top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yalnızca

“Hasta değilsin. Nabzın düzenli. Ne gündüzlerin ne gecelerin tehlikede. Çirkin bile değilsin. Kimsen yok ama delirmedin, ölmedin. Senin kalbin niye çarpıyor hâlâ”


Fatoş Asya Akbay


Sait Faik Abasıyanık anısına

Saatlerdir, havaya kalkmış serçe parmağın ince kasını yontuyordu. Artık yorgunluktan mı, kan şekerinin düşmesinden mi, yoksa heykelin bitmesine yakın duyduğu heyecandan mı bilinmez; titreyen elleri o kası gördüğü gibi belirginleştirmesine engel olsa da Ayten bu, vazgeçmiyordu. Arada bir bahar akşamının belirsizlik içindeki tatlı hüznüne başını çevirip kahvesini yudumluyor, bitmek bilmeyen bir tutkuyla günlerdir çalışıyordu. Bu gece heykeli bitirip de o sırlı havasını solumadan uyumayacaktı. Şeref öldükten sonra, evlenir evlenmez açtıkları avukatlık bürosunu kapatmış, lise yıllarından beri yapmak istediği heykeltıraşlığa başlamıştı. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Soğumuş olan kahveye yüzünü buruşturup, tortulanan kırmızı şarabı kadehine koydu. Şişenin ağzını kapatırken gözünü heykelden ayırmıyordu. Heykelin karşısına geçti, birkaç adım geriye çıktı. Hafifçe eğilerek aynı göz hizasına geldi. Bir elini beline yasladı diğer eliyle de gözlüğünü bir çıkarıp bir takıyordu. Nefesini tuttu, pür dikkat bir daha baktı. Tamamdı. Gözlükten kurtulmak istercesine bir çırpıda çıkardı. Şimdi Heykelin keşfine çıkmaya hazırdı. Kendini yavaşça koltuğa bırakıp kadehini eline aldı.


İçten içe konuşmalarının dışa vurduğu görülmemişti. Bu defa öyle olmadı. Kendi kendine Şeref’le, Orhan’la bir sohbet esnasındaymış gibi konuşuyor, Orhan’ın kumral seyrek saçlarına parmağını geçirip onunla alay edip eğleniyordu. Yalnızca kendi sesini duyunca yüzü düştü.

“Deliriyorum galiba!” dedi. Sanki bir kuyunun içinden –Şeref miydi, Orhan mıydı?­– “Selene! Selene!” diye sesleniyordu.

Onu, Selene’yi bilen Orhan’dı. Şeref’e anlatmamıştı ne Selene’yi ne de o yetimhaneyi.

Orhan’a daha önce duymadığı bir kinle ağlamaya başladı. Şeref’i kaybettikten sonra bu yasın içinde tutunabileceği tek varlık oydu. Orhan ne yaptı? Avare bir yaşamı ona tercih etmiş, gitmişti. Elleriyle sildiği gözyaşlarını üstüne başına sürdü. Kalan ömrünü düşündü, sustuğu onca yılı… Kenara attığı, sırtını çevirdiği şeyler içini kemiriyordu. Bir ölüm yaratamamıştı, ne kendine ne de Orhan’a. Ondan uzak olacağı her yere gitmiş, ikisi için sonu olan bir kelime bulamamıştı. Bir felakete uğramadı. Ufacık bir bela bile gelmedi başına, Orhan’ı arayıp bulması için. Düz bir çizgide yaşayıp gidiyordu. Buna içerliyor, oturduğu yerden suretini gördüğü aynaya “Hasta değilsin. Nabzın düzenli. Ne gündüzlerin ne gecelerin tehlikede. Çirkin bile değilsin. Kimsen yok ama delirmedin, ölmedin. Senin kalbin niye çarpıyor hâlâ” dedi. Orhan’ın resmini ortadan kaldırıp onu öfkelendiren her şeye cevap verdi. Bağırdı çağırdı, bitkin düştü.


