top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Sarı

"Dışarının dondurucu havası beynimdeki sıkıntıları yakalamış sanki. Bir türlü erimiyor. Düşünüp düşünüp canımı sıkmakla geçiriyorum zamanı."


Ahmet Cengil


“Romantizm işsizlerin uğraşı değil

zenginlerin imtiyazıdır.”

Oscar Wilde, Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar


Bulaşıklar olduğu gibi duruyor mutfakta. Masada yumurta kabukları, zeytin çekirdekleri, ekmek kırıntıları, bal, pekmez lekeleri… Dokunmuyorum hiçbirine. Kılımı kıpırdatasım yok. Camları yarı buğulu pencerenin karşısına geçmiş, delinen çatı oluklarından akan damlacıkların, pencere önündeki beyaz mermerle buluşurken çıkardığı sesleri dinliyorum. Çevreye düzensizce yayılmış, en fazla iki katlı olan evlere göre epey yüksekte duruyor oturduğum bina. En üstte, altıncı kattaki dairede kalıyorum. Manzaramı kesen bir şey yok. Çıplak dağların üzerindeki beyaz örtüyü, tamamen beyaza bürünmemiş tarlaları, tek tük ağaçları, mevsime inat göç etmeyen kuşları, dağ eteklerindeki çadırları, çadırlardan çıkan koyunları, bu küçük şehri, kıyılarında biriken karlarla iyice daralan yolları, karla oynayan masum çocukları, brandanın altından çıkardığı odunları karları eze eze tek göz evine götüren yaşlı amcayı ve bacalarda tüten yoğun dumanı engelsiz görebiliyorum. Ne güzel değil mi? Dışarıda tadına doyulmaz kış manzarası, elinizde sıcak meşrubat, ayağınızda terlik, sırtınızda yün kazak... Tek derdiniz anın tadını çıkarmak... Bahsettiğim manzara fotoğraflanıp iyi bir filtre ve duygusal bir müzik yardımıyla sosyal medyada paylaşılsaydı böyle düşünülebilirdi. Fakat bu manzara bana kederden başka bir şey düşündürmüyor. Dışarının dondurucu havası beynimdeki sıkıntıları yakalamış sanki. Bir türlü erimiyor. Düşünüp düşünüp canımı sıkmakla geçiriyorum zamanı. Ta kaç ay önce yarım ağızla söylenmiş sözleri tahlil ediyorum uzunca. Nefret ettiğim sorulara verdiğim cevapları geçiriyorum aklımdan. Baştan alıyorum her şeyi. Bir düzene, kronolojik bir sıraya sokuyorum yaşadıklarımı. Düşünüyorum sonra. Menekşe kokusunu duyumsuyorum. Üniversitede karşılaştığım o güzel kızı... Kampüsün geniş pembe yolunda karşılaşmıştım onunla. Bilmeden yaşayacaklarımı. Çektiğim çilenin o günlerde başlayacağının farkına varmadan.

Sınav haftasıydı. Şehrin meşhur soğuklarını yaşıyorduk sonbahara veda ederken. Bir koku duymuştum önce. Yumuşak, eriten, erkek bünyesini sangılatan bir koku. Başımı kaldırdığımda kusursuz güzellikteki yüzünü, yüzünün yarısını saran sarı atkısını, mavi gözlerini, soğuktan pembeleşmiş küçük, ince burnunu, al al yanaklarını ve sağa sola savrulan bukleli, uzun sarı saçlarını görmüştüm. Bir an evvel durağa varmak istiyordu. Bana doğru geliyor, sakınmadan atıyordu adımlarını. Yaklaştıkça çarpılıyordum. Rüzgâr saçlarını savuruyor, saçlarından yayılan menekşe kokusunu önce yanından geçtiği akasyalara, sonra burnuma, sonra hücrelerime, sonra da ruhuma damıtıyordu. Kampüsteki rüzgâr gibi geçmişti yanımdan. Hızlıca, sarsarak beni. Sarı, kahve yaprakları ederek yerinden.


