top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Nerede uygar olan başlıyor, bitiyor ve biz vahşi tarafa geçiyoruz belli değil."

Aynur Kulak, Dilek Özhan Koçak ile romanları, Kurşun Kalem ve Taşrada Ölürken üzerine söyleşti: "Sanat duyguları aktarmanın en iyi aracı. Edebiyat ise, birçok anlamı ve duyguyu örtük biçimde aktarabilmede en ideal sanat formlarından biri."


“Her iki romanımda da baskın olarak kendisini hissettiren kişiliksiz, menzil dışı ve yabancı bir kötülük var.”


Dilek Özhan Koçak ile ikinci romanı Kurşun Kalem odağında yapmış olduğumuz söyleşi çağdaş edebiyatımızda bıçak sırtı bir anlatım olarak nitelendirebileceğimiz tekinsizliğin menzil dışı özgün yapısı çerçevesinde gerçekleşti. Böyle bir söyleşi çerçevesi içerisine yazarın ilk romanı Taşrada Ölürken de girdi elbet. Çünkü her iki romanda da karşı karşıya kaldığımız Faulkner’in Ayı romanında değindiği- “kişiliksiz kötülük” o kadar özgün bir anlatımla karşımıza çıkıyor ki, “tekinsizliğin menzil dışı” tanımı Dilek Özhan Koçak romanları adına tam isabet bir noktadan kavrıyor bizleri. Hem yeni romanı Kurşun Kalem hem de ilk romanı Taşrada Ölürken’i de içine alan çağdaş edebiyatımızın özgün kalemi Dilek Özhan Koçak ile gerçekleştirdiğimiz geniş kapsamlı söylemiş için buyurun lütfen.




İlk soru itibariyle edebiyat ile olan bağınızı tarif edin desem neler söylemek istersiniz?

Birçoğumuz gibi edebi metinlere ilgim okul çağlarında başladı. Edebi olmasa da karşılaştığımız ilk metinler merakı, öğrenme arzusunu harekete geçiren ve hayal gücünü besleyen kitaplar ve dergiler hatta ansiklopedilerdi. Çoğu özenle resimlenmiş bu metinler okumayı keyifli ve tutkulu bir sığınağa dönüştüren ilk adımlardı benim için. Ancak yoğun ve düzenli okuduğum zamanlar ilk gençlik yıllarım. Özellikle dört yıllık üniversite hayatımın büyük bir kısmını dünya edebiyatının temel sayılan eserlerini okuyarak geçirdim. Sonrasında edebiyat bir keşif alanına dönüştü benim için. Bazen avcı, kimi zaman bir madenci gibi, kütüphane ve kitabevlerinden sahaflara doğru evrildi arayışlarım. Eski baskıları, başka çevirileri, o yazarın hiç bilinmeyen bir kitabını arayıp bulmak, unutulmuş bir yayınevinden çıkmış o baskısını belki ilk defa tefrika edilirken yarım kalmış bir romanla karşılaşmak büyüleyiciydi benim için. Bu keşif alanı doğal olarak genişleyip gündelik ve zihinsel dünyamla birlikte genişledi. Elbette yazma denemelerim de oldu bu dönemde, çünkü okumanın öyle bir yanı var, kimi zaman okurken kendim yazıyormuş gibi, belki de yazmış olmayı ümit ederek okurum, keşke bu güzel satırları ben yazsaydım, ya da ben nasıl anlatırdım, belki bundan daha iyisi yazılamazdı dediğim zamanlar, yazma isteğimin su yüzüne çıktığı ilk anlardı galiba. Bunun için boş, sorumluluğun az hissedildiği, zamanın siz fark etmeden akıp gittiği bir başka zamanın işlediği o döneme de ihtiyaç var.


