Bir hayat uykusunun anatomisi
- Litera

- 3 saat önce
- 3 dakikada okunur
Yasemin Yücel, Tugay Kaban’ın üçlemesi, Erotik Poetika, Orhan Pamuk’a Satmak İstediğim Roman, Diorama üzerine yazdı: "Postmodern duyuş ile çoğu kimse tarafından kabul edilmiş hikâye kurma yapılarının üzerine çıkmaya çalışan, kurgunun bazen yepyeni bazen ise önceden karşılaşılmış hâllerini yeni baştan tanımlama uğraşında bir çalışma."

En başta söylemek gerekir ki Tugay Kaban’ın Yedinci Kat Yayınları’ndan çıkan üçlemesi (Erotik Poetika, Orhan Pamuk’a Satmak İstediğim Roman, Diorama), alışılagelmiş bir eser değil. Postmodern duyuş ile çoğu kimse tarafından kabul edilmiş hikâye kurma yapılarının üzerine çıkmaya çalışan, kurgunun bazen yepyeni bazen ise önceden karşılaşılmış hâllerini yeni baştan tanımlama uğraşında bir çalışma. Eserler, merkezine yerleştirdiği “hayat uykusu” kavramı (bu kavramı, eserleri anlaşılabilir bir hâle getirmek için ben uydurdum) etrafında şekillenerek, yazarın, metnin ve okurun geleneksel konumlarını temelinden sarsan bir yapı inşa ediyor. Elinizdeki bu metinler bütünü, yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmıyor, kendi felsefi zeminini de kurmaya çalışıyor.
Roman üçlemesi'nin poetikası bence, hayatın topyekûn bir uyku hâli olduğu temel varsayımı üzerine kurulu. Bu açıdan yaşam, bilincin tam olarak hükmedemediği, rüyavari bir akış ve yazma eylemi de bu akışın merkezi konumuzda. Erotik Poetika'daki Feyyaz Feyberekli karakterinin metnini uyku hâlinde kaleme alması, bu felsefenin somut bir yansıması. Metin, artık yazarının mutlak kontrolündeki bir ürün olmaktan çıkıyor ve hayatın kendisinin, o büyük uykunun yazdığı, yazarın ise yalnızca bir aracıya dönüştüğü özerk bir yapı hâlini alıyor. Bu durum ise, metnin sorumluluğunu belirsizleştirerek okuru, anlatının kökenini sorgulamaya iten bir “yazar yokluğu” atmosferi doğuruyor. Böylelikle roman, modern edebiyatın yazar-metin ilişkisine dair sorgulamalarını radikal bir noktaya taşıyor.
Üçleme'nin kurgu mantığı, yalnızca tematik bir bütünlük değil, aynı zamanda mimari bir sağlamlık arayışını da okursa hissettiriyor. Diorama, (her ne kadar hacim olarak en büyüğü olsa da) bu yapının merkezinde duran, karmaşık ve soyut dünyasıyla bir çekirdek roman niteliğinde. Ancak bu roman, tek başına ayakta durduğunda "ayyuki" kalma, yani gerçeklikten kopma riski de taşıyor gibi. İşte bu noktada Erotik Poetika ve Orhan Pamuk’a Satmak İstediğim Roman, Diorama’nın felsefi ve estetik zeminini inşa etme işlevi görüyorlar. Bu ilk iki eser, okuru yazarın kurduğu “hayat uykusu” atmosferine bir nevi alıştırıyor ve anlatıdaki hatların ne denli geçirgen olabileceğini gösteriyor. Böylece biz okurlar Diorama’nın tam olarak anlaşılacağı o zemine rahatlıkla ayak basıyoruz. Dolayısıyla Üçleme, kronolojik bir seriden çok, birbirini varoluşsal olarak tamamlayan ve merkezdeki yapıyı ayakta tutan payandalardan oluşan bir mimariye benzetilebilir bence.
Rmanlarda “cemiyet”, karakterlerin önünde duran pasif bir fon gibi değil. Aksine, “unutkanlık, boşluk, çürümek” gibi temalarla biçimlenmiş bu yapı, karakterlerin ruhlarını şekillendiren, onların yazgılarına korunaksız bir şahit gibi sunuluyor. Bu şahidi dinleyebilirsek, bize, mesela Diorama’nın melankolik atmosferinin, kişisel bir bunalımın notları olmaktan çıktığını, kolektif bir çürümenin yansımasına dönüştüğünü haber veriyor. Roman sanatı, bir cemiyet olmadan var olamaz ve bu eserler, tam da bu çürüyen, unutan ve sürekli geç kalan cemiyetin içinden neredeyse her gün doğan bir 'yaşamağı' yansıtıyor. Anlatı, okurun da bu cemiyetin bir parçası olduğunu sezdirerek, metin ile gerçeklik arasındaki duvarı inceltiyor ve okuru da bu çürüyen atmosferin bir tanığı, hatta bir parçası hâline getiriyor.
Bu girift yapı içerisinde yazarın konumu da elbette muğlaklaşıyor. Yazar, anlatıyı kurduktan sonra metnin içinde eriyen, varlığını hissettirmekten imtina eden bir figüre dönüşüyor. Metinlerin kendisi, yazardan bağımsız bir yaşam sürmeye başlıyor. Bu durum, en belirgin ifadesini Orhan Pamuk’a Satmak İstediğim Roman'da buluyor bence. Edebiyatın piyasa ile ilişkisini, yazar kimliğinin pazarlanabilirliğini hem ironik hem de trajik bir dille sorgulayan bu eser, yazarın metin karşısındaki kaçınılmaz yenilgisini ve aynı zamanda bu durumu bir anlatı stratejisine dönüştürme becerisini gösteriyor.
Tugay Kaban'ın Üçlemesi, bir eksiklik hissinden ziyade, kendi içinde kapalı ve bütünlüklü bir evren oluşturma arzusundan doğmuş gibi. Her bir detayın, bir diğerini tamamlayacak şekilde titizlikle tasarlandığı bu yapı, okuruna yalnızca bir olay örgüsü sunmakla kalmıyor, onu hayat, yazı ve varoluş üzerine düşünmeye de davet eden bütünlüklü bir felsefi deneyim vaat ediyor. Bu romanlar, okurun (insanın?) meselelerini harflerin, cümlelerin, paragrafların içine saklamış, kocaman bir rüyadan farksız gibiler.












































Yorumlar