top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Toz

Hikmet Hükümenoğlu


O, günleri sayıyor. Ben saymıyorum.

"Nisan geldi," diyor. "En zalim ay."

"Nesi zalim?" Sinirlendiğim belli olmasın diye yumuşak bir sesle soruyorum. "Yani marttan ya da mayıstan ne farkı var? Hepsi kafamızda, isim takmışız, sayıp duruyoruz."


Cevap vermiyor. Burnunu cama dayamış, dışarıya bakıyor. Her sabah gözlerimi açtığımda onu böyle pencerenin önünde buluyorum. Ufukta, toz bulutunun ardında bir an için belirip kaybolan titrek bir ışık yakalasa, o kadarına bile razı, biliyorum.


Boş yere kendine eziyet ediyor. Eninde sonunda birileri gelip bizi bulacak. Belki yarın gelecekler, olmadı öteki gün. Hadi çantalarınızı toplayın, gidiyoruz, diyecekler. Çok daha güvenli bir yere gidiyoruz.


Telefon son kez çalıştığında, "Konumunuzu kaydettim, arkadaşlarımızı yönlendiriyorum," demişti hattın öteki ucundaki kadın. "Ne zaman ulaşırlar bilmiyorum, yoğunluk sebebiyle kesin bir şey söyleyemem." Uğultudan sesi zor duyuluyordu. "Ama endişe etmeyin, mutlaka gelecekler. Ben kaydınızı oluşturdum. Bulunduğunuz bölgede beklemeye devam edin…"

Sonra şarjımız bitti. Elektrik bir süredir kesikti zaten, bir daha da hiç gelmedi. Günlerce denedik fakat kamyoneti çalıştıramadık.


Fotoğraf: Ricardo Esquivel ©

Her şeye rağmen koşullar o kadar kötü sayılmaz. Musluktan hâlâ su akıyor. Kapının altındaki bir parmak aralıktan içeriye toz doluyordu, onu da hallettik. Bodrumda eski havlular bulduk, kapının altına sıkıştırdık. Bir zamanlar birilerinin eviymiş bu kulübe. Geceleri soğuk oluyor ama uyku tulumlarımız var, idare ediyoruz.


Kendi aramızda “toz” diyoruz ama sırf ne olduğunu bilmediğimizden. Aslında toza benzemiyor. Kum gibi, tane tane bir şey. Sert değil, parmaklarının arasında ezebiliyor insan. Acayip bir kokusu var. Aklıma çürümüş çiçekler geliyor.


***

Kapının altına sıkıştırılacak bir şey ararken bodrumda eski bir kitap buldum. Kapağı sağlam kalmış ama sayfaları sararmış ve dökülmeye başlamış. Hiç bilmediğim ya da çoktan unuttuğum yemekleri anlatıyor. İçindeki soluk fotoğraflara bakmak hoşuma gidiyor. Yazıları güçlükle okuyorum. Onun da hoşuna gider diye yüksek sesle okuyorum ama sanırım ilgisini çok çekmiyor. Bazen sıkılıp sırtını bana dönüyor ve tahtaların üzerine uzanıyor.


Her sabah ağzını burnunu sıkı sıkı sarıp yiyecek bulmaya çıkıyor. Bu kadar becerikli olmasa ikimiz de çoktan açlıktan ölmüştük. Taşların arasında canlı bir ota rastlarsa heybesine atıyor, döndüğünde tozunu temizleyip yenilebilecek gibi olanları ayırıyor. Bazı günler sapanıyla bir şey vurup getiriyor. Ne olduğuna bakmıyorum. Ateşte pişirip önüme koyduğunda gözlerimi kapatıp ağzıma atıyorum. Ateşi de o yakıyor. Çalı çırpı topluyor. Kuru dal bulmak, canlı ot bulmaktan daha kolay.


Toz her şeyi havasız bırakıyor.


Dışarıdan döndüğünde ilk iş, yüzünü ve gözlerini suyun altına tutup uzun uzun yıkamak oluyor. Neyse ki musluktan hâlâ su akıyor. Yine de gözlerinin beyazı gitti, kıpkırmızı artık.

Kendine dikkat etmesi lazım, hiç olmazsa moralini biraz yüksek tutması lazım ama beni dinlemiyor. "İyimser olmaya çalış," diyorum, bir kulağından girip öteki kulağından çıkıyor.


***


Akşam yanıma gelip oturuyor. Bir şeyler söylüyor. Başta dinlemiyorum ama kitabı elimden çekip alıyor, kenara koyuyor.

"Yola çıkmamız lazım," diye tane tane tekrar ediyor.

"Saçmalama. Gelip alacaklar bizi buradan. Bugün değilse bile yarın. Biliyorum."

"Nereden biliyorsun?"

"Biliyorum çünkü konumumuzu kaydettiler. Kayıt oluşturdular. Sen de yanımdaydın, hatırlamıyor musun?"

