top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yazmasam ölecektim ya da bir teselli ver!

Oylum Yılmaz


“Neredeyse içgüdüsel bir insanlık durumu olarak birbirimize hikayeler anlatma istediğimiz, bir hikayenin anlatıcısı ya da kahramanı olmayı arzulamaktan hiç vazgeçmeyişimiz, kaybedeni biz olan bir oyunun verdiği tesellinin kuvvetinden başka neyi işaret ediyor olabilir ki?!” Oylum Yılmaz edebiyatın bize oynadığı o karanlık ‘umut oyunu’ üzerine yazdı.


Sait Faik’in çok meşhur bir ifadesi var, hepimiz biliyoruz: “Yazmasaydım, delirecektim.” Bugün artık deyim yerindeyse ayağa düşmüş, ucuzlaşmış, aforizmalaşmış ve pek çok yazarın üzerine hemen hiç düşünmeden alıp giydiği bir tür yazar rol-modeline dönüşmüş bir kalıp. Kuvvetli bir ifade bu, ne yalan söyleyeyim. Ama aslında tam olarak Sait Faik’e de ait değil. Yani tam olarak böyle söylemiyor yazar. Ne diyor peki? “Yazmasam deli olacaktım.” Bakın aslında bu daha da kuvvetli bir ifade belki ama aforizmanın, kalıplaşmış ifadenin kaderidir zaten kendinden biraz kaybetmek, Sait Faik için de öyle olmuş, ama ne gam! Konumuz da zaten delirmek değil aslında, delirmemek, delirmemek için, yaşama bilinçle tutunmaya devam edebilmek için yazmak; yani ölmemek için edebiyat!

Sait Faik Abasıyanık

Aslı şöyle: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”


Eğri oturup doğru konuşalım, Sait Faik’e bir parçacık bile aşina olan bir okurun bu paragrafın gücünden çarpılmaması, hani derler ya burnunun direğinin sızlamaması imkansız. Bu her tuşun üzerine yüreğinin bütün açıklığıyla, zekasının bütün derinliğiyle, bir ömrü içten gelen bir yeteneği daha da parlatmak için çalışmış olmanın verdiği maharetle basmış bir piyano üstadını anımsatan ve yürekte çın çın çınlayan kelimelerde, edebiyatın içinde saklanan ‘olağanüstü’ ne kadar şey varsa hepsi aynı anda saklıdır. Gücünü, heba olup gitmek üzere olan bir ömrün, delirmemeye direnen bir bilincin hazin umudundan alır.


Ben burada delirmeyi bilincini yitiren öznenin dolaylı ölümü olarak görüyorum. Çünkü malum, deneysel değil, gerçek bir delirmenin romanı ya da hikayesi teknik olarak yazılamaz. Deliliğin gerçek dili sanılanın aksine hiç de “edebi” değildir ve burada anlatısal bilincin yok oluşu, ölümü işaret eder. Çünkü eğer gerçekten delirirseniz yazamazsınız, ve eğer yazamazsanız bir edebiyatçı olarak ölürsünüz! Parçalanmış özneyi metin üzerinde delirterek anlatan ve giderek imgesel sayıklamalar halinde en uç noktasına ulaştıran modernistlerin kullandığı bilinç akışı tekniğinde bile iş gelir dayanır nihayetinde bilince ve delilik anlatısı bilinç duvarına çarpar. En ama en uçlarda dahi, kendi mantık akışını tutturmak zorunda kalır yazı. Sözün kısası burada okuduğumuz en imgesel, en deneysel, en uçlarda gezen bir metin bile delirmiş birinin değil, delirmek üzere olan bir öznenin anlatısıdır. Delirmiş birinin yazdıklarını kimse okumaz. Ve işte tam da bu yüzden “yazmasaydım ölecektim”e kadar varabilir bu iş.


Hayattan kestiği umudu edebiyatta arayan


Yazmasaydı ölecek olan yazar, hayata yazıyla, yazarak tutunur. Yazma eyleminin kendisi, yazarın beklentisini kestiği hayat ve parçalara ayrılan ve tam olarak deliremeyen bilinciyle birlikte umuda dönüşür. En karanlık, edebiyattan ve okumaktan beklentisini kesmiş bir metin bile hiç değilse yazılmış olmaktan dolayı içinde bir umudu barındırır. Hayattan kestiği umudu edebiyatta arayan bir yazar umududur bu.


Dikkatli okur başından beri edebiyatta umudu okuyandan yana değil yazandan yana ele aldığımı fark edecektir. Bunun iki sebebi var. Birincisi bizim edebiyatımızın geleneğinde yazan-kahraman’ın yoğunluğu, bugün eski ağırlığı o kadar kalmasa da kültürel ve siyasi olarak yazarın merkezi konumu. İkincisi ise edebiyattan medet umacak kadar hayatının merkezine edebiyatı almış, okumayla ilişkilenmiş her okurun, yazıyla doğal bir ilişkisinin olduğu önkabulü. Bu ikincisinin benim tamamen kişisel çıkarımım olduğunun da altını çizmeliyim. Gerçek edebiyat okurunun hayatında tek bir kelime yazmamış olsa dahi yazarın çalışma masasında oturduğunu, onun suç ortağı olduğunu ve dolayısıyla yazma sanatının doğal bir parçası olduğunu kabul etmekle ilgili. O zaman yolumuza Oğuz Atay’la devam edelim: “Aman yarabbi! Dünyanın sonu geldi. Yazalım Albayım. Başka çaremiz yok.”


