İkinci On Yıl
Aysu Önen
Nobel tartışmalarının nihayete yaklaşması, çeviri edebiyatın dünya edebiyatını yutması, Amerikan rüyasının yıkılışı, İskandinav melankolisinin yükselişi, keşfedilmeyi bekleyenler, yıldızı fazlasıyla parlayanlar, coğrafyasız, haritasız, merkezi iktidarsız, sadece dilde ortaklık kuran bir edebiyat hayaline inananlar...
Aysu Önen umut üzerinden dünya edebiyatının son on yılını değerlendirdi.
Edebiyat, geçen yüzyıl bu vakitler modernizmin etkisindeydi. Endüstriyelleşmenin, kentleşmenin ve sosyal mobilitenin değiştirdiği yaşamlar birbirinden uzaklaşıyor, yabancılaşıyor, öğrenilmiş sınıfsal ve ahlaki düzene sığmıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası edebiyat küskün ve merdümgirizdi. Batının kültür ve uygarlık idealine karşı hayal kırıklığı içindeydi. Bu kırıklık ve parçalanma dile, biçeme ve imgelemeye yansır. Bir iyimserlikten söz edilemese de, insanlar birbirlerini anlamıyor olsalar da, savaş sonrasının çorağında yeni bir anlam, estetik ve metafor arayışı yayılır. Ortaya konan her eserde zor metinden anlam çıkarma, okurun yükü olacaktır.
Modernizmde edebiyat yalnızlık, noksanlık ve kendi kendine konuşmaysa; zamanı kavrama şekli de felsefi ve muğlak olmalı. T.S Eliot şiirindeki alçak sesli “cesaret edebilir miyim, rahatsız etmeye evreni?” sorusunu hatırlayın. 2010’lu yılların edebiyatına belki de bu sorudan bakmak gerek. Şimdi ve derhal aciliyetinde tetiklenen bir öfkenin, haklı bir ses yükseltmenin edebiyatı olma çabası var. Çeşitliliği, farklılığı, azınlığı, ötekiyi temsil eden; evreni rahatsız etmeye cesaret eden bir edebiyat. Kendi yankı odasında okurunu buldu, bir elin nesi var iki elin sesi var oldu belki 2010’ların edebiyatı. Ancak odanın dışında, hakikat sonrası gerçeklikte kutuplaşmış, algoritmaların yönettiği fikirleri değiştirmeye, popülist bir ifade özgürlüğünün nefret söylemine dönüşmesini engellemeye gücü yetmedi.
İngilizceyi araçsallaştırmak
Kültür savaşları devam ediyorken, dünya edebiyatı İngilizce çeviri ile birbirine bağlanıyor. Buna post kolonyal eleştiriler sıralayabiliriz ama pragmatik olalım. Edebiyat endüstrisinin yapıtaşları olan ödüller, sözü dinlenen eleştiri yayınları, yazarlara platform sunan festivaller, sosyal medya, çeviri hakları ağı İngilizce üzerinden dönüyor. 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Olga Tokarczuk bile, romanları İngilizceye yıllar önce çevrilmiş olsa hayatının nasıl olacağını merak edermiş. Çoğu roman önce İngilizceye çevrilirse fark ediliyor ve diğer dillerde okura ulaşma fırsatı buluyor. Bazen ölmüş bir yazar yeni bir İngilizce çeviriyle dünya edebiyatına ikinci bir giriş yapıyor. Dünyanın böyle yeniden keşfettiği iki yazar Clarice Lispector ve Tove Ditlevsen oldu son yıllarda. Roberto Bolano’nun ölümünden sonra yeni romanları yayımlandı
Nobel Edebiyat Ödülü, edebiyat bu kadar endüstrileşmemişken bile çeviriyi dünya edebiyatının ayrılmaz değeri olarak hayatımıza sokmuştu. Ödül hangi dilde yazan yazara verilirse verilsin çeviriyle bütün dünyaya sesinin ulaşacağını garanti ediyordu. Ta ki ödül 2016’da sözlü edebiyata katkılarından dolayı Bob Dylan’a verilene dek. Ödül Bob Dylan’a verildiğinde çeviri zinciri kırılmış oldu. Yazılı olmayan bir edebiyat çevrilir miydi? İngilizce bilmesek de Bob Dylan şarkı sözlerine bir şekilde eşlik ediyorduk, çeviriye ihtiyaç yoktu değil mi? Tomas Tranströmer, İsveççe şiirlerini yazmayıp gitar eşliğinde söyleseydi 2011 ödülü sonrası ona eşlik edemezdik ama. Oysa söz ve sesten ibaret gerçek tanıklıkların dünya edebiyatı kanonuna “çokseslilik” biçemi olarak katılmasını sağlayan Svetlana Alexievich 2015 ödülü için ne kadar doğru bir seçimdi. Ya da Marlon James’in Bob Marley’e suikast planlarını anlattığı “kakafonik bir orkestranın sesi” olarak övülen 2015 Booker ödüllü romanı Yedi Cinayetin Kısa Tarihçesi. Nobel edebiyat ödülündeki kırılma cinsel taciz ifşası ve finansal çıkar ilişkileri skandalı nedeniyle jürinin bir yıl ödül vermemesi, 2019’da iki ödül birden açıklanırken ödülün ırkçı söylemleri ortada olan Peter Handke’ye gitmesiyle devam etti. Edebiyat endüstrisinin ortak refleksle Handke’yi dağıtıma almadığını söylemek yanlış olmaz.
