Öykü: Üzünç Pastanesi
"Cehennemde hangi departmanda çalışıyorsunuz ağabey!"
Murat Gil
“Lacileri çekip bi’güzel, afili bir kravat da uydurdun muydu, işte o zaman kimse seni kapıdan çeviremez.”
Feridun’a söverken buldum kendimi. Peki bu masaya nasıl gelmiştim? Anlatayım:
O günkü cehennemî sıcağa inat içerinin buz damı oluşu bile, lobide heyecanını bastırmak için spor dergisinin sayfalarını karıştıran bendenizi bir nebze olsun serinletememişti.
Odaya davet edildikten kısa bir süre sonra Feridun’un ballandıra ballandıra anlattığı şirkette bu cazip iş için en uygun adayın karşılarında durduğunu anladıklarını hissetmiştim. Görüşme on beş yirmi dakika kadar sürmüş sürmemişti. İş görüşmelerinin o bilindik “Diğer adaylarla görüşmelerimiz devam ediyor, bir gelişme olduğunda sizleri bilgilendireceğiz.” yalanı atılmamıştı. Bu iyiye işaretti. Köhnemiş tekkemden ayrılırken amirime gözlerimle sövebilirdim artık. Kyklop Holding İnsan Kaynakları Birimi’nden sevinçle ayrıldım. Döner kapıların birinden - çocukken bunlardan geçmeyi bir oyuna çevirirdim - karnımda uçuşan kelebekleri yakalamaya çalışarak çıkıverdim. Kaseti azıcık ileri saralım:
Şimdi bir tepe üzerinde kara saplı bir hançer gibi saplı duran ve şehri panoramik olarak izleyebileceğiniz bu görkemli şirket binasının merdivenlerinde dinleniyorum. İki tutam saçım var ve o tüycükler rüzgâr başımın üzerinden geçerken varlıklarını bana hissettirebildiklerine göre sözleşme imzalamaya davet edileceğim günün hemen öncesinde berberime uğramalıyım ve elli gayme -evet doğru duydunuz üç beş tüycük için tamı tamına elli papel- karşılığında onlardan kurtulmalıyım. Evime şirketin önünde avını sinsice bekleyen sarı timsahlardan birini kullanmadan gitmem mümkün değil. Neyse ki buradan bir an evvel gitme heveslisi öküz başlı bir antilop olduğumu sezen bir tanesi önüme kırıyor da arka koltuğa kuruluveriyorum.
-Kurmaleski’ye lütfen!
Şoför suratına yerleştirdiği lâkayt ifadeyle “Sovyet semti gibi di mi ağabey” deyip benden olumlu bir tepki göremeyince “Üzünç Pastanesi’nin önüne mi ağabey?” diyerek sıvıyor.
-Yok, fen fakültesi nizamiye.
Neşemi hiç kimse bozamaz hele ki adres bilgisini laubalice isteyen bir şoför hiç bozamaz. Kestirip attığımın farkındayım ama bunlara yüz vermeye gelmez. Haspam zevzekliğe devam ediyor: İnsanların buluşma noktasıymış Üzünç Pastanesi de, şehir dışından gelenler bile bilirmişler de, geçenlerde bir bölümü tadilat nedeniyle kapatılmışmış da, şehrin simgelerinden olduğu için kapanacağından korkmuşlar da… Kaç kere oturdun acaba bir masasına sen? Hem senin ellili yılların başında adı “Sevinç”ken sahibesinin mesai saatleri içinde yaşadığı elim bir aşk kazası -flörtleşmeye yeni başladığı herifin mekâna fanfini ile sübye içmeye gelmesi- yüzünden adının “Üzünç” diye değiştirildiğinden de haberin yoktur. Belli ki on dakikalık yolda çekeceğim var. Bitirim şoföre denk geldiğinizde, hele ki çenesi de bununki kadar düşükse, üstüne üstlük böyle ağzının tavanı da yoksa vay halinize!
Tabii ki duramadı ve sordu: Cehennemde hangi departmanda çalışıyorsunuz ağabey!
- Cehennemde?
- Kyklop, işte ağabey.
Kyklop için neden böyle konuştu. Bunu pek tabii sorgulamalı. Sorguyu oyuna çevirmek eğlenceli olabilir. Hem on beş dakikalık masum bir oyundan kimse ölmez ya.