Yarım kahraman, ideal yazara karşı!

Recaizade Mahmud Ekrem

Yazarlar ikiye ayrılırlar. Başarılı, hem edebi anlamda hem aydın-entelektüel olarak toplumda varlık gösteren “ideal” yazarlar ve edebiyatta kendini gösterememiş, kıyıda köşede kalmış, tutunamamış yazarlar, diğer bir deyişle, yarım kahramanlar. Tahmin edersiniz ki, 19. yüzyıldan itibaren bizim edebiyatımızda da ağırlıklı olarak varlık bulan yazar “cinsi” bu yarım kahramanlardandır. Yani, tutunamamış, toplumsal olarak başarı anlamında bir varlık gösterememiş bu yarım kahramanlar, “ideal yazar” karşısında dururlar. Sözgelimi Ahmet Mithat’ın, Peyami Safa’nın, Vedat Türkali’nin mükemmel kahramanlarına karşı Oğuz Atay’ın kahramanlarını düşünün, Recaizade Ekrem’in kendi dilinin ne olduğun bile bilmeyen zavallı Bihruz’unu, Halit Ziya Uşaklıgil’in tutunamayan şairi Ahmet Cemil’i, Tanpınar’ın ruhu durmadan çalkalanan kahramanlarını. Bu ikinci tür kahramanların hemen hepsinde bir yazarlık, yazma hevesi, bir yazar kahramanlık muhakkak vardır ve edebiyattan, yazmaktan umulun medet, toplumla, kültürle, siyasetle ve gündelik hayatla kurulan bağ ne kadar zayıfsa o kadar kuvvetlidir. Öyleyse edebiyattan beklen, umulan şey için, bu karanlık bir umuttur diyebilir miyiz?


Kaybeden kahramanların ezici çoğunluğu bizi sonu kötü biten karanlık bir masala davet eder durmaksızın, edebiyatın vadettiğini düşündüğümüz umut, insan ruhunu merkeze aldıkça vaadi yükselirken karanlık tonu giderek artar. İnsana ve dünyaya dair gerçeği ortaya koyan, ideal, özgürlükçü, örnek yazarların kaleme aldığı o harika, o faydalı edebiyat eserlerinin dünyasından geriye sadece kötü kahramanların çınlayan kahkahaları kalmıştır geriye. Edebiyatın gerçekle ilişkisi de yine beklentilerimizin aksine tam tersinde birleşmiş, kurmacanın gerçeği anlatmaktan çok ötede bir yerlerde oyalandığı, gerçeği anlatma arzusu büyüdükçe, uzaklaşıldığı kesinleşmiştir üstelik. Yazanın da, okuyanın da.


Karanlık bir umudu, -biraz daha yumuşatacak olursam, ışıklı, aydınlık bir umudun karşısında yağmurlu bir öğleden sonranın verdiği gölgeli umudu- içinde taşıyan, ancak da zaten o kadarını yazana ve okuyana vadeden edebiyat, buradan bakınca bir kedi-fare oyunu sunmaktadır bize. Bilinçli öznenin ölmeden önce yaptığı son şeydir yazmak, son anlamlı şeydir, çünkü delirmeden, ölmeden önce, ölümlü bedenden geriye kalan son şey yine ve sadece o olacaktır, yani yaratım, yani eser yani edebiyatın kendisi. Ölüme karşı her zaman edebiyatın galip geldiği bir oyundur bu. Yazar önce hayatta varlık bulabilmek, hayatla başedebilmek, delirmemek için, sonra ise ölümsüz olmak, ardında bir şeyler bırakmak için yazacaktır. Kaçınılmaz ölüm geldiğinde ise ondan ve kaybetmemek için edebiyata sarıldığı bilinçten geriye bir şey kalmayacaktır; edebiyattan başka.


Teselli bulmak için okumak


Bundan birkaç zaman önce tamamen tesadüf eseri Abdülhak Şinasi Hisar’ın bir kitabı geçmişti elime. “Kelime Kavgası”. Yazarın denemelerinden, aforizmalarından, çeşitli yerlerde yayımlanmış edebiyat üzerine makalelerinden oluşan bir derleme. Burada bir yerde, bir yazar olarak beklendiğinin aksine okumayı bir iş olarak görmediğini, bilakis okumaktan ve kitaplardan teselli bulduğunu söylüyordu yazar. Teselli bulmak için okumak, tıpkı Sait Faik’in kalemi öpmesi kadar iç burkucu ve güçlü geliyor bana hem yazan hem de durmaksızın okuyan biri olarak. Neredeyse içgüdüsel bir insanlık durumu olarak birbirimize hikayeler anlatma istediğimiz, bir hikayenin anlatıcısı ya da kahramanı olmayı arzulamaktan hiç vazgeçmeyişimiz kaybedeni biz olan bir oyunun verdiği tesellinin kuvvetinden başka neyi işaret ediyor olabilir ki?!


Edebiyatın umudu, onda teselli bulma imkanının ötesine geçmiyor belki ama yine de yetiyor.


bottom of page