Sonrasında gelecek kaygısı, çalışma hayatı ve profesyonel olarak yapacağım mesleğe karar verme süreçleri geldi. Akademisyenlik mesleğini seçmem tesadüf değil. Bilimsel ilgi ve merakın ötesinde hayatım boyunca okumayı sürdürebileceğim bir meslek olduğunu gördüm öğretim üyeliğinin. Öyle de oldu ama kurumsal yaşam hiç de umduğum gibi olmadı. Başından itibaren disiplinlerarası bir alanda, iletişim bilimleri alanında çalışmam, sanat ve edebiyatla ilişkimi sürdürebilmemi yine de sağladı. Böylece profesyonel yaşamımda da edebiyattan kopmamış oldum.



“Her iki romanımda da baskın olarak kendisini hissettiren “kişiliksiz”, menzil dışı” ve “yabancı” bir kötülük var. Birinde doğa, diğerinde insanın kötülüğü (Hakkı ve dayıyı kastediyorum). Belki de insanın bu vicdansız kötülüğü, vahşi yanından geliyordur, kim bilir.”

Kurşun Kalem isimli ikinci romanınız geçen ay yayımlandı fakat ilk romanınız Taşrada Ölürken ile kitaplarınızı konuşmaya başlamak istiyorum. Yaşanan olaylar bir yana olayların gerilimi, tekinsizlik, nefesimizi kesen anların ürpertisi çağdaş edebiyat metinleri içerisinde çok az hikâyede çok iyi şekilde karşımıza çıkıyor. Taşrada Ölürken’de olduğu gibi. Romanın tematik özelliklerine baktığımızda meseleniz taşra mıydı gerçekten? Ya da kazalardan tutalım da, çocuk ölümleri dahil tüm ölümlere, taşraya nüfus memuru olarak atanan kadının yalnızlığından tutalım da, taşradaki tüm ilişkilere ve taşradaki hayvanların vahşiliğine (ve insanların da elbet) varana kadar travma yaratacak olan her şeyin taşra söz konusu olunca soğukkanlı bir sıradanlığa dönüşmesi miydi?

Evet, romanın meselesi taşraydı elbette ama bu romanı yazma nedenim taşrayı anlatmak değildi. Yeni bir romana başlamadan önce beni harekete geçiren şey kuvvetli ve yoğun bir duygu oluyor. Taşrada Ölürken’i, karşılaştığım büyük bir kötülük karşısında hissettiğim çaresizlik duygusuyla yazdım. İlk kez hayatımın kontrolünü kaybettiğimi, akışına kapıldığım bir selde dallar ve kökler içinde sürüklendiğimi hissetmiştim. Sanki bir şeylere tutunabileceğime, huzurlu bir menzile ulaşabileceğime inancım uçup gitmişti. Taşra, içimi kemiren bu yoğun duyguları aktarabileceğim uygun bir dekordu yalnızca. Ayrıca bu duygular hayatımda belirip beni başka bir şeye dönüştürmeye başladığı sırada taşradaydım. Söylediğiniz gibi sıradanlık, hem de kolektif bir kabullenişle şiddetin, vahşetin sıradanlığı. Kurşun Kalem’de ise, o kötülüklerden intikamımı, dekoru değiştirerek aldım. Kurşun Kalem’i yazdıran duygu ise, öfke ve hesaplaşma istediğiydi. Sanat duyguları aktarmanın en iyi aracı. Edebiyat ise, birçok anlamı ve duyguyu örtük biçimde aktarabilmede en ideal sanat formlarından biri. Örneğin Taşrada Ölürken’de kayıtsız kötülük fırtına, kurt, martı, hindi, ayı vs. gibi doğanın bin bir farklı suretine büründü. Belki kalabalık bir kentte araziye uyup kısa sürede yakayı kurtarabileceğiniz tehlikeli bir karşılaşma, taşrada sizi yok olduğunuz yere kadar önüne katıp takip eden bir av takibine dönüşebilir. Aklıma burada şehirli birkaç arkadaşın hafta sonu gezisinin nasıl gerilimli bir kovalamacaya dönüştüğünü konu edinen Deliverance (1972) filmi geliyor. Belki de bütün bunlar aslında doğada diyalektiğin olmayışı gibi doğaldır da, onu zalimce bulan bizim medeni aklımızdır, kim bilir?