- Kyklop nezih bir kurumdur, cehennem olduğunu da nereden çıkardınız. Ben insan kaynakları biriminde müdür yardımcısıyım.
- Vallahi sizin şirketten bir müşterim var ağabey, her sabah kapısının önünden alır; her akşam aynı yere bırakırım. Her akşam arabaya biner binmez ‘cehennem’de bir günü daha bitirdik çok şükür Beytullah der. Şafak kaç müdürüm diye sorarım. Şafak karanlık be Beyto diye yakınır. Yok Zebani Semiha mı ne, öyle bir kadına küfreder; yok Baş Deccal Fehmi Bey’e söver. Bugün gene şöyle işkence ettiler, bugün gene şu işi kitlediler… Anlayacağın ağabey, kendisini buraya yönlendiren dostunun dahi kulaklarını çınlatmadan inmez arabadan.
Bir sessizlik geliyor ve sohbetin ortasına kuruluveriyor. Aklım durur mu hemen Feridun’un Kyklop için döktüğü dilleri seriyor gözümün önüne: “Şöyle kurumsal böyle elit… Sana teklif edecekleri paketi duyunca şaka yaptıklarını düşüneceksin. Önceden çalıştığın plazalara hiç benzemez Kyklop. Amerikan şirketi oğlum! Boru ticareti yapıyorlar. Boru döşeyeceksiniz ülkeye. Yahu git bi görüş. Zaten sen yeni bir iş istemiyor muydun allasen! Nazlanmayı bırak be!” Ah ulan Feridun beni hangi kuyularda merdivensiz bıraktın?
Oyuna devam edelim:
- Hımm evet Semiha Hanım, ben o beyefendinin söylediği gibi biri olduğunu pek sanmıyorum.
- Valla ben Abidin Bey’in yalancısıyım Bey Ağabeyciğim! Sevgili ağabeyciğim bu laflar aramızda kalır değil mi? Yani Abidin Ağabey bunları size anlattığımı duyarsa beni yakar imanıma!
- Madem o kadar korkuyordun anlatmasaydın.
Kısa bir sessizlik oluyor. Şoförün uslanmayacağı belli, anlatmaya devam edeceğine adım gibi eminim:
- Ben o zebaninin namını başka müşterilerimden de duymuştum ağabey. Yüze gülüp arkadan iş çevirmek bundaymış, türlü çeşit entrika, katakulli desen bundan sorulurmuş, çamur at izi kalsın, iftira yollu adam şutlamalar en bilindik işiymiş. Mobbing mi ne karın ağrısıysa o işin kraliçesi diye anılırmış. Kuyu kazma ustası diyor Abidin Ağabey. Kendi affedersin her boku yer; milletin iffetine, namusuna dil uzatırmış. Anlayacağın ağabeyciğim baş zebaniymiş zatı şahaneleri.
Neyse herkes haddini bilmeli. “Burada olmayan kişilerin hakkında konuşmayalım şoför bey, hoş olmuyor.”
- Vallahi ağabey, ben anlatanların yalancısıyım. Seni, şey yani sizi saymazsak arabama binip de şirket için güzel bir söz eden duymadım nedense. Başta verilip tutulmayan sözler, insanlık dışı mesai saatleri, saçma sapan hedefler… Bunlarla kalsa yine iyi ağabeyciğim baloya gelmişçesine her gün şık şıkırdım giyinip gıybetin dibine vuran tayfa, bayii toplantılarına ev sahipliği yapan otellerde fingirdek oda değişimleri, kendileri gibi şatafat içinde değil sade yaşıyor diye kezban damgası yiyen bacılarımız… Daha sayayım mı ağabey! Vallahi Allah size sabır versin, cehennemde çalışıyorsunuz vesselam.
- “Çek kardeşim kenarı ineceğim ben, mu ne münâsebetsizliktir artık yahu.”
O günün akşamı buluştuğumuz meyhanede taksicinin söylediklerini Feridun’a anlattım. “Bırak ya Allah’ın çapulcusunu!” dedi. Böyle söylentiler her şirket için çıkardı. İnsanları memnun etmenin imkânı yoktu. Madem şikayetçiydiler istifayı basıp gitsinlerdi. Hem daha ne istiyordum ki? Kendimi iyi hissetmediğim ve sürekli şikâyet ettiğim halihazırdaki şirketimden daha iyisine geçebilecek, bunu yaparken Kyklop Holding gibi saygın bir kurumun çatısı altında olacaktım.
