamalardan, gözlerdeki acıdan anlaşılabiliyordu. Tamamen bana bağlıydı; kaybetmek ya da kazanmak. Son okum 10 puana saplanmazsa sonumuz belliydi. Anladığım kadarıyla kazanmama pek ihtimal vermiyorlardı, birkaç kişi ayağa kalkmış efkârlı efkârlı tribünleri adımlıyordu. Rakibim de pek rahat, o da ihtimal vermiyordu besbelli.
O anda Will’in sözleri kulaklarımda uğuldamaya başladı. Boş uğultu gitmişti, Will bana yön gösteriyordu. Ne demişti? Otuz saniye. Süre panosu otuz beş saniye kaldığını gösteriyordu. Yayımı yavaşça kaldırdım. Otuz saniyeyi içimden saymaya başladım. Stres giderek artıyor. Will’in sözleri kafamın içinde yankılanıyor. Ok klikırın tam sınırında ve... 10 puan.
Bir anda kafamdaki tüm sesler yok oldu, yerini tribünden gelen mutluluk patlaması aldı. Yüzüme kocaman bir gülümseme oturdu. Beni kutlamak için üstüme atılanların sevinciyle coşup ödül töreni curcunasında beklerken de altın madalya boynuma takılınca da bu gülümseme hep yüzümde kaldı. Hayatta kalıcı gülümsemeler oluşturmak için Will gibi bir yol göstericiniz olsun; size son oku acele ile değil, otuz saniyede atmayı öğreten...
Bütün duyguları dozunda veren, görselliği ve zengin sözcük dağarıyla okuyucuyu ele geçiren bir öykü olmuş. Kutlarım.