top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Ziya

"Zihni ununu eleyip eleğini duvara astığı bu dönemde üzerini örtüklerini savuşturacak yeni bir problem bulamadığından onu geçmiş cephesine savaşa yollamıştı."


Fatoş K. İyigün


Zaman alır sürüklerdi gömdüğümüz acıları. Önüne katar akar akardı. Ve elbet sızardı nehrin suyuna. Sahi ne mi olurdu sonra? Hep av olurdun eninde sonunda…

Doktor huzursuzca kımıldanırken Ziya’nın içinden bir ses “Adam senden çok sıkıldı,” diyordu. Olsun. Yapacak bir şey yoktu. Sıkılacaktı. Ziya ne yapsındı? Adam bitkindi. Bitmişti.  Aylardır uykusuzluktan çukuruna kaçmış kahverengi çekik gözleri ince bir çizgiydi. Ve o gözler istemsizce duvarda kayan saatin gölgesini takip ediyordu. Düşünceleri desen onlar da tıpkı o şuursuz parlak gölge gibi konudan konuya kayıyordu. Dur durak bilmiyordu. Çıkık alnına düşen esmer saçlarını eliyle arada bir geriye atıyordu. Sıkıldı mı öyle yapardı. Kızdı mı yuvarlak camlı gözlüklerini burnunun üstünden iterdi. İtiyordu. Yüzü solgundu. Kara sarı. Kirli sakalı ile kirli bıyığı arasındaki ağzı. O küçük ağzı hafif aralık, emre amade.

Susmamacasına aklına geleni dillendiriyordu. Arada bir diliyle dolgun dudaklarını ıslatıp devam ediyordu. Son olarak doktora “Nicel birikimler nitel sıçramalara yol açarmış,” dedi. Doktor, yılgın bir sesle, “Devrim zamanın gelmiştir belki,” diyerek ayağa kalktı. Beş dakika müsaade istedi. Ziya işte o anda, tam da doktorun kapıdan çıkacağı anda, o gerginlikte, yüksek perdeden bir kahkaha attı; hem de hiç yüzü kızarmadan. 

Toplumsal trajedilerle birlikte kültürel çöküntünün yaşandığı bu dönemde utanma, arlanma, hak, hukuk, adalet, merhamet, mahcubiyet ve haysiyet gibi dilden bile silindi silinecek kavramlara sıkı sıkıya tutunma konusunda eline su dökebilecek insan sayısı pek az kalsa da artık Ziya'da ne utanma kalmıştı ne arlanma. Ayrıca Ziya yıllar yılı kapitalist sisteme hizmet etse dahi, düzene karşı durmaktan, dokuz olmasa bile en az dört beş görevden al aşağı edilmiş ama hiç düşmemiş gibi azimle daha çok, daha çok çalışmıştı. Hatta statüsü düşürülmüş olsa da altında veyahut birlikte çalıştığı insanların ona gösterdikleri saygı daha da artmış bu da patronlarını çılgına çevirmeye yetmişti. Kendinden önce hep ailesi vardı. Onlar için çalışır onlar için yaşardı. Kendine ait hayali olmayan bir adamdı. Ailesinin hayallerini kendi hayali sayar, bundan zerre miskal gocunmazdı. O hiçbir şeyden şikâyet de etmezdi. Çalışsın yeterdi. Gecesini gündüzüne katıp çalışan bir adamdı. Oysa şimdi o eski halinden eser kalmamıştı. Kendini bütün ruhuyla tembellik uykusuna bırakmıştı. Öyle hiçbir iş yapmadan bütün gün ya camın önünde oturuyor ya odasından hiç çıkmıyor ya da saatlerce eline bir kitap alıp okumadan boş boş sayfalara bakıyordu. Akşam oldu mu ölmeyecek kadar bir şeyler atıştırıyor sonra içtikçe içiyor, kendini kör kuyularda buluyor, varlığından nefret ediyor, yaktığı mumlar gibi eriyip gitmek istiyordu. Ona yardım etmek isteyenleri tersliyor; büyük küçük dinlemiyor, canını yakan ne var ne yoksa hepsini kırar mıyım, üzer miyim demeden dillendiriyordu. Haftada bir gün dışarı çıkıp deliler gibi alışveriş yapıyor, hepsini ambalajları ile kiler odasına atıyordu. Çocukları, dostları, arkadaşları Ziya'nın açmadığı telefonlara aldırmıyor, kapısına dayanıyordu. Ziya ise kapıyı açmadığı gibi onları kovalıyordu. Gerçekten o naif kibar adam tüm bunları utanmadan sıkılmadan yapıyordu. Annesi öleli iki istifa edeli bir yıl olmuştu. Ve Ziya bu zaman zarfında yavaşça başka, bambaşka bir adam olup çıkmıştı. Ve yaşamak ağır bir yük gibi geliyordu ona. Ve ölüme karışmak kendi varlığına karışmaktan daha yeğ geliyordu. Ama ölmüyordu. Öyle öleyim deyince ölünmüyordu ya, bundan mütevellit yaşıyordu. “Karınca kararınca yaşamak,” diyordu kendi kendine. Ölemiyorsa kimseye rezil olmadan yaşamanın bir yolunu bulmalıydı, ki bu doktoru buldu. Ve son bir aydır doktoru taciz ederek görüşmeye gitmenin o küstah zafer duygusu -araya hatırlı tanıdıklar sokmak ve habersiz kapıya dayanmak- son kalan utanç kırıntılarını silip süpürmeye yetmişti. Ve artık Ziya kendisi olmaktan çıkmış dört nala felaketine koşuyordu. Ve biliyordu: Zihni ununu eleyip eleğini duvara astığı bu dönemde üzerini örtüklerini savuşturacak yeni bir problem bulamadığından onu geçmiş cephesine savaşa yollamıştı. İnkâr edilmiş ne var ne yoksa, hepsi, günü gelir deniz üstü köpürür ve insanın felaketi olurdu olmasına ya o felaketlerden sağ kurtulanlar hep yeni başlangıçlar yapardı. Kim bilir belki Ziya da sondan başa, baştan aşağıya “tabula rasa” diyerek yaşamayı becerenlerden olacaktı. 

