top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yalancı Begonvil

"İyilik yapma isteği bilmediğini bile yaptırıyordu insana."

Selmin Akgül


Sıcağı demlenmiş bir günün akşamıydı. Turkuaz rengi havuzun etrafında birbirini kovalayan çocukların şen sesleri geceyi ele geçirmeye hazırlanan sivri sineklerin seslerine karışıyordu. Yaz akşamıydı her haliyle. Telaşsız, sakin ama neşeli. Balkonlardan gelen çatal bıçak sesleri. Birbirine çarpan bardak sesleri. Cırcır böceklerinin sesleri içimdeki yazın seslerine selam ediyordu. Havuzun etrafında konumlanmış iki katlı çatısız beyaz evlere uzanan küçük kiremit rengi parke taşlarını takip ederek evime doğru gidiyordum. Ayaklarımda geçtiğim topraklı yolların tozu, yüzümde denizin tuzu ve duştan sonra kendini belli edecek olan o tatlı güneş yanığı pembeliği vardı.


- Sarı papatyam bakar mısın?

Başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde tek kolu dirseğine kadar alçıda; diğer elinde kuru soğan tutan kadını gördüm. Üzerinde ince askılı pamuktan siyah bir bluz vardı. Bluzun altında kendini belli eden irice iki armut büyüklüğündeki memeleri karnına doğru uzanıyordu. Saçları kısaydı. Erkek tıraşı dediklerinden. Kurşuni renkte. Bir elinde kuru soğan diğer eli alçılı yaşlı kadın, papatyam diye bana sesleniyordu. Bana mı seslendiniz demedim. Hiçbir şey demedim. Sanırım yüzümde bir tebessüm oluşmuştu.


- Yavrum be şu soğanı bana doğrar mısın tek elimle doğrayamıyorum…

İnsanın içine iyilik yapma isteği en çok bu havalarda gelirdi sanki. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Birlikte evine girdik. Adını sormadım. O da bana sormadı. Neticede aynı sitede oturan insanlardık. Her yaz 15 gün birbirimizi görüyorduk. Belki de adımızı da biliyorduk. Bir oğlu vardı diye duymuştum ya da bir vakit o söylemişti. İsviçre’de doğmuş Amerika’da büyümüştü. Doktordu. Ne doktoruydu onu çıkaramadım. Tüm bunları nereden biliyordum, bilmiyorum. Ama adını şu an hatırlamadığım komşumun evinde soğanını doğramaya koyulmuştum.


Yer yer kireçlenmiş, kadının kolundaki beyaz alçıdan damlamış hissi veren, lekelerle doluydu alüminyum evyenin yüzeyi. Yeni yıkandığı anlaşılan ama temiz görünmeyen birkaç tabak çanak da ters döndürülmüş halde evyenin üzerinde duruyordu. Musluğun hemen altında bulunan bulaşık makinasının kapağı yarı açık haldeydi. İçinde market poşetleri vardı. Bulaşık makinasını dolap poşeti haline dönüştürmüştü. Bir bıçak istedim soğanı doğramak için, bir de ekmek kesme tahtası. Tahta yoktu. İlk kez soğanı annem gibi doğradım. Yapabildiğime şaşırdım. Soğana önce dikine sonra da yanlamasına çizikler attım. Küçük küpler halinde döktüm tencereye. Maharetime şaşırdı. Doğrusu ben de şaşırdım. İyilik yapma isteği bilmediğini bile yaptırıyordu insana. Soğanı doğrarken ocağın hemen yan tarafında bir çay tabağına konulmuş dişler gördüm. Midem bulandı. Ya da bulandı sandım. Dönüp kadının yüzüne bakmak istedim. Dişsiz ağzının nasıl bir hale büründüğüne dikkat etmemiştim. Çok konuşmuyorduk. Belki de bundandı diye düşündüm. Soğanlardan sonra ortaya irice bir patates çıktı. Akşam yemeği için kıymalı yumurta ve haşlanmış patates düşünmüştü. Patatesleri de doğrayıp başka bir tencerede kaynayan suyun içine bıraktım. Mutfak tezgahındaki bulaşık dağınıklığını toplamak geldi içimden. İleri gidermiyim diye tereddüt ettikten sonra iyilik olacağını düşünüp el çabukluğuyla önce yıkanmış bulaşıkları ona sorarak yerlerine yerleştirdim. Ardından da tüm tezgâhı temizledim. O ise etrafımda dolanıp tek eliyle bana yardım ediyordu. İşler bittiğinde takma dişlerin yerinde olmadığını fark ettim.