Üç gün sonraki görüşmeye bu duygular ile gittim. Bu kez görüşeceğim kişi taksicinin tabiriyle “Zebani” yani Semiha Hanım’dı. Biraz ileri sarıyoruz:
İçeri girer girmez oturduğu yerden kalkarak yanıma geliyor, elimi sertçe sıkıyor ve beni kendi masasından çok daha alçakta yer alan deri koltuğa buyur ediyor. Oda, “Bu çöplüğün horozuna saygı göstermezsen başındaki o birkaç teli de yolarım” tarzında döşenmiş. Duvarda iki tane leopar resmi var. Semiha Hanım daha leopar… Uzun ofis dolabının üzerine kondurulmuş şahin heykeli hemen dikkatimi çekiyor. Resimler, heykeller sanki bir safarideyim. Yerde boylu boyunca yatan zebra derisinin imitasyon olduğunu düşünmek istiyorum. Koltukların haki rengi bana az sonra savanada amansız bir aslan çetesinin saldırısına maruz kalacak bir ceylan gibi hissettiriyor. Serengeti’de terliyor, terliyor terliyorum.
Zebani, sanki ablasının düğünü varmış da düğünün yıldızı olmalıymış fosforunu taşıyan tonda pembe bir tayyör, tayyörün avamlığını tasdik eden pembe ama simli pembe oje sürülmüş uzun tırnaklar ile az sonraki av törenine hazırlanıyor. Baştaki klasik tanışma faslında kendimi anlatırken nereden kurduğunu anlayamadığım bağlantılarla hemşehrim oluyor, hâlihazırda çalıştığım müdürümün neredeyse yatak odasını bildiğine dair espriler patlatıyor. Utana sıkıla gülümsüyorum. Halbuki utanmalıyım değil mi? Burada olmayan biri hakkında konuşulmasına izin vermemeliyim. Ama ne gezer bokun laciverdi değil miyim? İş için her şey mübah oluyor, geçen gün şoförü ayıplayan diller şansölye karşısında birdenbire susuyor.
Başlattığı goygoyun iş görüşmesi resmiyetini götürdüğü o rezil çukuru zaman zaman fark ediyor, toparlanıyor, klişe sorulara sarılarak beni konuşturmaya; çalıştığım yere dair bilgiler almaya çalışıyor. Öğrenmeye çalıştığı şeylerin medeni halim, aile ilişkilerim ve şehirde gitmekten keyif aldığım mekânlar oluşunu hanımefendinin mülakattan bilgi edinebilme yeteneğine - aşağılık bir yaratık oluşuna değil- yoruyorum. Siz anasının gözü de diyebilirsiniz kendisine. Kırk, kırk beş dakika kadar süren sohbetin –gıybetin- ardından nedense elimi yüzümü yıkama, temizlenme ihtiyacı hissediyorum. Ağzının payını verememiş bendeniz için temizlenmek bir hayal, karşısında kemik dilenen bir enik gibi ihildiyorum.
Semiha Hanım samimiyetsizce gülümsüyor ve süreç devam ederken olumlu olumsuz tarafıma bilgi verileceğini iletiyor. Kykloplu olmak çok kolay değilmiş, diyorum.
Saatlerimizi yetmiş iki saat sonraya alalım.
Tabii beklediğim oldu ve üç gün sonra bendenizi aradılar. Cuma günü 17.00’de Fehmi Bey benimle görüşmek istiyordu. Telefonu kapattığımda istemsizce “Baş Deccal” dedim. Açık ofisimizde masa komşum Ayfer kendisine dediğimi düşünmüş olacak “Af buyur!” dedi. Bastım kahkahayı, “Sana demedim ayol, bir müşterim!” diye yalan söyledim. Gülüştük.