Taşrada Ölürken’de travma yaratacak şeylerin korkunç bir sıradanlıkta olması yukarıda bahsettiğim gibi yüzleştiğim kötülüğün bende bıraktığı izlenimle ilgili. Şehirli memur kadın ve onun peşindeki diğer define avcılarının, özgüvenlerini aşan kibirlerinin kurbanı olduğunu okuyoruz. Romandaki taşra, uygar ile vahşi, doğa ile kültür, köy ile kent arasında bir yerde duran, bu nedenle nereden ne geleceği belli olmayan, alışık olduğumuz, kendi doğamız şehirden farklı, ucube bir yer, tıpkı insanın bizzat kendisi gibi. Doğadan geldik, doğaya döneceğiz. Ama aklımız yüzünden doğayı ve diğer canlıları tahakküm altına alabileceğimize inandık ve zamanla aramızdaki mesafe büyüdü. Hayvanın, ya vahşi olduğu için yok edilmesi gereken bir düşman olduğuna inandık, ya onları evcilleştirip olmadıkları bir şeye dönüştürdük, insanileştirdik ya da sevimli pelüş hayvanlara dönüştürüp, çocuklarımızın odasına dekor yaptık. Taşrada Ölürken, -bilmiyorum bir yazar olarak bunu benim söylemem doğru mu ama- aynı zamanda doğayı nesneleştiren, romantize eden, kültürel ve sembolik olarak inşa eden insan merkezli bakışın sorgulandığı bir eser oldu aynı zamanda. Doğada her gün bir sürü “cinayet” işleniyor ama biz buna hayatta kalma mücadelesi diyoruz. Ölüm ise süssüz ve sıradan. Taşra’nın doğaya yakın olması, doğal olayların gündelik yaşamı daha fazla etkilemesine, ölümü de trajik bir hal olmaktan çıkarıp, sıradanlaştırmasına yol açıyor. Kadının doğaya, onu yalnızca bahçe veya peyzajdan bilen şehirli olarak duyduğu hayranlık, romanın ilerleyen aşamalarında değişiyor. Kadın, Faulkner’in Ayı romanında söylediği gibi “kişiliksiz bir kötülük”le baş başa kalıyor. Her iki romanımda da baskın olarak kendisini hissettiren “kişiliksiz”, menzil dışı” ve “yabancı” bir kötülük var. Birinde doğa, diğerinde insanın kötülüğü (Hakkı ve dayıyı kastediyorum). Belki de insanın bu vicdansız kötülüğü, vahşi yanından geliyordur, kim bilir. Doğa tüm canlılara aynı mesafede, onun karşısında kimse ayrıcalıklı değil. İnsan ve yunus cesedi aynı sahile vuruyor örneğin. Kitapta bitmek bilmeyen ölümlerin ve pek çok travmatik olayın sizin deyiminizle soğukkanlı bir sıradanlıkla anlatılmasının nedeninin bu olduğunu söyleyebilirim. Bu sıradan, soğukkanlı kötülük taşra’nın doğa tarafı. Gelelim taşranın uygar tarafına. O da herkesin gizli mesleğinin define avcılığı olmasıyla örtüşüyor. Taşrada pek çok kişinin içten içe dileği zengin olmak. Zengin olmak, bu dar ülkenin çeperlerinin üzerinden atlayıp kaçabilmek, özgür olabilmek için tek yol. Sınırlar taşrada belirsiz. Çünkü şehir ile doğa arasında ne öyle ne böyle, hem öyle hem böyle bir yer. Nerede uygar olan başlıyor, bitiyor ve biz vahşi tarafa geçiyoruz belli değil. Bu yüzden balkonun altında kimi zaman kurt, kimi zaman gelincik dolanıyor. Evinizin içine giren böceklerin çok azı tanıdık, pek çoğunu ilk kez görüyorsunuz. Onlar da tıpkı taşra gibi iki arada bir deredeler, yarı vahşi, yarı evcil. Bu hayvanlara şehirde rastlamanız mümkün değil. Bu ikilik, ne tam olarak şehirli olamamak, ne de tam olarak doğanın bir parçası olamama hali, dediğim gibi ucube bir üçüncü hal yaratıyor. Oysa taşra sakinleri, doğaya uyum sağlayan yaşlı teyze, deli kadın, yaşlı amca ve hatta üst komşu doğanın gücünün farkında. Bu onlara aktarılmış bir bilgi. Kibre kapılmadan, hadlerini bilerek, onunla uyumlu yaşayanlar hayatta kalıyor, tıpkı doğadaki diğer tüm canlılar gibi. Doğayı düşman belleyen, alt edilmesi gereken bir güç olarak konumlandıran, ona meydan okuyan şehirli insansa, cezasını buluyor. Roman için son olarak şunu söyleyebilirim; onu bir define bulma hikayesi olarak da okuyabilirsiniz, ama üzerinde düşünülürse, yüzeydeki anlam katını aşan derinlikte bir anlatı da bulabilirsiniz.



