top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

İki 20 çarpışınca

Haziran Düzkan


Dünya Kurt Vonnegut’un kahramanlarında beliren, Ursula K. Le Guin'in, Terry Pratchett'in romanlarında netleşen ve ısrarla Harry Potter'da, Yüzüklerin Efendisi'nde aranan Hopepunk'ın peşine düşüyor. Gerçeği tüm soğukluğu ve acımasızlığıyla kabul ederken, bizlere içini hayaller, hedefler ve mücadelelerle dolduracağımız kocaman bir boşluk sunan Hopepunk'ı Haziran Düzkan yazdı.


Hayatının bir döneminde ABD’de siyasi faliyetler yürüten Jamaikalı sivil haklar savunucusu Marcus Garvey, ki kimileri onun Musa’nın reenkarnasyonu olduğuna inanır, 7 Temmuz 1977’de dünyanın sonunun geleceğine dair bir kehanette bulunmuştu. Yedi, bilindiği gibi, bir dolu mistik anlama sahip bir sayı. Tarih boyunca neredeyse her uygarlığın inanç dünyasında öyle ya da böyle, diğer dokuz kardeşinin arasından sıyrılmış; Afrika toplulukları için de durum aynı. 30’larda Jamaika’da beliren inanç akımı Rastafari’nin de en önemli ilham kaynaklarından biri olan Garvey’e malum olan bu kehanet, haliyle epey ciddiye alındı. Derken, Reggae grubu Culture’ın solisti Joseph Hill’e, bir otobüs yolculuğu sırasında aynı tarihte bir felaket yaşanacağına dair bir tasavvur malum oldu. Culture, 1977 yılında “Two Sevens Clash” (İki Yedi Çarpışınca) isimli, epey popülerlik kazanan bir albüm/şarkı yaptı. Mesaj öyle hızlı yayıldı ki 7 Temmuz 1977 günü Karayipler'de Jamaikalılar'a ait dükkanlar kepenk açmadı. Jamaika’nın başkenti Kingston sokakları boşaldı, bütün kent felaketin beklentisiyle dolup taştı.


Bildiğiniz gibi tek tanrılı dinlerin kehanet yorumu epey iyimserdir ve müminlerin nihayet ilahi adalete kavuşacağı bir ortam olarak betimlenir mahşer günü. Rastafari’ler için de durum aynı şekildeydi fakat ilahi adaletten bahsettiklerinde, öncelikle köleliğin, ırkçılığın ve apartheidin öcünün alınmasını kast ediyorlardı. Rastafari’ler için iki uğurlu 7 çarpıştığında, eşitlik ve barış mutlak hükümdarlığını ilan edecekti. Dünyanın sonu gelecekti, bildiğimiz dünyanın sonu.

Jamaikalılar o dönem sömürgesi oldukları Birleşik Krallık’ın yaşadığı yoğun ekonomik krizden nasıl etkileniyorlardı bilmiyorum fakat iki yedinin çarpışması, müzik söz konusu olduğunda, dünyanın yıkılıp yeniden kurulmasına vesile oluyor olabilir. Zira 1877’de pikap icat edildi, 1977’de ise punk. Yeni solun inşa olduğu 68’den 9 yıl sonrasıydı, yeni sağın kurulacağı 1979’dan ise iki yıl önce. Kaybedilecek her şey kaybedilmiş, kazanmak için yeterince uğraşılmamıştı. Belki tam da bu yüzden yani tarihin benzersiz bir anına tanıklık ettiğini bilen ve fakat buna hiçbir müdahale yapamamanın ruh haliyle, kadersel bir finale ve bir yeniden doğuşa ihtiyaç duyuyordu o çağın insanları. Yahut belki de sadece daha kötüsünün yaklaştığını bildiklerindendir. 1977’de cehennemin yedi kapısıyla cennetin yedi katı çarpıştı. Gelecek hepten yok olmadıysa bile, bir hayli pahalıydı. “No Future”