Yüzündeki ifade ne anlama geliyor çözemiyor. Başını iki yana sallıyor. "82 gün önceydi."

"Hem yola çıkmamız lazım ne demek? Nereye gideceğiz? Yürüyecek miyiz?"

"Tepenin öte yanına geçersek birilerini bulabiliriz. O kadar uzak değil, yürüyebiliriz."

"Delirdin mi? Nereye kadar yürüyeceğiz?"

"Birilerini bulana kadar. Daha güvenli bir yer bulana kadar."

Bu defa ben başımı iki yana sallıyorum. "Yürüyemeyiz o kadar yolu. Burada tepemizde bir dam var hiç olmazsa. Duvardaki çatlakları da kartonla kapattık mı…"

"Yakında yiyecek bulamayacağım. Bu toz—" Cümlesini tamamlamıyor.

"Bugün, bilemedin yarın gelecekler," diyorum. "Biraz iyimser olmaya çalış."

Giovanni Calia ©

Saati saatini tutmuyor. Bazen dört duvarın arasında deli gibi dönüp duruyor, bazen de bir köşeye çöküyor ve kafasını kaldırmıyor. Sorularımı duymazdan geliyor, şakalarıma gülmüyor. Uzun uzun konuşuyorum ve onu rahatlatacak şeyler söylüyorum ama beni dinlemiyor.


Avlanmaya çıkacağı zamansa bambaşka biri oluyor. Rüzgâr, kapıyı menteşelerinden sökecekmiş gibi arkasından savurduğunda bile o dimdik ayakta duruyor. Kararlı adımlarla yürüyüp gözden kayboluyor.


Beni artık eskisi kadar sevmiyor. Hatta benden nefret etmeye başladığını düşünüyorum. Dışarıda, o tüm canlıları havasız bırakan toz bulutunun içinde, benim yanımda olduğundan çok daha hayat dolu görünüyor.


***


Kaç saattir yürüyoruz bilmiyorum.


Hava aydınlanmadan yola çıktık; yedi-sekiz saat geçmiş olmalı. Yüzümü kapatan kumaşın deliklerinden kesik kesik soluk alıp veriyorum. Toz, bir yolunu bulup burun deliklerimden genzime, oradan da beynime yürüyor.


Gözlerimizi korumak için deniz gözlükleri takıyoruz. Bir gece önce bodrumdaki kutuların dibinde buldum bunları. Eskiden kulübede yaşayan ailenin çocuklarına ait olmalı. Suratımıza küçük geliyordu ama "Olsun," dedi, "hiç yoktan iyidir. Hayatımızı kurtaracak bunlar." Uzun zamandır onu bu kadar sevinçli görmemiştim. Bir anda değişiverdi, sanki gelip bizi bulmuşlar, hadi çantalarınızı toplayın, gidiyoruz, demişler gibi. O zaman anladım. Ne dersem diyeyim, artık onu kararından geri döndüremeyeceğimi anladım.


Sekiz saatin sonunda o da benim kadar bitkin düşmüş olmalı fakat hiç belli etmiyor. Arada durup tükürerek boğazını temizlemeye çalışıyor. Zorlansa da sürekli konuşuyor. Başını çevirip bana bakmadan, kendi kendine konuşur gibi. Önümü göremediğimde sesini takip ediyorum, rüzgârın uğultusunu bile delip geçiyor sözcükler.


"İyi gidiyoruz," diyor, "biraz daha yürüyelim, sonra geceyi geçirecek bir yer buluruz."

Daha önce hiç kapının dışına adım atmadığımdan tozun bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum. Burun deliklerimden içeri hücum edip nefes borumu balçık gibi sıvayacağını bilmiyordum. Bastığım yeri göremeyeceğimi, bazen bir çukura batıp dengemi kaybedeceğimi... Her adımda bu yaptığımızın akılsızlık olduğunu düşünüyorum ve bunu ona da söylüyorum.

"Hâlâ çok geç değil," diye bağırıyorum rüzgâra doğru, "kulübeye geri dönebiliriz."

"Orada kalsaydık ölecektik."

"Asıl burada öleceğiz."

"Hayır. Şu tepeyi aşınca birilerini bulacağız."

Gösterdiği yere bakıyorum ama toz bulutunun ardında hiçbir şey seçemiyorum. Homurdanmaya devam ediyorum.

"Çok yorulduysan biraz dinlenelim," diyor.

Kabul etsem zaman kaybediyoruz diye kızacak, etmesem her şeye itiraz ediyorum diye. Cevap vermiyorum.

