top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Sığınak

"Sıra ona geldiğinde iki çift laf eder, kora dönmüş kalbine, alır koca koca buz kovalarını boşaltır. Bir 'oh' çekersin."

Eda Elbir Şimşek


Dört saatlik epeyce uzun bir yolculuk sonrası, araba kullanmaktan tutulmuş bir halde vardım kasabaya. Pek piri değilim, mecbur kalmadıkça çıkmam arabayla. Bugün buna bir örnek.


Boşuna olmadı bu mecburiyetler, hep de aynı kapıya varır… Melahat ablanın pansiyonu her daim koruyup kollar beni, benim gibileri... Sığınaktır bize. Bir telefonla, naftalin kokan nakışlı yastıklar çıkar meydana, en lüks otellere taş çıkarır bir oda hazırlanır. Bilir tanır da, bir karınca yuvası kadar balkonu da olsa, o odayı hazırlar. Kül tablaları orada.


Sormaz hiç, sonbaharda ne işin var, niye arşınladın bu yolları diye. Derdi olan dökülür. Melahat abla da bunu bilir. Sıra ona geldiğinde iki çift laf eder, kora dönmüş kalbine, alır koca koca buz kovalarını boşaltır. Bir "oh" çekersin.


Kafam puslu desem yalan olmaz. Ağır arabesk müzikler tınlıyor kulağımda. Müslüm’ü hep daha çok sevmişimdir ama şimdi nedense şu şarkının sözleri geliyor aklıma. Yazıyorum. Belki içinden mırıldananlar olur.


"dertlerim bir deniz

ben de içinde bir kayık

söyle nerede çaresi

söyle nerede"


Gerisi nasıldı tam hatırlayamadım.


Acıklı halime güldüm, bir sigara yaktım. Ufak bir tabure de atmış balkona Melahat abla. Hava soğuk, üşüdüm ama olsun. Ağız kaslarımı felç edecek kadar çekip bütün ciğerimi doldururken, dedim ki kendi kendime; böyle kaç sigara yaktın Haluk’la?


Gözlerinin içine bakarak, haylaz gecelerden sonra keyiflenerek, buz gibi tuzlu sulardan sonra "çok iyi gider" diyerek, yağmurlu gecelerde pencere pervazlarına yaslanarak, öğle aralarında sıcak plaza içeceklerimizi yudumlayarak… Saymadık…


Son içtiklerimizin tadı buruklaşmaya başlamıştı. Her biri daha bitmeden söndürüldü. Bir şeyler anlatmaya çalıştı bana, benden anlamamı bekledi. Çok aşıktım.


Cuma gecesi, ofisteki herkes sabahı nerede etsek diye düşünürken, o bana "Melis, işimiz var, sen gitmiyorsun" dedi, "gitme" değil "beraber kalalım" değil. "Gitmiyorsun".

Şöyle bir göz gezdirdim etrafıma, havada uçuştu tüm yobaz kelimeler…


Bütün ofis çıkış kartlarından "düüt" sesinin geldiğine emin olunca, "gelebilirsin" diye de mesaj atmış. Ayağına kadar gitmek, söylediklerini duyana kadar hiç ağır gelmemişti bana?

Neden öyle?


Bembeyaz bir suratla anlattı hemen derdini;

Karısına geri dönüyormuş, "bilmeni istedim" dedi.

Bu şekilde devam edebilirmişiz, "eğer istersem".

Onun elinden gelen buymuş, "oğlunun çok baskısı" varmış.

Ve son cümlesi: "Karar benimmiş".


Bir valiz hazırlamak kaç asır sürer?


Gelmediğim yer değil Melahat abla’nın pansiyonu. Babamın annemi aldattığını öğrendiğimde, kız kardeşim tek bir sebep söylemeden "ben artık buradan dönmeyeceğim" dediğinde, köpeğim Bali öldüğünde hep bastım gaza. Çoğunlukla tuttum gözyaşlarımı, dedim buraya yakışmaz. Denize dökülsünler, başkalarının dertleriyle çarpışıp kaynaşsınlar, çok tuz var ne de olsa iyi gelir yaralara.


Pansiyonun yeşil demir kapısının önündeki küçük masada, üzüm yaprağı sarıyordu Melahat abla. Benim geldiğimi görünce, "Bunlar yarın akşama ama, boşuna heveslenme" dedi. Nasıl da biliyor çok sevdiğimi… "Aç mısın?" diye de sormadan edemedi. İnanır mısınız, değildim. "Sen geç dinlen, yarın senin hesabı da sararız bunlar gibi merak etme" diyerek yolladı beni odama.


Öyle iyi biliyorum ki, anlattığımda "ya senin ne işin var böyle paralı züppelerle" demeyeceğini, "daha tam boşanmamış adama ne diye aşık oluyorsun" demeyeceğini veya "işte böyle mendil gibi kullanıp atarlar kızım sizi" özellikle "sizi" demeyeceğini… Çünkü kimseye demedi. Buraya gelip kapısını çalan, mini eteğiyle şortuyla, elinde rakısıyla birasıyla, kör kütük sarhoş haliyle bile olsa, hiçbir kadına demedi.


Daha on yedi yaşında yaşamış Melahat abla yok sayılmayı, reddedilmeyi. İzmir Aliağa’daki köylerinde, zeytin bahçeleri varmış. Hasat için gelen işçilerden birinin oğluyla gönülleri kaynaşmış. Bir akşam, zeytinlikte oturup sohbet etmişler, birkaç dakikalığına genç olmuşlar işte. Ertesi gün haberleri yayılmış tüm köye, "Melahat işçilerle zeytinliklerde oynaşıyor" diye. Tek kelime kurdurmamış babası, "ben eve gelmeden çıksın gitsin, ben ölene kadar da bu köye gelmesin" demiş.


Sonrası, kendine inanan bir iki akrabanın yanında boğaz tokluğuna, köle gibi çalıştırılıp, horlanmak olmuş. Dayanamamış tabi, bu emeği nerede versem hayatımı kurarım, kimseye muhtaç olmam deyip ayrılmış oralardan. Ne iş bulduysa çalışmış, yatak -yemek parasına. Kimseyi görmemiş, duymamış. Şimdi nerelerde olduğunu zaten anlattım.


Bugün bu balkonda, "üstesinden nasıl gelirim, nasıl doğru bir karar veririm" diye düşünebiliyorsam, bu biraz da Melahat ablanın o günlerde verdiği kararlar sayesindedir. Bazen bilirsin ama tek bir hamle yapamazsın ya hani, işte Melahat abla bizim gibilerin hamlesidir. O attırır ilk adımı bize, o açtırır dilimizi, bir kadehe ortak eder FÜRUĞ cümlelerini… Hayat bize taş olur bir an ama sonra tüy gibi hafifletir.


Şimdiden yarın akşamı hayal etmeye başladıysam karnım acıktı demek galiba, masada sadece Meliha ablanın sarmaları olsun. Çeşit çeşit mezelere gerek yok. Kabul edeyim biraz da bunun için burada olabilirim. Üşüdüm biraz, içeri girip bakayım, üstümü örtmeye de bir şey bırakmış mı Melahat abla?

Comments


bottom of page