Kurşun Kalem romanınızı da okuduktan sonra çağdaş edebiyatımız içerisinde -tespitler adına sıkça söylenen- deneysel roman ya da öykü kategorisinin dışında gerçek anlamda, tüm unsurları ile iki gerilim türünde roman ile karşı karşıyayız desem, ne söylemek istersiniz? Mekânların anlatımı, atmosfer yaratımı ve diyaloglar gerçeğe o kadar yakın ki, kurgu neredeyse belirsiz bir hal alıyor. Dolayısıyla deneysel olabilecek unsurlar da ortadan kalkıyor. Bunu sizin hikâyeyi olduğu gibi anlatmayı tercihinizden, yani fazla bozmadan, müdahalesiz şekliyle verme isteğinizden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Evet haklısınız. Hatta bir başka söyleşide de Kurşun Kalem’deki olayların benim gerçek yaşamımla örtüşüp örtüşmediği soruldu. Şunu söyleyebilirim ki, Kurşun Kalem’deki olaylar benim başımdan geçmiş olsa benim onları anlatabilmem zaten mümkün olmazdı. Başımdan geçen bir olayı trajik değil ancak trajikomik anlatabilirdim. Ancak metnin bu kadar inandırıcı olması okurla metin arasına girmemeye özen göstermemden ileri geliyor. Duyguyu tanımlamak yerine, onu tam olarak okuyucuya aktarabilmek yazarken en önem verdiğim şey. Bunun için metinle arama mesafe koyuyorum ve o mesafeyi aşmamaya özen gösteriyorum. Bu romanda da, okuyucunun, romanın kahramanını kendi gözleriyle görmesini istedim. Hakkı’yı okuyucunun “vicdanı”na bıraktım. Çünkü kişileri tanımlamak yazarın işi değil, onu kendiliğinden oynayabileceği bütün rollerde gösterebilmek. Rol evet, çünkü nasıl davranıp düşüneceğini, hangi yoldan yürüyeceğini ben biliyorum, ama sınırsız haklarım yok onun üzerinde. Aksi halde kahramana değil, okuyucuya sınırlar çizmiş olursunuz. Bana kalırsa en iyi metinler yazarın kendisini hissettirmediği metinler oluyor. Okuyucu yarattığınız dünyanın gerçekliğine ancak böyle kapılıp gidebilir çünkü. Romanın dışındaki gerçeklikle roman dünyası arasında kesinlikle bir geçişkenlik olmamalı. Kim söylemişti hatırlamıyorum ama roman uyanıkken görülen bir düştür, hem yazan hem de okuyan için. Bu yüzden öncelikle yazarın o düşü görebilmesi için kendisini her şeyden soyutlayarak yazması gerekiyor. Dışarıdaki hava içeriye sızmamalı. Bu yüzden yazmak bir tür inziva gerektiriyor. Yarattığınız dünyanın gerçekliğine ancak kendinizi dışarıdaki dünyadan bütünüyle soyutlayarak dalabiliyorsunuz çünkü.



“Roman limitsiz bir dünya açıyor önünüze. Hiçbir kuralın olmadığı bir dünyada size sonsuz bir yaratıcılık imkânı tanıyor. Ben bu sınırları zorlamayı çok seviyorum.”