- Yasemin ne zaman gelecek o benim bir tanemdir, dedi.

Dişlerini taktığını anladım. Konuşmaya başlamıştı. Ağzı şekil değiştirmişti. Bir balıkçı sandalı gibi öne doğru uzanan çenesi artık olması gerektiği yerdeydi. Bacak bacak üstüne attı. Bir sigara yaktı. Oturduğu koltuğun önünde küçük bir sehpa vardı. Üzerinde ilaçlar, tansiyon aleti kül tablası bir de telefonu. Sehpanın hemen altına küçük bir çöp kovası iliştirmişti. Sigarasını söndürdükçe küllüğü oraya döküyordu. Ablamdan söz etmeye devam etti. Ablamı iyi tanıyor olduğunu anladım. Belli ki sarı papatya unvanını da bundan almıştım. Adımı bilmiyordu. Tıpkı benim onunkini bilmediğim gibi.


- 15 gün sonra gelir sanırım.

- Ah nasıl özledim onu bilemezsin. O buraya gelince kızım gelmiş gibi seviniyorum. O da bu sitede herkesle konuşmaz. Sen bilmezsin bunları! O tanıyor herkesi. Kimle konuşulur; kimle konuşulmaz iyi bilir! Herkesi tartar. Beni de tarttı. Seçti. Bir gün kahveye davet etti. Sonra öyle başladı dostluğumuz. Ayol! Görgüsüz bunlar hepsi. Biz öyle miyiz? Avrupa görmüş insanlarız. Bunların topu sonradan görme. Sizin çocukların oynadığı kızcağız var ya.

- Kıymet mi onu mi diyorsunuz?

- Ha yaşa! Kıymet. Ah yavrum yazık ona.

- Neden?

- Anasını tanıyor musun?

- Evet biraz sohbet ettik.

- Aman uzak dur. Sizin aile başka. Burada bir sizin aile var konuşulacak bir de yeni gelen doktorların eşi. Onlara da söyledim. Burada bir benle bir de bu Boşnak aileyle konuşulur. Gerisi şarlatan. Bana iftira attılar. Alzheimer olduğumu yaydılar biliyor musun?

- Gerçekten mi! Neden?

- Evimi satıyorum. Amerika’ya geri döneceğim. Mutlu olurum diye gelmiştim buralara. Memleketimde öleyim istemiştim. Beni bilen bilir. Sana Bodrum'da yaşamak yakışır dediler. Geldim bula bula burayı buldum. Huzur vermediler. Tansiyon hastası oldum burada. Artık satıp gitmek istiyorum. Onlar da ucuza almak istiyorlar evimi. O yüzden bana Alzheimerlı diyorlar. Başkasına satamayayım da onlara satmaya mecbur kalayım diye.

- Çok üzüldüm. Size kim söyledi böyle dediklerini.

- Emlakçı söyledi.

- Ben de gittim heyet raporu aldım. Bir görsen heyet nasıl şaşırdı. Meslektaş olduğumuzu duyunca hocam diye hitap ettiler. Sizin hiçbir şeyiniz yok! Alın raporunuzu onlara söyleyin gelsinler bir de onları göreyim dediler.

- İyi etmişsiniz.

- İyi ettim tabi. Ah canım Yasemin. Hep gelir bakardı bana. Bir ihtiyacım var mı diye sorardı. Bir keresinde canım Boşnak böreği çekmişti. Yaseminciğim çarşıdaki Boşnak börekçisinden alıp getirmişti.