Bu nedenle Amerikan Ulusal Kitap Ödülleri’nin çeviri edebiyat kategorisi açması, Uluslararası Booker’ın ödülü yazar ve çevirmene paylaştırması çok önemli gelişmelerdi. Ödül kazanan Han Kang’ın Vejetaryen ve Marike Lucas Rijneveldt’in The Discomfort of Evening romanları edebiyat eleştirisinde ciddi ve kapsamlı çeviri tartışmalarına yol açtı.
Booker Ödülü, ödül kapsamını Britanya, İrlanda ve eski imparatorluk sömürge coğrafyası Commonwealth ülkelerinden daha geniş bir alana, İngilizce yazılmış bütün eserlere açık hale getirdi. Açıkçası, Booker ve Commonwealth ilişkisi, yılların sömürgeci eğitimi sonucu kendi dillerinde değil de öğretildikleri İngilizce ile yazan yazarların dünya edebiyatına tanıtılması yoluyla bir tür kefaret ödemek gibiydi. Dünya İngilizcesine açılan ödülün ilk kazananı Amerikalı George Saunders’ın Arafta romanı olmasıyla, Commonwealth yazarlarına gösterilen takdir bir anda Amerikan edebiyat pazarının rekabetiyle karşılamış oldu. Yine de coğrafyasız, haritasız, merkezi iktidarsız, sadece dilde ortaklık kuran bir edebiyat fikrine inanabilmek güzel.
“Aslanlar kendi tarihlerini yazmayı öğrenmedikçe, avın tarihçesi hep avcının zaferiyle sonuçlanır. Bana İngilizce gibi bir dil verildi, ben de bunu kullanmaya kararlıyım” diyerek sömürgeciliği özetlemiş, İngilizceyi kültürel bir silah olarak kullanma hakkını ilan etmişti Chinua Achebe.
İngilizcenin edebiyatta araçsallaştırılmasını son on yılda en başarılı ve en geçerli nedenlerle uygulayanın Nijeryalı yazarlar olduğunu iddia edebilirim. 2010’lu yılların dünya edebiyatında mercek altına alınması gereken bir olgu. 2013’de kaybettiğimiz ve aynı yıl ölümünden sonra Nobel Edebiyat Ödülü alması için tartışmalı bir kampanya başlatılan Nijeryalı yazar Chinua Achebe’nin 1958 yılında yayımlanan romanı Parçalanma’yı yerel dille değil de İngilizce yazmayı seçmesi bir devir açar. (Parçalanma, adını William Butler Yeats’in modernist şiiri Second Coming-İkinci Geliş’teki bir dizeden alır. Modernizm karşılaştırmasıyla başlayan bu yazıda sözü yine bu şiire getireceğim.)
“Aslanlar kendi tarihlerini yazmayı öğrenmedikçe, avın tarihçesi hep avcının zaferiyle sonuçlanır. Bana İngilizce gibi bir dil verildi, ben de bunu kullanmaya kararlıyım” diyerek sömürgeciliği özetlemiş, İngilizceyi kültürel bir silah olarak kullanma hakkını ilan etmişti Chinua Achebe. Nijerya edebiyatının İngilizce yazmayı seçen yeni nesil ödüllü yazarları Chimamanda Ngozi Adhichie, Chigozie Obioma, Ayobami Adebayo, Abi Dare ve Oyinkan Braithwaite eğitimli Afrika’nın orta sınıf Batı’yla aynılığını, Afrika tinselliğini ve töresini kentli yapmayı ve göçmenliğin sınıfsal sorunlarını anlatıyor 2010’lu yıllarda daha çok. İngilizce edebiyatın ana pazarları Britanya ve Amerika’da yayımlanmış olmak, diğer dünya dillerine çevrilmenin kapısını açıyor ama Batı edebiyat endüstrisinin kendi okuru için Afrika edebiyatının nasıl olması gerektiğine dair yönlendirmesi İngilizce silahının kimin elinde olduğu meselesini yine karmaşıklaştırıyor. İrlandalı yazar Edna O’Brian, Nijerya’ya Batı’dan bakarak, Girl adlı bir roman yazdı örneğin geçen yıl. Boko Haram’ın kaçırdığı kız çocuklarının hikayesi.