Orda kalmak, ayaklarımı üzerinde durduğum kaldırım taşına çivilemek, havada asılı kalan enfes kokusunu içime içime çekmek, hacimsiz menekşeyi sarıp sarmalamak ve ruhumu hemen oracıkta teslim etmek istiyordum. Edebilseydim keşke… Yaradan’ın ölüm meleği kapamıştı kulaklarını. Çekecek çilem vardı daha.


Elimdeki not kâğıtlarını, ezberimdeki kavramları, yirmi dakika sonra gireceğim sınavı unutmuştum çoktan. O an, o dakika teslim olmuştum ona. Fakat o, varlığımdan habersiz uzaklaşıyordu benden. Bir şeyler yapmalıydım. Onu bir daha görmezsem ölürdüm.


Arkasından gelen bir öğrenci grubu vardı. Sınıf arkadaşları olmalıydılar. İçlerinden birine -sınavdan çıkacak bir arkadaşımı bekliyormuşum gibi- hangi sınavdan çıktıklarını sormuştum. Farsça, demişti. Edebiyat ya da Tarih okuyordu demek ki. Saatime baktım hemen. “Farsça” ve “11.10” diye defalarca tekrar ettim içimden. Menekşe kokusunun peşine takıldım sonra.

Çekiminden kurtulamadığım bukleli saçları salındıkça salınıyordu omuzlarında. Pembe kabanı, sarı atkısı kapalı olan havada bile ışıl ışıldı. Değişik, anlatılması güç bir şey vardı yürüyüşünde. Hem bir asker gibi dik ve intizamlı, hem de kadın ruhuna yaraşan nazeninlikte atıyordu adımlarını. Onu durdurup tek bir söz edesim yoktu o an. Hatta yüzüne bakmak, ay parlaklığındaki çehresini seyre dalmak bile geçmiyordu aklımdan. Sadece pembe yolun bir lastik gibi uzadıkça uzamasını ve onun, sarı saçlarını savura savura yürümesini istiyordum. Fakat bir tek ölüm meleğinin kulakları değildi kapalı olan. Dua kapım da kapanmış, yol bitmişti.


Turnikeden geçmeden önce boynundan aşağı kayan atkısını düzeltmişti. Bu sırada bana doğru döneceğini sanmış, bin küfürden beter bir bakışa maruz kalacağım diye ödüm kopmuştu. Fakat yüzünü dönmemişti. Atkıyı zarif boynuna dolamış, araya sıkışan bir iki tutam saçını atkıdan kurtarmış ve genzimi bir buket menekşeyle daha doldurmuştu. Tanımlayamayacağım bir his geçmişti midemin üzerinden. Sessiz bir gurultu gibi garip, titreten, heyecanlandıran... Cesaretimi kırmıştı bu his. Korkmuştum göz göze gelmeye, bir bahaneyle konuşmaya, gizlice burnunun ucundaki pembeliğe bakmaya, saçlarının kıvrımlarında kaybolmaya…


Suçlu gibi kaçmıştım turnikelerden. Gerisingeri, hızla arşınlayarak pembe yolu. Bir an evvel ulaşma arzusuyla Fen-Edebiyat fakültesine. Ben yetişmeden fütursuz bir öğrencinin panodaki sınav duyuru kâğıtlarını almasından korkuyor, adımlarımı sıklaştırıyordum. Nefes nefese varmıştım fakülteye. Zemin kattaki panoları tek tek dolaşmış, çıkış saati 11.10 civarına denk gelen Farsça sınavının hangi sınıfta yapıldığını öğrenmiştim: Türk Dili ve Edebiyatı, üçüncü sınıf. İçimden, “İnşallah alttan veya üstten aldığı bir ders değildir,” diyerek panodaki tüm sınav duyurularının fotoğrafını çektim. Yarın sabah dokuzda bir sınavı daha vardı. Uçuyordum mutluluktan. Önümdeki tek engel zamandı. Ağır ağır, yormadan kendini, kağnı hızında ilerleyecek ve beni çıldırtacak zaman.