Caddede ışıklar sönerken şehir kıpırdanmaya başlamıştı. Serin tatlı bir rüzgâr, Dolunay Apartmanı’nın ikinci katına, gündoğumu cephesine akasya kokuları getiriyordu. Ayten yüzüne vuran bu meltemle uyandı. Donuk bir bakışla el oyması ahşap gardıroba baktı, güneş vuruyordu. Orhan’ın babası keresteci Hayri Usta’nın “Bir kat daha vernik attık mı elli sene ışıldar” deyip, ellerini gardırobun kanadına sürüşünü görür gibi oldu; yetimhaneden onu aldığında, elini sımsıkı tutuşunu, babasının ardından Orhan’la o çocuk yaşlarında kendilerine eğlence arayışlarını, gülüşlerini de…


Tekrar “Selene! Selene!” diyen bir sesle yatağında doğruldu. Yetimhanenin yüksek duvarlarından yankılanan ses değildi bu. Kirpiklerini kaşıdı; yetimhanedeki bakıcı annesinin, ‘Kirpiklerini kaşıma!’ dediği zaman daha da çok kaşınan kirpiklerini... Grileşen saçlarına, mavi gözlerine o asık surat hiç yakışmıyordu. Selene! Selene! diyen, giderek artan, dün gece de duyduğu bu sese, kulak verdi. Ve o ses, onu her şeyi oturup beklemekten vazgeçirdi.

‘’Peki, geliyorum’’ dedi.


Radyoyu açtı. Komşusu demek yetmez, kızı gibi gördüğü Meral’in dün akşam getirdiği böreklerden birini ısıttı. Bir bardak çayla böreğini yedikten sonra ilaçlarını içti. Yaşlı bir ağacın topraktan kurtulan köklerini anımsatan elini, incecik anahtara uzattı. Gardırobun kanadını açtı. Şeref’le birlikte diktirdikleri bej renkli keten mantosunu askıdan özenle aldı. Hiristo Petrevski’ye diktirmek için aylarca beklemişti. Manto eskimesine eskimişti ama Ayten en iyi onunla anlaşıyordu. Diğerlerinin yüzüne bile bakmadı. Şapkasını taktı. Ebruli ipek eşarbı gardırobun rafından alırken ellerine döküldü. Boynuna doladı. Taba rengi ince deri kordonlu saati bileğine taktı. Saat çalışmasa da Ayten, zamanla ilişkisini donduran bu bozuk saati takmaktan hiç vazgeçmezdi. Hâlâ gücüm kuvvetim yerinde dercesine kavradı çantasının sapını. Narin bedeninin yükünü taşımaktan yorulmuş ayaklarını süet pabuçlarına geçirdi. Yıllarca parmakla gösterilip yabancı muamelesi gördüğü, daha da kötüsü ‘’gâvur’’ yaftası yediği, ne oralı ne buralı olduğu tarihe –bin dokuz yüz kırk altı mayısına– dönmeye, bu imkânsızlığı deneyimlemeye hazırdı.


Radyoda “bekledim de gelmedin sevdiğimi bilmedin” şarkısına semai bir usûl tutturmuş lavanta kokulu perdeleri ona el sallıyordu. Şeref sedef çerçevenin içinde bakakalmıştı.