Ziya haklıydı. Bu dünyanın adaleti yoktu. Çünkü Ziya ektiğini biçmiyordu. Biçse dünya değil o alacaklı olurdu ya dünyanın ondan alacağı hiç bitmiyordu. Ve işin aslı Ziya zamanında ona yapılan haksızlıkları yok saymış olmanın böyle bir yerle yeksan oluşa, her ilişkisinde terk edilişe ve geçmişiyle böyle bir savaş başlatabileceğine hiç ihtimal vermemişti. Nasıl versindi ki, yıllarca yaşanmamış saydığı, helalleşmeden gömdüğü onca olayı olduğu yerde kalır, kendini ona hatırlatacak cüreti bulamazlar sanmıştı. Ziya isyanını yüreğine esir edip olanı biteni silmişti. Ve bir gün gelip o sükût etmiş esirin baht dönüşü yapmaya yemin etmişçesine kükreyeceğine hiç mi hiç ihtimal vermemişti. Gel gör ki o kükredikçe kükremiş özgürlüğünü istemiş, tanınmayı beklemişti. İstiyordu ki duyulsun. İstiyordu ki bilinsin. Zaten bu hayatta olan biten her ne varsa hepsinin nedeni bilinmek isteği değil de neydi…  

Yıllar geçmişinin acısını şimdisine hep akıtmıştı. Ziya da hep bulanık sularda yüzmüştü. Ve gerçek şuydu ki, o onlarca kez av olmuştu. İki evliliği dahil tüm ilişkilerinde seçmemiş seçilmişti. Hepsinde sevilmemiş sevmişti. Her defasında terk etmemiş edilmişti. Hayatına aldığı her kadın öyle ya da böyle onu incitmeyi becermiş veyahut o buna izin vermişti. 

Gerçek şuydu ki, bu hayatta av olmak istemiyorsan acılarını inkâr değil ikrar etmek zorundaydın. Ve şimdi o geçmişin atlanmış ama atlatılamamış; her anını ve saniyesini kendisine zehir zıkkım edecek kadar kudretlenmiş o dönemine nasıl bir girizgâh yapacağını hiç bilmiyordu. Geçmişi hatırlayıp anlatmak dudaklarında uçuklar, dilinde yaralar, gözlerinde arpacıklar ve anılarıyla savaş çıkarmayacak mıydı? Bil-mi-yor-du ama kafasına göre aldığı ilaçlarla yaşamıyor, yaşayamıyor, savaşıyordu. İç çatışmaları, hesaplaşmaları basbayağı savaşa dönüşmüştü. Bir tarafta kimsenin duymasını, bilmesini istemediği hatta kendisinden bile gizledikleri bir tarafta ise susturup bastırmak adına ihanet ettiği mahcubiyeti ve haysiyeti vardı.