Bu sorunun hemen ardından şunu sormak istiyorum. Kurşun Kalem’in Taşrada Ölürken’den farkının ne olmasını istediniz?

Farkının olmasını isteyerek yola çıkmış değilim aslında. Ne denli “uyanık bir düş” olsa da, roman anlatısı benim deneyimlerimi, tanık olduğum ve izlediğim bütün dünyevi oluşları ve değişimleri, içinde bulunduğum fiziki dünya kadar çağın ruhunu da, onun dilini de içeriyor aslında. İlk romanım Taşrada Ölürken’de kahraman olaylar zinciri ile bir belirsizliğe doğru çekilirken Kurşun Kalem’de daha dar bir alanda, örtük ve dolambaçlı bir sarmalda ilerliyor. Şiddet, bu yolun taşlarını an be an yerine yerleştiriyor. Roman limitsiz bir dünya açıyor önünüze. Hiçbir kuralın olmadığı bir dünyada size sonsuz bir yaratıcılık imkânı tanıyor. Ben bu sınırları zorlamayı çok seviyorum. Farkı buradan ileri geliyor olabilir. Yani birbirine benzemeyen üslupları ve anlatım biçimlerini denediğim romanlar yazmak istiyorum. Roman bana böyle bir imkân tanıyorken, neden ben bu imkândan faydalanmayayım?



İkinci romanınız Kurşun Kalem çok ağır bir hesaplaşma hikâyesi. Taşra hayatı da bir aile hayatı minyatürü, bir tür aile yapısı zihniyeti fakat Kurşun Kalem’de aileyi ve yaşanan olayları daha spesifik hale getiriyorsunuz. Dolayısıyla hem fiziksel hem psikolojik açıdan daha girift ve ağır ve daha karakter odaklı bir hikâye ortaya çıkıyor. Gerilimi asla kaçamayacağımız bir yerde –aile içinde- yaratmayı neden istediniz? Daha derinden bir yaşam ve ölüm algısı yaratmak mıydı buradaki meseleniz?

Aile her şeyin başladığı ve bana kalırsa bittiği yer. Sizi siz yapan, iyi ya da kötü, cismani ya da ruhani bir ömür taşıdığınız her şeyin temeli orada atılıyor. Sahip olduğumuz genetik miras bu temele bir maya katıyor ve zaman, onu başka kılıklara büründürüyor. Kişiliğinizin temel unsurları burada şekilleniyor. Burası sizi dışarıdaki kötülüklerden koruyan korunaklı bir dünya olabileceği gibi, her gün işkence gördüğünüz bir hapishane de olabilir. Nasıl bir ailede dünyaya geldiğiniz ne yazık ki tamamen şans. Seçme şansınız yok. Size değer verilmişse, aileniz tarafından sevilmişseniz topluma uyum sağlayan bireyler olarak yolunuza sağlıklı bir şekilde devam edebilme olasılığınız daha yüksek. Tersi durumda yaşamınız boyunca her alanda onun eksikliğini hissediyorsunuz ve tamamlamaya çalışıyorsunuz. Bu çabanın eyleme dönüşmesi her zaman, yasal, kabul edilir, ahlaki normlarla şekillenmiyor. Hele bir de psikolojik ya da fiziksel şiddet görmüşseniz “normal” bir insan olarak yola devam etmeniz pek mümkün olmuyor. Romanda suçlu bir kişilik yarattım. İntikamını alırken suç işleyen bir insan. Okuyucunun gözünde Hakkı’nın inandırıcı bir karakter olması gerekiyordu. Bu yüzden başta da söylediğim gibi her şeyin başlayıp bittiği yere dönmem, aileden başlamam gerekiyordu.



Hakkı’yı konuşmak istiyorum sizinle ve tabii ki Hakkı’nın Defteri’ni. Koyu karanlık, kısasa kısas böyle bir hikâye içerisinde Hakkı’nın Defteri bir tür kaçış adası değil, tam aksi zihnin tutsaklığı olarak karşımıza çıkıyor. Çok ciddi çocukluk travmaları olan Hakkı’nın niye bir defteri olsun istediniz? Aile eninde sonunda gerçeklikten kaçılmayacak travmalarımızın yüzleşilmesi kaçınılmaz alanları olduğu için mi?