James Joyce’tan beri süren İrlanda edebiyatı İngiliz edebiyatı mıdır tartışması, 2010’lu yıllarda İrlanda edebiyatının kendini ayrıştırmasıyla sustu gibi biraz. İrlanda’nın mitolojiden doğan bir hikaye anlatıcılığı hüneri var. İrlandalı olma halini, politik milliyetçilige bulaştırmadan edebiyatla örmeyi başarmış bir hüner bu. Geleneğin ve ailenin, din ve cinselliğin çağdaş bireyi ruhen ve bedenen tutsaklaştıran baskısını, İrlanda’ya aidiyetin sancılarını çağdaş edebiyata taşıyan yazarlar Sally Rooney, Eimear McBride, Emma Donoghue, Colm Toibin, Anne Enright, Anna Burns mutlaka okunmalı. Joyce adını duyar duymaz İrlanda edebiyatından ürkenler ise Tana French, Dublin Cinayetleri polisiye serisiyle başlayabilir.
Göçmenlik ve Amerikan rüyasının yıkılışı
2010’ları Brexit ve Trumpizm yılları olması edebiyatta göçmenlerin sesinin daha çok duyulmasına yol açtı. Politik baskı arttıkça ses daha yükselir, yayılır. Batının göçmenleri insandan saymasının, eğitim ve çalışma hakkını tanımasının, asimile olarak örnek vatandaş muamelesi görme olanağını bahşetmesinin şartını dil bilmeye bağlamasının sonucu, atalarının kökleri dünyada, dili son neslin yaşadığı İngilizcede var olan yazarlar öne çıktı. Burada edebiyatta seçtikleri yol ikiye ayrılıyor. Bir grup göçmen kimliğini hiç unutmadan örüyor edebi dünyasını, köklerine tercüman olup onların hikayelerinin unutulmaması, yeni nesillere taşınması gayesiyle yazıyor. Diğer grup ise daha bireyci. Nereden geldiğim, kökenim benim parçam ama benim hayatım doğduğum yerde, zamanda, dilde başlar diye insanların biricikliğini, başkalığının ve nadirliğinin güzelliğini, insan olmanın kökensiz bir yeterlilik olması gereğini anlatıyor. Ortak noktası var bu iki edebi yolun. Nesilsel de olsa, bireysel de, maruz kalınan ırkçılık ve zenofobi travması çok derin. Valeria Luiselli, Hanya Yanagihara, Jhumpa Lahiri, Celeste Ng, Viet Thanh Nguyen, Ocean Vuong, Luis Alberto Urrea, Elizabeth Acevedo dikkat edilmesi gereken yazarlar.
2010’lu yılların en önemli yazarlarından Amerika’da yaşayan Meksikalı Valeria Luiselli son romanı Kayıp Çocuk Arşivi’ni İngilizce yazma nedenini göçmenliğe kendi ayrıcalığından uzaklaşarak dışarıdan bakma ve daha nesnel detayları görme ihtiyacı olarak belirtiyor.
Göçmen kökenli yazarlar dilerlerse Amerikan rüyasını yerle bir edebilirler. Kendi hikayelerini anlatma hakkı ve iradesini elde etmeleri çok önemli. Öyle ki Jeanine Cummins adlı kendisini “beyaz Latin Amerikalı” olarak tanımlayan bir yazarın Meksika’yı ve Amerika’ya göçü anlattığı American Dirt romanı gerçek içgörüleri yansıtmadığı, kendisine ait olmayan bu konuya dışarıdan, samimiyetsiz gözlerle baktığı için epey tepki çekti. 2010’lu yılların en önemli yazarlarından Amerika’da yaşayan Meksikalı Valeria Luiselli son romanı Kayıp Çocuk Arşivi’ni İngilizce yazma nedenini göçmenliğe kendi ayrıcalığından uzaklaşarak dışarıdan bakma ve daha nesnel detayları görme ihtiyacı olarak belirtiyor. Yazar, Kalabalıkta Yüzler ve Dişlerimin Hikayesi romanlarını İspanyolca yazmayı seçmişti.