“No Future” geleceksizlikten bir özgürlük devşiriyor


Punk’la ilgili ilginç olan şey, gösterdiğinin hep tam tersini hissettirmesi. 1977’de punklar giyiniyor, kuşanıyor ve kameralara poz veriyorken, belli ki tehlikeli, umursamaz, hiper seksüel ve şiddet meraklısı gibi görünmeye çalışıyor; ama tam tersine, bir anlam bulmanın neşesiyle ışıldayan masum gençlere benziyorlar. Sex Pistols Virgin’le imzaladıkları karlı anlaşmanın bebeği Anarchy in the UK”in kartonetinde Durutti’ye ithafta bulunuyor; bir şeyleri umursuyormuş, ne yaptıklarını, özellikle de yarattıkları fenomenin etkisini biliyormuş gibi görünmeye çalışıyor; oysa aslında dalgasına bakan bir avuç denyo gibi görünüyor (ki öyleler). “God Save the Queen”, kraliçenin tahttaki 25. gümüş yıldönümü için yazılmış bir isyan marşı gibi görünüyor ama neredeyse bir pop klasiğine dönüşüyor. Ve “No Future” da hakiki bir vazgeçiş gibi görünmeye çalışıyor ama değil. “No Future” geleceksizlikten bir özgürlük devşiriyor; geleceğimiz için mücadele etmek yerine, kaybetmekten endişelenecek bir geleceğe bile sahip olmamanın verdiği cesarete davet ediyor. Kaybedecek zincirlerimizin bile olmadığında ve kazanmanın anlamını da bilmediğimizde, imkanlar sınırsız.

Nitekim, cyberpunk’ın yükselişi de tam olarak aynı yıllara denk gelmekte. Bu janra aslında ilk kez 1960’larda, Beat kuşağının ve Dadaizmin avangard stiline meraklı Yeni Dalga bilim-kurgucular arasında filizlendi fakat “No Future”ın da belirmesiyle adeta evine kavuştu. Karamsar bir gelecek tasviri vardı muhakkak ama iyimserdi de; düzen ne kadar sıkı, dünya ne kadar karanlık bir yer olursa olsun ona karşı direnen, onun köküne kibrit suyu dökmeyi kendine görev edinmiş, yaramazlığını hayatın tüm alanlarına işleyen ve hiç büyümeyen birilerinin olacağını söylüyordu. Cyberpunk kahramanları anti-kahraman tanımına da sığmıyorlardı zira toplumsal ahlaka alternatif bir değer seti oluşturmuş insanlar değillerdi. Mutlak bir kötünün karşısına yerleştirilmiş mutlak iyiler de değillerdi, bu ikiliği baştan reddediyordu punk. İkilik, statüko ve ona karşı çıkan asi arasında kurulmuştu.


Nezaket, gerçek eşitsizliklerin üzerini bir kar örtüsü gibi kapadığında, kabalık elbette uyumsuz bir çocuğun düzene attığı bir kar topuna dönüşüyor.

Dolayısıyla, bir politik eylem biçimi olarak hacker’lığı konu eden ilk yapımların bu janraya ait olması pek sürpriz değil. Punk, sistem sertleştikçe onu bozguna uğratmanın yeni yollarını bulacağını vaat ediyordu adeta. Sistemin kendi baskı ve manipülasyon araçlarını ele geçirip onları kullanma konusunda hiçbir çekincesi yoktu; bu araçlar 1977’de pop müzikse, 2077’de teknolojiydi. Erken dönem Cyberpunk yazınlarında, bugünün dijital-sosyal ağlarına dair tasavvurlarda bulunulmuştu. Orwellyan bir evren oluşturuyordu Cyberpunk fakat gücü ve iktidarı soyutlaştırmaktan kaçınıyordu. Güç, varlıklı elitlerin elindeydi ve biz bu elitleri tanımaya, onların yaşamını bilmeye ve onlardan tiksinmeye zorlanıyorduk. Her bireyin sistemin bir dişlisi olduğu bu kurmaca düzende, karakterlerin kabalığı, nihilist karamsarlığı, tembelliği, uyuşturucu ve seksle ilişkili özyıkım davranışları da yine düzen yıkıcılığın bir parçası olarak kabul ediliyor.

Nezaket, gerçek eşitsizliklerin üzerini bir kar örtüsü gibi kapadığında, kabalık elbette uyumsuz bir çocuğun düzene attığı bir kar topuna dönüşüyor. 1977’de Muhafazakar Parti’nin başkanı olarak hızla güç kazanan, iki yıl sonra da Birleşik Krallık’ın başbakanı seçilerek, ülke tarihin gördüğü en korkunç dönemin başlamasını sağlayan Margaret Thatcher’ın kimseyi ürkütmeyen, hiç yükselmeyen ince sesini, özenli, temiz ve mazbut görünümünü ve bir adabı muaşeret oratoryosuna dönüştürdüğü varoluşunu düşündüğünüzde, nezaket denilen bu kurguyu yere çaldığınız bir izmarit gibi topuğunuzla çiğnemek istemeniz çok normal. Punk bu hissin üzerine gider, bu histe umutlu bir şeyler vardır. Neredeyse tüm avangard akımlar gibi punk da kendini biçimselliğiyle değil, tavrıyla tanımlar. Yine tüm avangard akımlar gibi, nostaljinin ataletine düşmemek için belli bir esnekliğe sahip olmak durumundadır.