Fotoğraf: Button Pusher ©

Gökyüzü kararmaya başladığında iki yüksek kayanın arasında bir kovuk buluyoruz. Uyku tulumlarımızı, çantalarımızı yere atıyoruz. Sırtımızı taşlara verip oturuyoruz. Belim ve bacaklarım bir daha asla hareket etmeyecek gibi kasılıp kalıyor. Ciğerlerim alev alev yanıyor. Suratımı hissedemiyorum. Kulaklarım tıkandı sanıyorum ama biraz sonra sessizliğin sebebini anlıyorum. Rüzgâr, kovuğun içine girmiyor, tepemizden esip geçiyor.


Sırt çantasından sapanını çıkarıyor ve kemerine iliştiriyor. Heybesini omuzuna asıyor.

"Yiyecek bulmaya gidiyorum. Sakın buradan bir yere kıpırdama. Yoksa seni bulamam."

Başımı sallıyorum. Nereye gideceğimi sanıyor? Tek başıma nereye gidebilirim ki? On dakikada yolumu kaybederim bu cansız bozkırda, cesedimi bile bulan olmaz. Kemiklerim eriyip toza karışır.


Kulübeyi özlüyorum, ocaktaki ateşi, yemek kitabındaki sararmış resimleri, bodrumda keşfedilmeyi bekleyen öteki kutuları. Bazı geceler benimle isteksizce, alelacele sevişmesini bile özlüyorum.


***


İnce kemiklerin üzerinde iki lokma et ya var ya yok, gerisi yağ ve kıkırdak. Çiğnemek imkânsız, ağzımda iki çevirip yutuyorum. Fare gibi bir şey canlanıyor gözümde, unutmaya çalışıyorum. Bir zamanlar bunlardan günde iki-üç tane avlardı, sonra eli boş döndüğü günler başladı. Bugün bulması tesadüf.


Aklımdan geçenleri okuyor. "Tesadüf değil, iyiye işaret," diyor. "Yola çıkmakla doğru kararı vermişiz."


Keyifle kemiriyor kemiğin üzerindeki yağları, ardından parmaklarını yalıyor. Gözlerinde ışık var, az da olsa bir umut. Benimse kafamda bin türlü felaket.

"Yarın erkenden yola çıkarız. Göreceksin, bugünden daha kolay geçecek. Alıştık sayılır. En zor kısmını atlattık. Tepenin öteki yanına varınca tozdan da rüzgârdan da kurtulacağız. Hem yolda birilerine rastlarız belki."

"Kime rastlayacağız?"

"Demin bir ışık gördüm. Emin değilim, bu gözlük beni yanıltıyor olabilir ama uzakta bir ışık gördüm. Kamp ateşi ya da fener. Bilmiyorum."

Uzun uzun yüzüne bakıyorum. Gözlerini kaçırıyor.

Bir süre sonra rahatsız oluyor. "Ne? Niye öyle dik dik bakıyorsun? Yalan söylemiyorum."

"Kulübede beklemeliydik. Burada açlıktan öleceğiz. Ya da susuzluktan. Suyumuz bitince ne yapacağız?""

Botlarını çıkarıp uyku tulumuna giriyor. "Ben olmasam, çoktan açlıktan ölmüştün."


Cüssesi, benimkinin neredeyse yarısı kadar. Benim zar zor sığdığım uyku tulumunun içinde o neredeyse kayboluyor. Kadınların kemikleri erkeklerinkinden daha ince diye düşünüyorum. Avladığı hayvanlarınki gibi incecik. Sadece kas ve kemik, benimki gibi kat kat yağ yok bedeninde.


Ateşin titrek ışığında tepemizde dönüp duran toz bulutu kırmızı bir bataklık gibi görünüyor.

"Bekleyerek ölmektense yürüyerek ölmeyi tercih ederim," diyor yattığı yerden. "Umut istiyorsan tehlikeyi göze alacaksın. Başka yolu yok bunun."

Sözünü ettiği tehlike, hayal kırıklığı mı yoksa ölüm mü?

"Şikâyet etmek dışında hiçbir şey yapmıyorsun," diye bağırıyor. "Oturduğun yerden şikâyet. Hep şikâyet, hep!"

Benim haklı olduğumu bir türlü kabul etmek istemiyor. Gözlerimi açık tutamıyorum. Rüyamda kavgaya devam ediyoruz.


***


Uyandığımda nerede olduğumu anlamıyorum ve bir an için paniğe kapılıyorum. Sonra telaşla kafamı uyku tulumundan dışarı çıkarıyorum. Ateş çoktan sönmüş ama toz bulutu hâlâ tepemde kırmızı bir mezarlık. Dirseklerimin üzerinde doğrulup etrafa bakınıyorum. Yutkunmaya çalışıyorum, olmuyor. Ağzım kupkuru. Kalbim, kulaklarımı patlatacak neredeyse. Kayaların arasındaki kovukta tek başımayım. Benim çantam bıraktığım yerde duruyor ama onunki yok. Heybesi ve uyku tulumu da yok.

Nisan, en zalim ay.



bottom of page