Latin Amerika edebiyatı sürekli büyük bir edebiyat geleneği yaratıp sonra her şeyi yıkıp yeni eserler üretmeyi başarıyor.
Arjantin edebiyatının en verimli yazarlarından Cesar Aira’nın 2010’lu yıllarda hız kesmeden yazması hayranlık verici. Zaten şaşırtıcı olmak, meraklandırıp akıl karıştırmak gelenekten girip gerçekliği hiçe sayıp avangarda kayan Aira için olmazsa olmaz. Okurken hep akla gelen bir nasıl yazıyor böyle sorusu. Rivayete göre karalamasını yayımlatır asla ilk yazdıklarının üzerinden geçmezmiş. Arjantinli yazarlar Samantha Schweblin ve Mariana Enriquez, Meksikalı Yuri Herrera, Mario Bellatin, İspanyol Andres Barba, Şilili Alejandro Zambra son on yılın Latin Amerika edebiyatında rahatsız edici, korkutucu, düzen bozucu, bazen neo-gotik hayat hikayeleriyle çoğunlukla başlangıcı çocukluğa bağlı bir sosyal gerçeklik yaratıyorlar. Korkunun kaynağı, geleneksel büyülü gerçeklik fantazmagorisinden ziyade, ayrıcalıklı hayatların konforlarını yitirmeleri, varoluşun en basit ihtiyaçlarına ulaşamayınca çirkin hayatta kalma dürtülerinin ortaya çıkışına dayanıyor.
Domestikten distopyaya oradan Napoli’ye şiddet
Buraya kadar dünya edebiyatını dillere ve ülkelere bölerek özetlemeye çalıştım. 2018’de kaybettiğimiz Ursula K. Le Guin anısına kadın edebiyatından kendine has bir ülke olarak söz etmek istiyorum. Üç önemli akım vardı kadın edebiyatında: Domestik şiddet romanları, feminist distopyalar ve Elena Ferrante’nin Napoli romanları üçlemesi. Kadın edebiyatı toplumsal olaylardan ve kadınların gerçek tanıklıklarından yola çıktı, daha sonraki yıllara kalacak edebiyat klasiği eserler yazıldı, sonra da edebiyat endüstrisi tarafından bir çoksatar pazarlama alt türüne dönüştü.
Gillian Flynn’in 2012’de yayımlanan Kayıp Kız romanı ve David Fincher yönetimindeki film uyarlaması sonrasında “kız romanları” furyası ile doldu kitapçılar. Trendeki Kız, Penceredeki Kadın, Yazgı ve Gazap romanları tipik örneklerdi. Orta-üst sınıf evlilikler, rekabetçi iş dünyası ve aile hayatı arasına sıkışmış kadınlar, canavara dönüşen koca ve sonunda intikamını alan kadınların hikayesi onlarca romana konu oldu. Çoksatar diye, ayrıcalıklı zengin kadın derdinden bana ne diye burun kıvırmak kolay. Günümüzde kesişimsel feminizm sınıfa, ırka ve cinsel kimliğe bağlı ayrımcılıkla ve eşitsizlikle savaşmayı öncelerken, 90’li yılların beyaz kadın feminizmi kadınlara sınıf atlamayı, rekabetçi eril iş dünyasında cam tavanları kırmayı, en yüksek maaşın, en üst düzey yöneticiliğin, en marka evliliğin peşinden koşmayı öneriyordu. Bu feminizm yaklaşımı geçerliliğini yitirince, bazı kadınların hayatı, seçimleri ve başarısızlıkları ev içinde gördükleri duygusal ve fiziksel şiddet hikayeleriyle bir tür bedel ödetmeye döndü. Sevimsiz, güvenilmez anlatıcı, depresyonda kadın karakter, toplumun sorumluluğu dışındaki bu kendi seçimi domestik dünyada kendi hatalarının cezasını çekiyordu. Tavanarasındaki deli kadın tipolojisinin zengin mahallelere taşınmış hali gibi. Feminist kılığında son derece mizojinist bir yaklaşımdı bu ve bu yaklaşımdan beyaz kadın ayrıcalığını patriyarkanın bir parçası olarak gören feminizimler de yararlandı. “Metoo” hareketi daha sonra başlayacaktı.