Fehmi Bey’in odasının önündeki lobide beklerken gitgide yakınlaşan kahkahaların içeriden geldiğini anlayabilirdiniz. Kapının açılmasıyla koridora taşan kahkahalar Semiha Hanım’a aitti. ”O konuyu bir ara konuşalım.” diye Semiha Hanım’ı uğurladı Fehmi Bey. Beni görmemişlerdi. Müdür asistanı birkaç dakika sonra geldiğimi Fehmi Bey’e iletince içeriye davet edildim. Artık iyiden iyiye seyrekleşmiş saçlarını tamamıyla kazıtarak bir iki yaş gençlik puanı kazandığını düşünen, ellili yaşlarının ortasında uzun boylu, sert mizaçlı bir adamdı Fehmi Bey. Semiha Hanım’ın aksine yalnızca iş hakkında konuştu. Benim pozisyon için aradıkları kişi olduğumu bütün konuşma boyunca sezdirdi. Önümüzdeki hafta bu pozisyonun dolmasını arzu ediyorlardı, beklemeye tahammülleri yoktu. Şirketin yeni aldığı iş için ekibin bir an evvel hazır olması gerekiyordu. Yarın müsaitliğim doğrultusunda insan kaynakları müdürü artık benimle şartları konuşacak ve sözleşmeyi önüme koyacaktı. Kyklop’a bir nevi hoş gelmiştim.
Ertesi gün iki hafta önce yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum hanımefendi ile Skype’ta kısa süren bir görüşmem oldu. Şartları tarafıma iletti. Şimdiki maaşımla fark bir iki saniye sessiz kalmama neden oldu. Ben senelerdir hangi şartlarda çalışıyordum? Saffet Ağabey’in dediği gibiydi: “Eşek olana semer vuran çok olur”du. Pazartesi günü iş başı yapmamı istiyorlardı. Derhal işe başlayacaktım. Şu anki şirketime bir an evvel durumdan bahsetmeli hafta başı başlayabilmek adına evraklarımı teslim etmeliydim. Suratımda eblek bir gülümseme, hayaller, hayatlar, hayaller…
Zıııp… Siyah Ekran! Filmlerdekine benzer ani bir geçiş…
Ekrandaki siyahlık yavaş yavaş aydınlanıyor.
“Çöreklerin yanında bir de su alabilir miyim? Gelen soğuk su da manidar Süheyla Abla! Aşk olsun! Öyle diyorsun da Feridun’a ne diyebilirim ki? Çocuk telefonda böyle bir kahpeliği ne duydum ne gördüm kardeşim diye ağlamalıklı konuştu. Sonuçta kimse bu işe başvurmam için kafama silah falan dayamadı. Evet, kendi şirketimde arkadaşlarımla vedalaşıp üst yöneticime dünyadaki tek ticaret firması burası değil minvalinde bir kapak konuşması yapmasam iyiydi. İnan ol istifa dilekçemi masasına koymam iki saniye sürdüyse, Kyklop’la sözleşme imzalama saatini kararlaştırmak için aradığım hanımefendinin pozisyona başka bir ismin yerleştirildiğini ıkına sıkına söylemesi yıllar sürmüştü sanki. Hemen bir taksiye atlayıp Kyklop’a gittim ama güvenlik personeli randevum olmadan binaya girmemin mümkün olamayacağını söyledi. Cinnet getirmek getirmemek arasında gidip gelmekteydim. Bir köşeye çöküp ağlamaya başladım. Bendeniz, şu koca adam kenarda salya sümük ağlıyordu. Bu sonu Baş Zebani’yle yılışık yılışık dedikodu ederken hak etmiştim. Yanağımda kuruyup yüzümü davula çeviren salya gözyaşı karışımının verdiği rahatsızlığı umursamadan oturduğum banktan bir iğrençlik timsali olarak göğe yükselen holding binasını izledim. Zebaniler içeri girmemi istememişlerdi ancak kazan kim bilir kimler için kaynamaya devam edecekti. Toparlanınca bir taksiye atlayıp buraya gelmek istedim. Beni ilk görüşmemde durağa bırakan taksiciye denk gelseydim keşke dedim. Ben bu cehennemi de içindekileri de ama şu taşlara vurulası başımı da… diye başlayan sövgülerimle onu mest etseydim! Dur, sen sormadan ben söyleyeyim! derdim: “Üzünç Pastanesi’ne güzel kardeşim, evet Üzünç Pastanesi’ne. Lakin içimdeki bu cehennem ateşini oranın buz gibi suyu söndürür belki.”
コメント