İstasyona geldi, biletini kestirdi. Bineceği treni izledi baştan sona... Kompartımana girdi, yeni döşenmiş antrasit renkli koltuğa oturdu. Karşısındaki boşluğa selam verip gülümsedi. Bir cevap gelmeyince de dudaklarını kaldırıp o boşluğu küçümsedi. Trenin hareket etmesiyle arkasına yaslandı. Gözlerini pencereye dikti, geçip gidenlere... Gürültünün, sarsıntının ritmiyle ağırlaştı gözkapakları; daha fazla dayanamayıp uykuya daldı. Bu takırtı, onun tek başınalığını yüzüne vuran sessizlikten iyiydi. Ancak gürültü bir ortamda deliksiz uyuyabiliyordu. Ekspres uzun bir yolu geride bırakıp küçük denilebilecek bir garda nefes nefese çığlıkla durdu. Ne kadar uyuduğunu fark edemeden, takırtıların kesilip yerini sessizliğe bırakmasıyla içinde pek de hoş olmayan bir hisle uyandı. Böyle uyanışlara alışıktı. Toparlanıp trenden indi. Neredeyim, hangi zamanda diye düşünürken sanki ona bunların cevabını verecekmiş gibi bozuk saatine baktı. Sonra da tren garındaki saate. İkisi de aynı zamanı gösteriyordu. Saat buradan dönmeye başladı. Yüzünde genç bir gülümsemeyle, biraz ileride havuzun kenarındaki banklardan birine oturmuş, yaşını başını almış adama, “Bu saatte herkes uyur sanırdım,” dedi.


Adamın umursamazlığına aldırmadı. Orada sabahı bekledi. Tan ağarmaya başlayınca istasyondan ayrıldı.

Doğup büyüdüğü muhitine geldi. Aynı denize sevdalanan, balık tutup nasibini alan, ekmeğini aynı zeytinyağına bandıran, kafası dumanlı dumanlı aynı şarkıyı çığıran insanları görür gibi oldu. “Bakın bunlar Rum!” diyen çocuklara rastlamadı. Orhan’la, Şeref’le sık sık buluştukları çay bahçesine girdi. Şapkasını masaya bıraktı, diğer eliyle de eşarbı boynundan çözdü. Ağaçların her birinin ayrı bir sesi olduğunu fark etti, ilk kez görüyormuşçasına gülümseyerek baktı onlara. Gençten, zayıf biri masaya yaklaşarak “Hoş geldiniz efendim,” dedi. Saygılı bir tavırla menüyü uzattı, “Ne alırsınız?” diye sordu. Ayten menüye bakmadan ‘’Petro Böreği. Ha! Bir de demli çay,’’ dedi. Genç anlamadı, bir daha sordu, ‘’Rum Böreği’’ cevabını alınca sipariş kâğıdına iki tik atıp küllüğün altına bıraktı.


Ayten çayı içti, böreği beğenmedi. Başparmağındaki lâl taşlı yüzüğün ve gösterişsiz bir alyansın süslediği eliyle cüzdanından çıkardığı parayı gence uzattı.

“Güzel, değil mi?”

“Evet efendim, gerçekten çok güzel. ”

Ayten, "Hayri Usta’nın. Bana verdi. Lakin emanet gibi taşırım, yitecek diye de korkarım. Biliyorum ‘Hayri Usta kim?’ diye sormayacaksın ama…" diye konuşma arzusuyla gencin yüzüne baktı. Konuşmayı uzatacaktı belki ama gencin onu dinlemeyi bıraktığını hissedince sustu. Gencin gözü diğer masalardaydı, boşları toplayıp gitti. Ayten oradaki havayı solumanın huzuruyla gözlerini kapatıp kısa bir süre daha ağaçları dinledi. Yetişmesi gereken bir yer olmadığına hayıflanarak kalktı. Mantosunu daha fazla sırtında taşımak istemedi, eline aldı.