Feminist distopya toplumcu gerçekçi ama fantastik, nitelikli edebiyat ama çoksatandı. Bazen kadınları kurbanlaştıran şiddet pornosuna bazen feminist politik direnişe dönüştü.
Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü romanının dizi uyarlaması ile feminist distopyalara olan ilgiyi artırdı. Öyle ki romanın devamı Ahitler’i yazmak zorunda kaldı. Şüphesiz dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınların kendi bedenleri üzerindeki kazanılmış irade hakları otoriter aşırı sağ iktidarlarca tehdit altındaydı ve tehlike kurmaca değil gerçekti, hâlâ da gerçek. Feminist distopya toplumcu gerçekçi ama fantastik, nitelikli edebiyat ama çoksatandı. Bazen kadınları kurbanlaştıran şiddet pornosuna bazen feminist politik direnişe dönüştü. Naomi Alderman, Sophie Macintosh, Louise Erdrich romanları türün okunmaya değer, geleceğe kalacak örnekleri.
Elena Ferrante, Napoli üçlemesiyle yazar olarak kendine ve kadın roman kahramanlarına ait bir evren yarattı. Çocukluktan yetişkinliğe, mahalleden okula, evlilikten evi terk etmeye uzanıyordu. İki kadın arkadaşın karmaşık, sevgi ve nefret dolu ilişkisi ve hayatlarına giren bir İtalyan mahallesi dolusu karakter üç roman boyunca süren bir edebiyat zaferiydi. Yazar Ferrante’nin gerçek kimliğini saklaması hem romanların edebi değeriyle ilgisi olmayan bir pazarlama stratejisiydi hem de eleştirmenlere yazar yoktur metin vardır diye bir hatırlatmaydı.
Knausgaard ve İskandinav melankolisi
Elena Ferrante yazar olarak ne kadar yoksa, 6 kitaplık Kavgam serisinin yazarı Karl Ove Knausgaard o kadar vardı ve çoktu. Edebiyata otokurmaca diye hayatın her anının yazıya dökülmesiyle sonuçlanan bir tür girdi ve yazılanlar roman değil 21. yüzyılın edebiyat olayı olarak adlandırıldı. Hem Knausgaard’ın kapaktaki vesikalık resmine baktık hem neler yaşamış, hissetmiş, kendi içine nasıl bakmış, sorgulamış, biraz daha hissetmiş öğrendik. Bir erkek olarak bu kadar açık ve duyguları ön planda yazması belki de edebiyattaki en patriyarka yıkıcı tavırlardan biriydi. Aynı zamanda “önemsiz” detaylarla uzayıp giden bir üslupla süslediği hayatının 6 kitap edeceğini varsaymasına da çakma bir alçakgönüllülük denebilir. Kendisinden daha uzağı görmeyen bir yazar bakışını bu kadar uzun süre sürdürebilmesinde tuhaf bir başarı var. Knausgaard daha sonra Mevsimler dörtlemesini yazdı. Yeni roman serisinin de bir üçleme olacağı haberleri dolaşıyor.
İskandinav edebiyatı, kuzey polisiyeleri ile dünya edebiyatında çok büyük bir yer kaplamaya başlamıştı. O kadar büyük bir fenomene dönüştü ve edebiyatı aştı ki “İskandinav Noir”, 2013 yılında The Economist dergisine kapak oldu. İskandinav ülkelerinden iyi polisiye çıkıyor ama çağdaş edebiyatı gölgede bırakmasın. Kjersti Skomsvold, Dag Solstad, Erlend Loe, Jon Fosse minimalist, insanın iç dünyasından yazan ve genelde sevgisizliğe, melankoliye, boş mekanlara ve yalnızlığa karakter veren İskandinav yazarlar.
Black lives matter
“Black lives matter”, Amerikan seçimlerinden önce siyah Amerikalıların haksız yere polis şiddetiyle hayatlarını yitirmeleri sonucu bütün dünyaya yayılan, siyahlara yapılan ırkçılık karşıtı bir hareketti. 2014 yılında Baltimore’da duymaya başlamıştık bu kavramı. Ta-Nehisi Coates oğluna yazdığı mektup formundaki kitabı Dünyayla Benim Aramda ile “black lives matter” fikirini edebiyata taşıdı, hatta beyazların en sevdiği ve anladığı siyah yazar olmakla eleştirildi. Hareketin bu yılki kitapları daha çok kurmaca dışı ve beyazların okuyup anlamaları ve ırkçı olmamamakla kalmayıp ırkçılık karşıtı olmayı öğrenmelerini savunuyor.