- Yapar ablam. İyi insandır. Ben bir çocuklarıma bakayım. Bir şeye ihtiyacınız olursa haberim olsun.

- Ah canım. Dün akşam peynir ekmek yedim. Bu akşam kıymalı yumurta yapayım dedim. Kolum için protein almam gerek. Ama canım bir Boşnak böreğini çekti sorma. Bilir misin yapmayı?

- Ne yazık ki bilmiyorum. İyi o zaman görüşürüz. Ben bir çocuklara bakayım.

- Tamam canım papatyam. Çok konuşma o Tennureyle.

- Kimle?

- Kıymetin annesi Tennure.

- He tamam..

- Neden diye soracak olursan. Söyleyeyim.


Sormayacaktım oysa. Böylesi güzel bir yaz akşamının tadını bozmayacaktım. Sormayacaktım bu irin kokan soruyu. Balkonlara tırmanan o arsız güzellikteki mor beyaz begonvillerin arasına sanki zehirli bir sarmaşık peyda olmuş gibiydi. Bir dokunsam. Bir sorsam. Ayaklarımdan başıma kadar saracaktı her yanımı. Saracaktı zehri bedenimi. Sormadım. Ama o söyledi. Kocasını kendi evlerinde aldatan Tennure’nin kızına da hiç bakmadığını onu sık sık hırpaladığını, evde yalnız bırakıp gittiğini. Evine çağırdığı misafirlerinin iki gün sonra koşarak evlerine geri döndüklerini. Hatta biriyle gece yarısı kavga ettikleri için kendisinin onu misafir ettiğini. Ertesi gün araba ayarlayıp havalimanına gitmesini sağladığını sormadığım halde anlattı. Ayak parmaklarımdan saç tellerime kadar sardı beni begonvil sandığım zehirli sarmaşık.


Oysa Ay ışığı vurmuştu geceye. Bir kadeh kızıl şaraptaydı gözüm. İçimdeki yaz seslerine eşlik etsin istediğim bir romanstı begonvil. Ah begonvil. Ne ettin böyle sen bize. İstediğim tek şey evime gidip denizin tuzundan yalancı begonvilin zehrinden yıkanmaktı. Öyle de yaptım. Sonra sabah oldu. Dışarıdan gelen bir ses duydum. Biri bana sesleniyordu. Tennure'ydi. Kıymet'in annesi. Konuşmak istiyordu benimle. Aşağıya bahçeye indim. Ağaç boyu üst balkon tırabzanlarına uzanan mor begonvilin yanındaydık. Öfkeliydi. Titrettiği bacağındaki telaşta, kara yuvarlak gözlerini sağ sola gezdirmesinde hesabını sormaya hazırlandığı soruların öfkesi vardı. Yaşlı kadın onu evine çağırmıştı. Adını vermek istemediği bir komşunun kendisi hakkında ileri geri konuştuğunu söylemişti. Yine zehirli sarmaşık sarmıştı her yanımı. Kimdir sizce siz duydunuz mu diyordu. Çocuğuma bakmıyormuşum onu evde yalnız bırakıyormuşum. Kime ne? Kim karışır? diyordu. Beni bu siteden kovmaya mı çalışıyorlar! diyordu. Güneşin en kızgın olduğu vakitti. Tüm şiddetiyle içimdeydi güneş. Lime lime ediyordu etlerimi. Tek istediğim yanan vücudumu bir buz küpünün içine atar gibi atmaktı serin sulara. Yalancı begonvilin zehrinden, iftiranın ateşinden kurtulmaktı. Yürüdüm öylece denize doğru.


Sonra bir ara gizlice yaşlı kadının evine girmek istedim. Dişlerini, çay tabağına koyduğu dişlerini almak istedim. Yapmadım. Denize attım kendimi. Denize akıttım begonvilden gelenleri.

bottom of page