Yeni günün doğması güç olmuştu gerçekten. Tüm günüm, kâh ayaklarımı yerden kesen, kâh karabulutları üzerimde gezdiren gerçeküstü hayallerle geçmişti. Onun olmadığı, tasavvuru güç bir istikbalin hayaleti ve ona ayarlı, neşe içinde geçecek bir ömrün hülyası gözlerimi kapanmaktan men ediyor, bir damla uykuya müsaade etmiyordu. Karanlık zifiriyken aydınlığın kuluçkaya yatırıldığını düşünemiyordu insan. Güneşin birkaç saat içinde dağlara merhaba diyeceğini, tepelerin süzgecinden geçerek ovaya ulaşacağını, yaprakların üzerindeki kırağıyı çözeceğini, benim ve menekşe kokulu kızın üzerine doğacağını…

Hava aydınlanır aydınlanmaz yola çıkmıştım. Sınav saatini bekleyecek sabra, dirayete sahip değildim. Gündüzün saati de gecenin saatinden çok farklı işlemiyordu. Sırtında kaplumbağa kabuğu vardı zamanın.


Vardığımda benden başka kimse yoktu fakültede. Kantinden aldığım simitle kahvaltımı yapmıştım. Panolardaki lüzumlu lüzumsuz tüm yazıları okuyor, beş dakikada bir otomattan bir şeyler alıyor, zemindeki karoları sayıyor, fakülte içindeki banklarda mekik dokuyor, defalarca saate bakıyordum. Gelmiyordu. Saat 9.30 olmuş, sınavı başlayalı yarım saat geçmişti. Bir hata yaptığımı, konuşmayı erteleyerek elimdeki fırsatı kaçırdığımı düşünmeye başlamıştım. O, öğrenci bile değildi belki. Hatta bu şehirde yaşamıyordu. Kim bilir, ömrümün sonuna kadar hiçbir izine rastlayamayacaktım belki de.


Zihnimdeki olumsuz düşünceleri bir kenara bırakıp biraz daha beklemeye karar vermiştim. O gün gelmezse birkaç gün daha şansımı deneyecektim. Eğer bu denli beni etkilediyse karşıma çıkmalıydı.


Öğlene doğru boynunda sarı atkısıyla girmişti fakülteye. Yerimde duramamış, hemen yanına koşmuştum. “Affedersiniz,” dedim. Karşılık vermedi. Kuracağım cümlenin devamını bekliyordu haklı olarak. Yutkundum. Koca bir gün boyunca kafamda kurduklarımın, arkasına sığınacağım bahanelerin, mırıldana mırıldana ezberlediklerimin, aynaya söylediklerimin tek bir harfi bile kalmamıştı aklımda. Buhar olmuş, atmosfere karışmışlardı sanki.

“Ben Ayhan, psikoloji öğrencisiyim,” dedim devamını nasıl getireceğimi bilmeyerek.

“Evet,” dedi ilk defa duyduğum nahif sesiyle. İyice boğuklaştırarak sesimi.

“Saçlarınız…” dedim, “atkınızla aynı renkte.”

Göz ucuyla solundaki sarı tutamlarına baktı kısa bir an. Sonra, “Eee?” dercesine bana döndü bakışları. Ağzımdan kesik kesik çıkan cümlelerden bir anlam çıkaramıyordu anlaşılan. Sıkılmış gibiydi. Hiçbir yere varmayan debelenmelerim bitsin istiyordu.

“Bir araştırma yapıyoruz,” dedim, “saç renginin giyim tercihlerine etkileriyle ilgili.”

Gülmüştü. Hoşuna gitmişti bahanem. “Anket yapacaksanız vaktim yok, sınava girmem gerek,” dedi.

“Sınavdan sonra da yapabiliriz.”

“Anket yapmak için yanlış zaman seçmişsiniz. Sınav haftasındayız.”

“Uygun bulacağınız başka bir vakitte yapalım o halde. Lütfen kırmayın beni. Koca üniversitede sarı saçlı ve sarı aksesuarlı bir kişi bile bulamadım.”

“Peki,” dedi tebessümle. İnanmadığı yalana inanmış gibi yaparak. Bir çırpıda bitirerek çırpınmalarımı.

Tane tane söylediği numarasını, ellerimin titremesinden bir türlü doğru yazamıyordum telefona. “Fakülte bayağı soğuk,” diye inanmadığı bir yalana daha sığınmıştım. Gülmüştü yine. Yanakları şişmiş, elmacıkları belirginleşmişti. Hoşlanmıştı benden. Buna yoruyordum.