Punk bize bu koşullar altında yine de yaşamaya değer bir hayatımız olduğunu hatırlatır. Kavganın kazananı değil, kendisi asıl önemli olandır.

Sabit olan şu ki, punk bize asil bir zafer, mutlak bir kurtuluş vaat etmez. Güneş her doğduğunda kıyamet tekrar kopmakta ve dünyanın sonu bir kez daha gelmektedir. Punk bize bu koşullar altında yine de yaşamaya değer bir hayatımız olduğunu hatırlatır. Kavganın kazananı değil, kendisi asıl önemli olandır. Sanatın varolan tüm disiplinlerine bir nifak tohumu gibi yayılan punk tavrı, statükonun yeni biçimleriyle birlikte tekrar tekrar kendini yıkıp yeniden kurar. Farklı anlatılarla zamana ve konvansiyonel inanışlara dair fikirler ortaya atar. Bu anlatı alttürleri fraksiyonlar gibi birbiri ardına dizilir ve genişler. Son yıllarda en çok bahsedilen anlatı biçimi ise “Hopepunk”.


Radikal nezaket: Hopepunk


“Hopepunk” Thatcher’ın ve diğer sağ iktidarların şekillendirdiği yeni, neo-liberal bir dünya tasvir eder. Bu dünyada nezaket artık demode bir kavramdır. İnsanlar, adeta bir piramit gibi üst üste yığılmıştır ve başarı da bu insanların yüzlerine botunuzla basarak piramidin en üstüne tırmanabilme durumudur. Sağın anaakımlaştırdığı insan tarifi de, benliğimizin içinde ancak şimdi serbest bırakabildiğimiz zalim bir içgüdü olduğunu söylemektedir. Yani, hepimiz annemizin karnından birer zorba olarak doğarız ve zorbalığımızı bastırmadığımız sürece başarıya ulaşma imkanlarımız artar.


Hopepunk ise bunun karşısına radikal nezaket kavramını yerleştirir. Radikal nezaket, askerin namlusuna karanfil sıkıştırmak yahut polise Rus klasiği okumak demek değildir; yine de şiddet içermeyen direnişleri sahiplenir. Radikal nezaket, herkesin birbirini çiğnediği bir dünyada yere düşeni yerden kaldırmak gibi basit jestleri, tutarlı bir direniş stratejisine dönüştürmeyi hedefler. Sinizmin ve nihilizmin hakim olduğu bir dünyada nezaketin kendisi cesaret isteyen bir şeydir; güçsüzleri savunmak, insanları önemsemek, zor durumdaki insanlarla ilgilenmek birer isyan aksiyonlarıdır. Kahramanlar yumuşak ve kırılgandır, tam da bu özellikleri sebebiyle çok güçlüdürler. Cyberpunk’ın yücelttiği masküleniteyi benimsemez, aksine kadınlıkla ilişkilenen tavırların savaşçı doğasına odaklanır. Benzer bir biçimde neredeyse sadece beyaz, sis, erkek, heteroseksüel ve engelsiz kişilerin kahraman olabildiği Cyberpunk evrenine karşı, Hopepunk, gündelik hayatları mücadeleyle geçmesine rağmen mağdur olarak kabul edilen kişileri kahramanlaştırır. Bizlere toplumsal normlar için değil, değişim için nazik olmanın yeni yollarını öğretir. Bir mazlumun sesini duyurduğumuzda, birine atanmış cinsiyetine değil beyan ettiği cinsiyetine uygun seslendiğimizde, birbirimizle ilgilendiğimizde, baktığımızda, iyileştirdiğimizde, yaptığımızın iki kişiyi aşan bir etkisi olur. Kahramanların bireysellikleri, dayanışma ve toplumsallaşmalarıyla birlikte pekişir ve birey-toplumdan oluşan iki ucu birbirini besler biçimde kurgular. Pastel tonlarda, dişil fontlarla, bazen kanaviçeye işlenmiş devrimci feminist sloganların görsel dünyası da bu türden beslenir. Kanaviçe işleyecek kadar özenli, çiçeklerle bezeyecek kadar iyimser ama vasat adamlara fikirlerinin hiçbir önemi olmayacağını söyleyecek kadar da kararlı…

Hopepunk kurmacalar, ezilenlerin kazandığı bir zaferle bitseler dahi, mutlak bir kurtuluş içermezler. Romanın kurduğu evren halen tehlikelere açıktır; tıpkı distopyalar gibi ütopyaların da fani olduğunu söyler.