Yan sokağa girdi. Hayat kavgasıyla, canla başla, kendine yol açan bir yürüyüşle değil, hafızasındakileri duymak istercesine etrafına bakınarak yürüyordu. Manto sanki o günleri peşinden sürüklüyordu... Okulunun önünde durdu. Okul dağılmış, öğrenciler sel gibi yolun sağına soluna doğru ayrılıp uzaklaşıyordu. Orhan’la okuldan koşarak eve dönüşlerini ve hazırladıkları öğle yemeklerini anımsadı. Orhan, kayalıklara oturur hayal kurar, ölmüş bir martıya avucuyla su içirmeye çalışır, "şair misin ne boksun" diyenlere aldırmadan Ayten’e masallar anlatırdı. Mezun olacakları sene olan o büyük kavgada Orhan’ın kavgayı geriden izlediğini gören Ayten “Biz neciyiz burada, heeyy!” diye gözünü karartıp dalmış, erkeklere kafa tutmuştu. Şeref Ayten’i ilk orada görmüş hayran olmuştu. Kahverengi gözleri Ayten’e bakarken nasıl da ışıldıyordu. Çok geçmeden ayrılmaz bir üçlü olmuşlardı. Bundan böyle bir yanında Orhan bir yanında Şeref, Ayten’den mutlusu yoktu. Ayten’in yüzünde gamzelerinden taşan bir gülüş yer etmişti.


Bir yaz gecesi Orhan tek başına dolaşırken ağacın altında Ayten’le Şeref’i görmüştü. Şeref fısıltıyla “Yaşadıkça sana sadık kalacağım, seni seveceğim,” diyor, Ayten’i dudaklarından öpüyordu, Ayten de karşılık veriyordu. Orhan oradan hemen uzaklaşmamış, nefesini tutup bir süre daha gizlice onları izlemiş, bacakları titremeye başlayınca gitmeye karar vermiş, sırtını döndüğü sırada oracığa yığılmıştı. Şeref “Gel!” diyerek Ayten’in elinden çekmiş, ikisinin kahkahaları, bayır aşağı koşuşturup karanlığa karıştıkları zaman kesilmişti. Orhan, kendine gelince öfkesi de sönüp gitmişti. Denizin huzurunda saatlerce ağlamaklı yosun gözlerle oturup martıları izlemişti. Günlerce ne Şeref’i ne Ayten’i görmek istemişti.


Ayten onu nihayet bir gün çarşıda esnafla laflarken yakaladı. Biraz eğik duran kaşlarını çatmış, dudaklarını sivriltip cılız bir ıslık çalarak yürürken koşup koluna girmişti. Konuşmadan, birbirlerine bakmadan yürümüşler; Orhan enikonu içinde bir yumuşama hissetmişti. Aynı akşam üçü yemekte, mahkeme koridorlarında olup bitenleri konuşmuşlar, bir taraftan da Orhan, onlara yazacağı kitabı anlatmıştı. Daha sonra geç saatlere kadar oturup, radyoda “dertleri zevk edindim ben de neş’e ne arar” şarkısına eşlik edip rakı içmişlerdi. Ayten’le, Şeref’le geçirdiği o güzel saatler, oradan ayrılınca Orhan’dan hemen acısını çıkarırdı. Çoğu gece uyuyamaz, saatlerce denizi seyrederdi. Ve içinden yükselmeye hazır, bu alçak perdeden kötü niyetli sesi susturmak için balıkçıların peşine takılır, geceyi onlara olmadık hikâyeler anlatarak geçirirdi.


Ayten’e karşı hissettiği bu arzu, Ayten Şeref’le evlendikten sonra daha da artmıştı. Şeref’in Ayten’i tutuşu, evlerinin yokuşunu çıkarken durup soluklanınca boynuna yapışan saç tellerini alışı, hiçbir zaman boyamadığı dudağının kenarını izleyişi ona dayanılmaz acılar veriyordu. Ayten’le arasındaki bu aşk duvarına çarpmaktan ve her seferinde daha da dirilen arzularıyla yüzleşmekten, sorunlu bir avare olmuştu. Onların yanındaki lüzumsuz varlığına daha fazla dayanamayıp Ayten’e yakın olmak için mahkeme salonlarında yaptığı muhabirliği bıraktı, Şeref’in ani ölümünden iki yıl önce İstanbul’a yerleşti. Göç edenler eşyalarını, hatıralarını, belki travmalarını, belki sevgiliyi de unutmayı öğrenebilirlerdi.