Defterin ilk sayfalarında kendisi bize neden defter tuttuğunu söylüyor aslında. Hatırlamak için. İnsan özellikle ona acı veren şeyleri hemen unutuyor. Geriye yalnızca güzel anılar kalıyor. Unutmasa devam edemez. Ama Hakkı’nın ona ve kardeşine çektirilen acıların aynılarını, intikamını alacağı kişiye yaşatmak için unutmaması gerekiyor. Bu kadar uzun zamana yayılan intikam istediğini canlı tutan öfkesinin sıcaklığı. Bunu defterlerle başarıyor. Unutursa, vicdanının sesi onu intikamından vazgeçirebilir. Ama yalnızca hatırlamak için değil, unutmak için de tutuyor defterleri. Kendi gerçeğini unutmak için. Hatırlarsanız defterleri ilk akıl hastanesinde tutmaya başlıyor. Defterleri her seferinde başka başka gerçeklerle dolduruyor. Her seferinde yarattığı yeni gerçekle bizi şüphede bırakıyor. Sonuna kadar gerçeğin ne olduğunu biz okuyucular da, kendisini de bilmiyor sanki. Gerçek yüzleşemeyeceği kadar korkunç çünkü. Aynalardan kaçışının nedeni de bu. Aynada gördüğü yüzdeki iz, tek bir gerçek olduğunun kanıtı. Hakkının yazarak her sayfasında yeniden kendince inşa ederek diri tuttuğu bir gerçek bu. Tedavi edici değil, ödeşme anına kadar hafızasını yazının disipliniyle terbiye edip koruyan bir sabır defteri aynı zamanda.



Suç hikâyelerinde, gerilim içeren hikâyelerde okurun refleksleri, düşünceleri de önemlidir. Bu tip hikâyeler okur vicdanında farklı etkiler bırakıyor gerçekten. Hakkı’nın ahkamını, kendi elleriyle yaratmak istediği adaletini de konuşmak isterim sizinle. Bu durumun Hakkı’yı haklı görecekken, haksız konuma düşürmesinden tutalım da, herkesin vicdanında farklı yaralara dokunmasına kadar uçlarda bir karakterle yüz yüze getiriyor bizleri. Hakkı bizlere kendi vicdanlarımızın dehşetini yaşatıyor diyebilir miyiz?

Hakkı’nın, onca suçu işledikten sonra hayatına normal bir insan olarak devam etmesi mümkün değildi. Ama aynı zamanda o da bir insan. Bir zamanlar çocuk olan bir insan. Kapkara bir ziftle kapanmış olsa da, vicdan sahibi olduğunu, bize kimi zaman derinden hissettiriyor. Küçük bir işaret, yalnızca o kadar. Sahte, gösterişli erdemleriyle kendisini kabule zorlamıyor hiç kimseyi. Bu yüzden, yazarken onunla aramdaki mesafeyi korumaya özen gösterdim, kahramanımı terbiye etmek benim sorumluluğum değil çünkü. Okuyucuyla baş başa kalsın istedim. Hakkı hakkında bir yazar olarak değil, bir okuyucu olarak konuşursam eğer, onu anladığımı, ama asla haklı bulmadığımı söyleyebilirim. Suçlu doğulmuyor, suçlu olunuyor ve bunun temelleri de ailede atılıyor. Ona hakkınca yaşayacağı sıradan bile olsa bir hayat bırakılmamış, derdini anlatabilecek bir kapı bulamamış. İntikamına bu kadar büyük bir tutkuyla sarılmasının nedenlerinden biri de, elinde yaşamak için intikamından başka hiçbir şey kalmamış olması aynı zamanda.



Hakkı’nın öfkeli ve öç almak isteyen zihninin içinde dolaşırken her şeye şahit bir çorap da var oluyor hikâyenin içinde. Ve bildiklerini havlayabilen köpekler. İnsanın insanla olan ilişkisi gerilimli olduğunda nesnelerle ve hayvanlarla olan ilişkisi de gerilimli oluyor maalesef. Sizin hikâyelerinizdeki nesne ve hayvan faktörünü bu yönüyle değerlendirebilir miyiz?