Hopepunk kurmacalar, ezilenlerin kazandığı bir zaferle bitseler dahi, mutlak bir kurtuluş içermezler. Romanın kurduğu evren halen tehlikelere açıktır; tıpkı distopyalar gibi ütopyaların da fani olduğunu söyler. Bir ütopya bir kaç yıl da sürebilir, bir kaç yüzyıl da, beş dakika da. Hopepunk kahramanları iktidarı kötüden iyiye vermeyi amaçlamaz, dünyayı bir süreliğine biraz daha iyi bir yer yapmayı amaçlar. Tanımın yaratıcısı ve Hopepunk janrasından bir roman olan “A Conspiracy of Truths”un yazarı Alexandra Rowland, şöyle tanımlar: “Ne kahramanlar var ne de kötü adamlar. Sadece insanlar var. Hopepunk işte budur: Bardağın yarısı dolu da olsa boş da olsa, önemli olan bardakta su olmasıdır. Ve bu savunmaya değer bir şeydir.”


Nasıl bir dünya istediğimizi bulmak bizim işimiz!


Ursula Le Guin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” öyküsü, belki de türün ilk örneklerinden sayılabilir. Bu kısa öyküde Le Guin, Omelas isimli bir ütopyayı tarif etmektedir fakat daha baştan, bu ütopyanın mutlak bir tasvir değil, yazarın kişisel bir düşü olduğu ifade edilir ve okuyucuya, kendi ütopya tariflerini yerleştirebilecekleri bir alan açılır. Le Guin’in ütopyası, sanatın yansıtmakta çok zorlandığı bir karakter tipinden bahseder; Omelas halkı mutlu fakat karmaşık insanlardır. “Mutluluğu aptalca bir şey olarak görüyoruz” der Le Guin öyküde, “Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize.” Omelas’ın mutlu halkı bir şenlik için toplanmıştır. Bir köşede, ayinsel bir orji gerçekleşmektedir, bu haz partilerinden doğan çocukların annesi tüm kent halkı olacaktır. Dileyenler keyif verici maddelerin etkisi altındadır. Şenliğin detaylıca anlatılması okuyucu olarak ağzımızı sulandırır, mutluluğun çok saf bir halini canlandırırız gözlerimizde. Bu kısım, zıttı bir gerçekle kesilir. Omelas halkının mutluluğunu sürdürebilmesi, 10 yaşında bir çocuğun sefil bir yaşam sürdürmesine bağlıdır. Herkes bunu bilir, bu bilgi karşısında paramparça olur fakat binlerin mutluluğu için bu duyguyla yüzleşmek zorunda kalır, yaşamlarına devam ederler. Ancak Omelas’ın kimi sakinleri, bu çocuğu ziyaret ettikten sonra, bu gerçekle yaşamak yerine, kenti ve mutluluğu terk etmeyi seçecektir. Öykü bizi iyimserlikle kötümserlik arasında bir duyguda bırakır ve kendi ahlaki pozisyonumuzu sorgulatır.

Kurt Vonnegut’ın karakterleri de Hopepunk’a ilham vermiştir. Bu karakterler nazik, iyimser ancak sıradanlıktan ve topluma uyum sağlamaktan uzak karakterlerdir. Terry Pratchett’in “Diskdünya”sı ve Wachowski’lerin kült dizisi Sense8, türe dahil edilebilecek diğer hikayeler.


Tür üzerine yazan kimi araştırmacılar, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi popüler serilerin de Hopepunk ile ilişkilendirilebileceğini; hatta, bu hikayelerin popülerleşmesinin kişileri sosyal demokrat fikirlere yönlendirerek, Obama’nın ABD başkanlık seçimlerini kazanması gibi toplumsal olaylara sebebiyet verdiğini iddia ediyor. Öte yandan bu, türün “punk” kökenini da reddetmek anlamına geliyor. Hopepunk’ın iktidarı ele geçirmeye yeltenmeyen devrimciliğini, küçük kazanımlarla yetinmek olarak görmemeliyiz. Hayatta olmak süregelen bir kıyametin ortasında yer almaksa, yaşamanın yegane yolu ara vermeksizin direnişi sürdürmek demek. Asil amaçlar ya da tarihe yazılan isimler için değil; sadece ve sadece yaşamak için direnmek.


Hopepunk’ın belki de en özgürlükçü tarafı, ne bir cevap ne de çözüm sunuyor olması. Hopepunk değişimi tetikleyebileceğini öne sürüyor, değişim için yöntemler de öneriyor ama nasıl bir değişimin gerekli olduğunu söylemiyor. Gerçeği tüm soğukluğu ve acımasızlığıyla kabul ederken, bizlere içini hayaller, hedefler ve mücadelelerle dolduracağımız kocaman bir boşluk sunuyor. Çünkü nasıl bir dünya istediğimizi bulmak bizim işimiz.



bottom of page