Uzunca bir süre yazıştılar. Ayten önce mektuplara cevap vermeyi, daha sonra da okumayı kesti. Vaktiyle onunla konuşmak için her şeyi yapacak olan Orhan, Ayten’i omuzlarından silkmiş, kendi yoluna gitmişti. Ayten için her şey inandırıcılığını yitirmişti. Mektupları görüp okumamak için kendini, heykellerini oradan oraya taşıdı. Orhan, mektupları geri dönse de Ayten’i yanındaymışçasına hissediyor; ona, Sivriada gecelerini, ölen martıyı, Marika’nın dostu Deli Hurşit’i, Beyazıt Camisi’nin avlusunda havuz başında onu bekleyişini, bir başkasında saçlarını görür gibi olduğunda şairleşmeye başladığını, Ayten’in gelme ihtimali olmayan yola gözünü dikişini, sisli gecelerde İstanbul’un uyumuş rıhtımında tek başına onu düşündüğünü, tramvayın gıcırtısını, budalaca gülen kızlara kızışını, bütün bir gün duyduğu Hişt! Hişt! sesini… yazıyordu.


Ayten, sokaklarda nereye gideceğini bilemeden Orhan’ın anlattığı hikâyelerin arasında dolaşıyordu. Havuz başındaki adam hâlâ aradığı kederi bekliyor muydu? “Kimseler âşık değil mi bu şehirde” deyip kendine mi yoksa başıboşluğuna mı sataşıyordu.

Plaja indi, denize karşı ayaklarını uzattı. Adamın biri plaja doğru koşuyordu. Kalabalığın içinde bir Ayten bir de kendini iki taşın arasına sıkıştırmış yaşlı köpek dikkatle onu izliyordu. Denize yaklaşınca durdu. Kan ter içinde, kuyudan sıcağa çıkan bir testi gibiydi. Parmaklarını saç diplerine sürdü ve açıp ellerine baktı. Sırtında onu izleyen bir çift göz varmış gibi irkiliyor, denizin içinde kendi kendiyle boğuşuyordu. Deniz onu biraz yatıştırmıştı. Terini, belki sıkıntısını da serin suya bırakıp çıktı. Plajdaki pis bir ayna gözüne çarptı. Şöyle bir eline alıp baktı. Can sıkıntısıyla bile denemeyecek bir boş vermişlikle, durup dururken aynayı kırdı. Etrafındakiler, ne olduğunu anlamaya çalışarak hayretle ona bakıyorlardı. Herkesin ilk aklına gelen adamın deli olduğuydu. Güneş, tepelerinde olanları izliyordu. Adam, birilerinden kaçarcasına gitti, bir ağacın altına oturdu. Orada hava kararıncaya kadar bekledi. Gazinolardan hoş sadalar geliyordu. Elini cebine soktu, dudağına bir vals yapıştırdı. Mesut bir adam gibi, sanki aynayı kıran o değilmiş gibi Ayten’in yanından geçti.

Ayten sarı ay ışığının altında gözlerini kısarak iyice baktı. Oydu! Orhan’dı! Riyasız, sevilmemiş, tuhaf bir hali vardı. Güneşin örselediği yüzünü herkesten çevirmiş kayıtsız adımlarla vapur iskelesine yürüyordu. Ayten göğsünü zorlayan sese elini koydu, nefesini tuttu, başını yere eğip omuzlarının arasına gömdü. Elleri titremeye başlamış, göğsüne saplanan sızı boğazında düğümlenmişti. “Orhan,” dedi. Başını kaldırıp yüksek sesle ‘Kırıldım! Korkuyorum! Şimdi ne olacak?’ demek istedi. Yıllardır seslenmeye cesaret edemediği boşluğa bundan sonra da konuşmak gereksizdi. Uzaklığa; Orhan’ın ardındaki boşluğa, bir daha baktı. Orhan vapura binmiş, bin dokuz yüz kırk altı mayısından çoktan uzaklaşmıştı.

Comments


bottom of page