Numarayı kaydetmeden önce “adı,” diye soruyordu telefon. Gözlerine bakarak soruyu ona ilettim. “Deniz,” demişti. “Deniz,” diye tekrarlamıştım ben de, berrak gözlerini başka hiçbir ismin taşıyamayacağını düşünerek.


Hatıralarını düşünürken o anları tekrar yaşamış gibi tepki veriyor insan. Tebessüm ediyorum ben de, kısacık mutlu oluyorum. Ellerim titriyor sonra. Bu titreme soğuktan mı, yoksa hatıramın heyecanından mı, ayırdında değilim. Heyecanlı olduğum muhakkak. Havalandırma menfezinin soğuğu olduğu gibi mutfağa aldığı da.


Elimdeki çayı bitirmişim farkına varmadan. Çayın yokluğu, evin en soğuk yerinde olduğumu bir kez daha hatırlatıyor bana. Ocağın üstünde dumanı tüten çaydanlığı bardağıma boşaltmak için kalkıyorum yerimden. Bu, sıraya koyduğum hatıraların arasına bıraktığım ilk ayraç. Belki de son. Daha fazla hayıflanmaya, daha fazla kızmaya ve daha fazla kendimi yıpratmaya takatim yok çünkü.


Çayımı aldıktan sonra tekrar yerime geçiyorum. Masanın üstündeki telefonum gelen bildirimle titriyor bu sırada. Gelen bir e-posta. Açıp okuyorum.

Sayın Ayhan D. Şirketimize yaptığınız iş başvurusu için teşekkür ederiz. Başvurunuz ne yazık ki insan kaynakları birimimizce uygun bulunmamıştır. Her şirketin farklı çalışma prensipleri olduğunu hatırlatmak ister, başarı ve kolaylıklar dileriz.

Medcengi Temizlik Hizmetleri


Kaçıncı reddedilişimdi bu? Mezun olduğumdan beri işsiz olduğumu hatırlatan kaçıncı hazır mesaj? Hatırlamıyorum artık. Böylesi mailler can sıkıntımı artırmaya bile yetmiyor. Üzüntüm süreğen, ha bir eksik ha bir fazla, fark etmiyor. Bana uğrayacak bir mutluluğuysa olasılık dışı buluyorum. Hem böylesi daha iyi. Mutluluk, üzüntüyle örselenmiş bünyemin kaldıramayacağı bir duygu.


Beyaz parkelerin üzerine döktüğüm çayı görüyorum. Ne zaman dökülmüş acaba? Anımsayamıyorum. Kuruyup işimi zorlamasın diye çekmeceden sarı bezi alıyor, lekeleri silmeye koyuluyorum. Bu konudaki kabiliyetime şaşıyorum. Annem bu halimi görse ne düşünürdü acaba? Mutfağa adımını atmayan, yumurta bile kıramayan oğlunun hamaratlığını ağzı açık izlerdi herhalde.


Dış kapıda dönen kilidin sesini duyuyorum. Karım gelmiş olacak. Okuldan, iş bilmez idarecilerinden, en kolay konuları bile öğrenemeyen öğrencilerinden şikâyet edecek yine. Sıkıntı basıyor içimi.


Epeydir geç geliyor böyle. Gün batana kadar çalışıyor. Kurs açmışlar okulda, iyi ek ders veriyorlarmış. Elindeki dolu poşetlerle giriyor mutfağa. Dolu poşetlere bakınca ayın on beşinde olduğumuzu anımsıyorum. Bir aylık öteberimizi taşımakta zorlanan kolları belli ki ağrı içinde. Adeta kurtulurcasına yere bırakıyor poşetleri. Alnı boncuk boncuk terlemiş. “Yoruldum,” diyor nefes nefese. Yorgunluğunun, yüzündeki memnuniyetsizliği maskelediğini düşünüyorum. Bir ona, bir de elimdeki sarı beze bakıyorum.

“Deniz,”diyorum. “Ben boşanmak istiyorum.”

Susuyoruz karşılıklı. Sarı bez, tüm cümleleri içine çekiyor.

bottom of page