Neticede hiç tanımadığı bu doktora gelip gidiyordu. Doktora ilk seansta “Benim bastırılmış isyanlarım var.” demiş ve “Ne bilinçli adam.” cümlesini doktorun gözlerinden alt yazı halinde geçerken okumuştu. Gerçi Ziya girizgahta iyi olsa da süreçte berbattı. Ne ilk seansta ne sonraki mecburi seanslarında ne de şu anda bir türlü canını yakan gerçeklere gelemiyordu. Canımızı yakan şeyler dokunaklı geçmişimizden; analarımızı, babalarımızı, sevdiklerimizi korumak ve gururumuz zedelenmesin diye sakladığımız gerçeklerden geçiyordu ya insan içine gömüp gizlediği şeylerin söze dökülüp açılıp saçılmasını ar, namus, onur meselesi yapıyordu. Halbuki insan kendiyle savaşmaya başladı mıydı, işte o vakit, ruhu yara alır sonunda kendini koruyamayacak kadar zayıf düşerdi.

Oda kapısının açılmasıyla irkildi. Doktor yerine geçince Ziya yenilgiyi kabullenip, “Zamanınızı çalıyorum, kendimden kaçıyorum, hakimiyetini kaybettiğim bir hayatın içinde savruluyorum! Umutsuzum! Her gece sallandığım o boşlukta çektiğim ızdıraba artık katlanamıyorum. Ölmek istiyorum… Evet ölmek… Ama aslında yaşamak… Geçmişi hatırlamaktansa öleyim dahi iyi diyorum demesine ya aslına bakarsanız delicesine yaşamak istiyorum.”

“Bu hayatta yola devam edebilmenin sırrı geleceği geçmişle birlikte kucaklamaktan geçer… Ve sen de lütfen git onu kucakla ve bana yaz…”



“Zaman yayılıyayılıverdi…Geçmiş şimdideydi… Bana öyle geldi ki kabullenmek yaşamak inkâr etmek ölmekti…”

 

Pek kıymetli doktor,

Aklımı nasıl toplayıp yazacağım konusunda pek bir fikrim yoktu ama istediniz… Madem istediniz o zaman apır sapır, bağlı bağsız satırlara vuracak tüm olan bitenler… Ayrıca yazdıklarımı olduğu gibi göndereceğim size hülasa öyle derleyip toplamaya niyetim yok; yani olabildiğince dürüst olmaya gayret edeceğim.

Akşamın sönen ışıkları altında, burada, bu dağın başında kalemi elime aldım, yazıyorum. Şayet yaralarımı kanatıp kurutmazsam özgürce ölecek olan ben olmayacağım biliyorum. Ayrıca bilmenizi isterim ki ben en başından bu yana, bu hayatta, yaşayacağımı bilerek ölmeyi değil öleceğimi bilerek yaşamayı tercih ettim. Ve her ne kadar insan kendi adına ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilmese dahi içinde cereyan eden savaştan öylesine yorgun düşer ki zaman zaman kendini ölüm fikrine gülümserken bulur… Tıpkı annemin ölüm döşeğinde gülümsediği gibi…

Ve şimdi size olan biteni yazıyor olmanın bende yarattığı tarifsiz tuhaflık bir yana, burada, bu yabanda, ateş böceklerinin ışığı altında, gürül gürül akan nehrin şarkısında kendimi hiç olmadığım kadar güvende ve huzurlu hissediyorum. Zira ben bu yolculukta her şeyi kendime itiraf edip geçmişi, yaşananları ve bana yaşatılanları inkâr değil ikrar ettim… 

Evet doktor ben bir yola çıktım. Esastan yola çıktım. Bir yol üzeri kilometrelerce gittim.  Batıdan kuzeye mesafeler açıldıkça rüzgâr daha sert esti. Yağmur hiç dinmedi. Yol denizi uzunca bir süre hiç terk etmedi. Ve ben sardıkça dağın eteğini, benim kendimden başka bir derdimin olmadığını fark ettim. Fark ettim ki, her yol bana çıkıyor ve her adımda belim biraz daha bükülüyor. Ve hayatımda ilk kez bu yolculukta “Sevgisizliğe hüküm giymiş çocukluğuma ‘susma isyan et’,” dedim. Avaz avaz yuvarlandı acım, o yüce dağlardan yarlara… “Acaba,” diye sordum kendime, “Acaba yarlar acılarla mı derinleşir?” 

Zağar öyle. Yoksa bu yarlar olmasa bu dağlar bu acıları nasıl taşır. Kim bilir. Ve sonbaharın sararıp soldurduğu ağaçlara gözümü dikerek arabamı uçurum kıyısı yollarda sürdüm… sürdüm… sürdüm… ta ki pus yolu, göz gözü görmeyecek hale getirene dek sürdüm. Ve hasılı kelam nasıl becerdiğimi hala hatırlamasam da o pusta arabayı zor bela kenara çektim. 