Hakkı, eşya ve hayvanların sessiz ve savunmasız hallerini, çocuk Hakkı’nın hallerine benzetiyor olabilir. Tıpkı kendisi gibi onlar da sessiz olduklarından, karşılık veremediklerinden her türden şiddete maruz kalıyorlar. Hakkı eşyaları çöpten çıkarmıyor da sanki onları çöpten kurtarıp güvenli bir alana taşıyor. Zaten biraz da hikâyesi olan eşyaların peşinde. Onları atılıp düştükleri yerlerde, insanın yaşama alanının değerli diyemesek de önemli bir mekânı olan çöplerde buluyor ve onlara hak ettikleri değeri veriyor. Hakkı hiç sevilmemiş, değer görmemiş değil. Kardeşi onu çok sevmiş, o da kardeşini. Zaten içindeki minnacık vicdan kırıntısı o sevginin kalıntısı. Onda kalan o azıcık sevgi kırıntısını yalnızca kırık dökük eşyalar ve hayvanlarla paylaşabiliyor. Onların savunmasız ve çaresiz halleri, kendi gibi itilip kakılmış olmaları, aralarındaki kader ortaklığının ve onlarla kurduğu bağın temeli olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ötesinde eşyaların sahibinin ruhunu taşıdığına da inanıyor içten içe, koltuk gibi örneğin, bu yüzden onun kıymetlisi beş para etmez diyeceğiniz o koltuk.



Özellikle pandemi dönemi sonrası her anlamda gerilimli olan dünyaya gerilimli, nevrotik, tekinsiz hikâyeler diyebiliriz fakat, yine de gelecek günlere dair umudunuz var mı diye sormak istiyorum? Özellikle edebiyat bazlı düşündüğümüzde gelecekte bu günlere dair ne türde hikâyeler okuyacağız sizce?

Beni az ya da çok öfkelendiren şeyler var oldukça, galiba yazmaya devam edeceğim. Ancak nasıl yazarım onu şimdiden elbette kestiremiyorum. Hikâye anlatmak da, dinlemek de sürdükçe, umut her zaman var. Neden bir intikam hikâyesi sonunda bizi rahatlatır? Adaletin yerini bulmasını neden arzularız? Bu, bizim de kaybettiklerimizi geri alma veya telafi etme arzumuzu, tıpkı acılarımız gibi kahramanınki ile türdeş kılar. Horatius’un söylediği gibi ‘anlatılan senin hikayen’dir çünkü. Gölgede, gözlerden uzakta yaşamını sürdüren cılız bir nabız atışıdır umut, süssüz ve bazen bir intikam arzusuyla kararıp tekinsiz, biçimsiz bir kılıkta bekler zamanını. İnsanın içindeki karanlık tarafı anlamaya ve anlatmaya çalışmak, benim her zaman daha fazla ilgimi çekti bu yüzden. Örneğin ideal bir dostluk ya da aşk hikâyesi yazmak için otursam muhtemelen daha gerçekçi olduğu için ihaneti anlatırdım. Bu, içinde bulunduğumuz sistemin ahlakını yaşıyor olmamızdan ileri geliyor. Sistem değişmedikçe ahlakının değişmesini nasıl bekleriz? Her türlü değerin paraya indirgendiği bir dünyada, sanki gerçekten varmış gibi “değerlerden” bahsetmek, bana biraz sahtekârlık gibi geliyor. Bu nedenle sorunuza son olarak şöyle cevap verip sohbeti sonlandırmak isterim: Freud, Shelling’den alıntılayarak “tekinsiz”i (unheimlich) şöyle açıklıyor: “sır olarak ya da gizli kalması gerektiği halde açığa çıkmış her şey.” İnsanın karanlık tarafı, yani kendinden bile gizledikleri üzerine düşünmeye ve evet bu nedenle sanırım “tekinsiz” hikâyeler anlatmaya devam edeceğim.

bottom of page