2010 yılında Time dergisinin kapağında “büyük Amerikan romancısı” başlığıyla Jonathan Franzen vardı, romanı Özgürlük yeni yayımlanmıştı. 2019 yılında ise kapak “Amerika’nın hikaye anlatıcısı” başlığıyla Colson Whitehead’e verilecekti, Yeraltı Demiryolu ve Nikel Çocukları romanlarının başarıları ardından. Edebiyattaki taht değişikliğini anlatan şahane bir kıyas. Belki Philip Roth’la birlikte büyük Amerikan romanının ölümünün, Toni Morrison’ın ardından siyah kadın gücünün ölümsüzlüğünün ilan edilmesi daha iyi bir metafor olabilir.
Siyah yazarlar kendi hikayelerini anlatıyorlar ve ırkçılık karşıtı olmayı ciddiye alan ve yaşamsal bir duruş olarak benimseyen beyaz okurun dinlemek, yargılamadan öğrenmek gibi bir sorumluluğu var. Siyahlarla gerçek günlük hayatında hiç karşılaşmasa da siyah hayatlarla tanışmak zorunda. Siyahların kendi gerçekliklerinde siyah olmanın bilinciyle yaşadıkları ve siyahlıklarından bağımsız yaşadıkları anları bilmek gerek geç kalmadan. Irkçılık sistematik ve kurumsal olsa da insanla başlayıp insanla bitebilir. Jesmyn Ward, Yaa Gyasi, Angie Thomas, Zadie Smith, Tayari Jones, Brit Bennet, Paul Beatty, Marlon James, Kiley Reid, Jacqueline Woodson, Bernardine Evaristo, James McBride, Helen Oyeyemi, Hilton Als gibi yazarlardan öğrenilecek çok şey var.
Dünya edebiyatı ırk, milliyet, özdeşleşme
Zadie Smith gençken siyah yazarları okumayı ve sırf siyah olduğu için özdeşleşmek zorunda kalmayı reddettiğini yazar Bugün Farklı Düşünüyorum deneme kitabında. Siyah kadın roman karakterlere yüklenen ilahlaştırmanın bir işe yaramadığını; onların insanlığını, hatalarını, kusurlarını, ruhlarını, sıradanlıklarını okumanın edebiyatlar üstü bir özdeşleşme deneyimi olduğunu vaadeder.
Dünya edebiyatını okurken farklı ırktan karakterleri anlamak, merak etmek, empati duymak insanın kendisini sabah uyandığında ne kadar bir ırka ve milliyete ait olarak görmesine mi bağlı? Dünya romanına bir özdeşleşme kapısından mı girmek gerekiyor? Irkı görmezden gelip coğrafyaya hayran olmak ne kadar doğru? Ya da başka ırkı, kültürü, davranış ve duyguları roman gibi okumak yerine bir vitrine yerleştirip incelemek?
Koskoca dünya edebiyatından seçimlerimizi edebiyat endüstrisi tanıtım kampanyaları ve ödüllere göre yapabiliriz. Bir aşinalık istiyor göz diye Ortadoğu’dan 2019 Uluslararası Booker kazananı Jokha Alharti örneğin? Dostoyevski sevgisinden dolayı çağdaş Rusça romanlara yönelmek mümkün. Murakami seviyoruz diye Mieko Kawakami, Yoko Tawada, Yoko Ogawa gibi çağdaş Japon yazarlara bir şans verelim. Çin’e virüsle değil An Yu, Yu Hua, Yan Lianke okuyarak yaklaşalım.
Ya da konfor alanımızdan çıkmadan daha önce okuduğumuz Paul Auster, Ian McEwan, Julian Barnes, David Mitchell’la 2010’ları bitirebiliriz. Bir cesaretle Ben Lerner, Louis Edouard, Leila Slimani, Kamel Daoud, Virginie Despendes, Tom McCarthy, Sheila Heti, Rachel Cusk, Daniel Kehlmann, Rachel Kushner, Emmanuel Carrere, Annie Ernaux, Jenny Erpenbeck romanlarını keşfedebiliriz.
William Butler Yeats’in yüzyıllık İkinci Geliş şiirine bakıp bu karamsar dizelerden bir umut falı açayım önümüzdeki on yıl için: Her şey parçalanır, dünyaya kaos yayılır. Masumiyet boğulur. En iyiler inançlarını yitirir, en kötüler tutkulu. Eminim 'ikinci geliş' kapıda.
Comments