Pus pus pus…

Sus sus sus… 

Ve o pusta koskocaman bir çığlık attım…

Ve o kocaman çığlık yeri göğü yerinden oynattı. Gök yarıldı; rüzgârı yüzümü, yağmuru başımı okşadı… Ben ters yüz dünya alt üst oldu… O çığlık geldi şimdiyi böldü… Zaman kayganlaştı… Yayılmaya başladı… Öyle hızlıydı ki zaman… öyle hızlı… öyle hızlıydı ki sanki tüfekten çıkan bir mermi gibi ben de kendimi hayatımın en acı anlarında aynı anda buldum… Zaman tek bir ana sığdı… Zamanın durduğu hissine kapılıp öldüğümü düşündüm ta ki nehrin sesini duyasıya… Sonra sese doğru aktım. Ah doktor ah, meğer şimdi geleceğin geçmişiymiş anladım… Ve doktor yaşamak inkâr değil ikrar etmekmiş… 

Neyse doktor. Siz inkâr etmek ile ikrar etmek arasındaki o boşluğu bilir misiniz? İşte akşam oldu muydu ben orada yaşardım… İşte orasıydı benim meydanım. Güreşip güreşip yenilemeye doyamadığım, uykuya değil felaketime yattığım meydanım. Ben o meydanda sallandırdım bunca yıl kendimi… Ve demek ki bunca yıl sonra kendimi astığım ip artık yaşamam için kısa gelmeye başladı da ben öle yatmayı istedim. Gerçi istedim istemesine de yaşama hevesim hep bir adım öne geçti, geçti ki ben de size geldim. Yani sizin anlayacağınız tüm bu çaba yaşamak içindi. Ne menem şeydi şu yaşamak… öleceğini bile bile… ölmeyi istesen bile ne ağır basan bir şeymiş… hem de kabul etsen de etmesen de ilk ve son nefesin arasındaki mesafeden uzun değilmiş… Anladım.

Ve doktor şimdi gelelim kabullendiklerime: Ben iki insanın çatal kuyruklu acılarının kaynaştığı yerden doğdum. Önce onlar benden sonra ben onların hayata karşı duyduğu öfkeden kurtuldum. Ben tekinsiz evlerde, ben kendime ait olmayan odalarda, örselenmiş çocukluğumun ardından şımartılmamış bir gençlik yaşadım. Ben o yalnızlıkta düğmemi hep yanlış kadınlara yanlış insanlara ilikledim. Ama söktüm. Ama söküldüm. Ama hiç pes etmedim. Ben her defasında bir yerinden bu hayata dikiş attım. Evet çok heveskar az günahkâr yaşadım. Ve anasız babasız da büyüsem öyle ya da böyle ayakta kaldım. Ama onlar düştüğünde onları gidip ben kaldırdım. Her şeyi unuttum. Her şeyi unuttular. Unutmak onların da benim de işime geldi. Hiçbir şey olmamış gibi. Aile gibi. Gibi gibi onları yaşamıma aldım.  

Ve şimdi o çocuğun zamanı. Her şeye rağmen değil her şey ile birlikte o çocuğun sesini duyma zamanı.  

Şöyle dedi bana:

“Hiçbir şey yaralamadı beni Ziya senin unutup gitmen kadar… Ne beni besleyen sütün ağzımda kesilmesi, ne gövdemde yer etmiş kemer izleri, ne de kulağımda her daim çınlayan “Bi gebersen de kurtulsak ” cümlesi…

Şöyle dedim ona:

“Yolsuz ve yurtsuz bir unutmaktı benimkisi. Puslu kıtalara saklanmış bir kayıptı sanki. Ve öyle çok canımı yakardı ki karanlık akşamlarda ne aradığımı bilmeden o yolsuz yeri hep aradım. Senin çığlığın uykularımı didik didik didiklemeye başlayınca korkup kaçtım. Ben hep kitaplarıma sığındım. Ve ben yıllarca neden bu kadar çok okuduğumu bilmeden başkalarının hikayelerini okudum durdum. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan...Ve burada, çıktığım bu yolculukta fark ettim ki okuyuşlarım ne Plautus’un hangi düzende dize kurduğunu ne Meaursault’un nasıl bu kadar duyarsızlaştığını ne Ruth’un bir bahçıvanın elinde ağaç olmakla bahçıvan olmanın aynı şey olabileceğini düşüncesi veyahut daha birçok şeyi çözmek istediğimden ya da meraktan değildi. İtiraf etmem gerekirse benimkisi seni hatırlamamak içindi.“

Comments


bottom of page