Yaratıcılık Ritüelleri 54 / Başar Başarır "Kişinin yazıya sadakati illaki imtihandan geçmeli. Başka türlü yazıda karar kılınmaz."
- Semrin Şahin

- 22 Tem
- 4 dakikada okunur
"Bugün gelmiyorsa yarın gelir. Çeşmenin suyu yine akar. Kalem kâğıttan hıncını elbet alır. Hem ne acelemiz var ki? Türk milleti kapılarımıza mı dayandı? 'Yaz, ille de yaz!' diye bağıran bir ses mi duyduk sokaktan? Ez cümle, tamamıyla ladinî manada olmak üzere, tevekkül tavsiye ediyorum, hem kendime hem de yazı yolunda helak olmayı seçen bütün yoldaşlarıma." Yazarların yazma deneyimlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin bu hafta Başar Başarır'ı ağırlıyor.

Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Vallahi o “mevcut çalışmaları” görmek isterim. “An” denilen mahlukattan da hiç hazzetmem. Kendisinde “kalmak” da, ona “dönmek” de istemem. Huyum değildir. Ben fakirin yazmak için tek ve mutlak ihtiyacı sessizliktir. Elbette bir de yazı için doğru zamanın gelmesi. Gelmedi mi? E otur oku o zaman mübarek. Arkamızdan atlı mı kovalıyor? Okuyamıyor musun? İyi bir film seyret. Eş dostla muhabbet et.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Tıkanma denir mi bilmiyorum, yazmadığım oluyor. Hadi hatırınızı kırmayayım, yaz-a-madığım da oluyor. Bu illet her yaratıcının başına musallat olur. Özel bir durum değil yani. Ne mi ilacı? Sabır, sabır, sabır... Dilimizde tevekkül diye bir söz vardır. “Önce gerekenleri yap, geri kalanını Allah’a bırak” manasında. Benim dini inancım yok. Dolayısıyla güvendiğim, hikmet beklediğim bir yaratıcı da yok. Güvenebileceğim tek yaratıcı gövdemin içinde -şimdilik- nefes alıp veren varlıktır. Onun da sağı solu hiç belli olmaz. Belki bu yüzden olayları akışına bırakmaya, hiç debelenmemeye alışığım. Hadi size bir dizi de atasözü patlatayım:
“Nafile gayret çarık eskitir.”
“Bitmeyen işin anasını yatmak ağlatır.”
“İyi iş altı ayda çıkar.”
“Her gecenin bir sabahı vardır.”
Yani? Bugün gelmiyorsa yarın gelir. Çeşmenin suyu yine akar. Kalem kâğıttan hıncını elbet alır. Hem ne acelemiz var ki? Türk milleti kapılarımıza mı dayandı? “Yaz, ille de yaz!” diye bağıran bir ses mi duyduk sokaktan? Ez cümle, tamamıyla ladinî manada olmak üzere, tevekkül tavsiye ediyorum, hem kendime hem de yazı yolunda helak olmayı seçen bütün yoldaşlarıma.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Bunlar zaten olmalı. Kişinin yazıya sadakati illaki imtihandan geçmeli. Başka türlü yazıda karar kılınmaz. Ben de neler neler yaşadım, anlatsam dedikodu olur. İnat, ısrar ve sabır dışında bildiğim bir çare yok. Ha bir de değerli eşim. Zaten onun sözüdür, “her yazarın bir müttefike ihtiyacı vardır” der. Bu bazen eşinizdir, bazen dostunuz, bazen sizi o kadar da sevmeyen, hatta kıskanan başka bir adem elması. Fark etmez. Müttefik demek yazanı pohpohlayıp daima övecek şahıs demek değildir zaten. Hatta benim gözümde müttefikin makbulü yazdığıma bakıp “bu olmamış” diyebilendir. İnsanı kıçından tekmeleyendir.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Çok sevdiğim bir söz vardır. Der ki, artık her şeyi bilecek kadar genç değilim. Kişi azar azar değişiyor. Bakın gelişiyor demiyorum. Büyümekten, yaşlanmaktan, olgunlaşmaktan bahsetmiyorum. Temkin geliyor, o ayrı. İnsanın gençlikteki öncelikleri, beklentileri, algısı falan farklıdır. Zamanla bunlar önemsizleşebiliyor. Sanırım doğrusu da bu zaten. Azalan hormonların da etkisi vardır muhakkak. Bir de beyhude ego mücadelelerinin yıpranmışlığı… Demem o ki, elbette ki şimdi aynı şeyleri hissetmiyorum. 55 yaşımda bundan kırk sene önce yazdıklarımı yazamam. Yazmak da istemem.
Şunu da eklemeliyim, “yazarlığınızda nasıl yol aldınız?” diye soruyorsunuz ya, bu içkin olarak bir kabul üzerine kuruludur. Ben mümkün olduğunca “yazar olmak”tan değil, “yazmak”tan bahsederim. Çünkü “yazarlık rütbesi” denen hırkayı kuşanmaya talip değilim. Yazı yolunda bir karınca olmak yeter bana. Kendime göre üst ilkelerime ve insani değerlerime sadık kalmaya çalışırım, o kadar. Örneğin yaşarken güncel siyasetten uzak durmaya gayret etsem de yazarken öyle yapmam. Dağdan taş yuvarlar gibi içimden geçeni söyletirim kurgudaki eşhasa. Bir de şarkı sözü yazayım:
“Vallahi aldırmıyorum el alem ne söylermiş.”
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Hiç belli olmaz. Bazen bir rüya görürüm, unutmamak için sabah otururum. Eskiden, el kapısında çalışırken, sadece gece yazıyordum çünkü mesaim ancak buna elveriyordu. Artık kendimi emekli ettim, nafile işler yapmaktan kurtuldum. Bu sayede yarasalık dönemim bitti, şimdi gün ışığında yazıyorum. Ya da gün ışığında yazamıyorum.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Mezbaha 5’i yazabilmiş olmak isterdim. Ya da Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü. Bu kitaplar bir devir dönümünü anlatır. Düzenin, hatta bütün bir dünyanın yıkılıp yeniden kurulmasından bahseder. Hüküm vermeden, verse de kesin iddialar ortaya koymadan anlatır insanı ve maceralarını.
Son zamanlarda kafayı taktığım bir de tablo var. On altıncı yüzyılda yaşayan Hollandalı ressam Pieter Brueghel’in çizdiği “Mavi Pelerin.” İşte o tabloyu çizebilmeyi çok isterdim. İllaki resim olarak değil, metin olarak da yapsam bana yeter. Anlatayım. Brueghel 1559’da büyükçe bir meşe pano üzerine yağlıboya ile o her zamanki kalabalık kompozisyonlarından birine girişiyor. Mahşer günü gibi çok insanlı, bol hayvanlı bir resim bu. Kimi pekmez kaynatıyor, kimi aletini sallıyor. Aslında ressamın yaptığı şu: Dönemin Felemenkçe atasözü, deyim ve halk deyişlerini toplamış, onları tasvir etmiş. Ama açıklama, yazı falan yok. Anlayana. Tablonun ortasında bir kadın var. Yanındaki erkeğe mavi bir pelerin giydiriyor. Meğer aslında bu Felemenkçe bir deyimmiş. “Kocasına mavi pelerin giydirmek” demek, bu evli kadın sadakatsiz, eşini aldatıyor anlamına gelirmiş. Tabii eğer deyimi bilmiyorsanız, mavi pelerine de, bütün kompozisyona da sadece hoş bir çizim olarak bakıyorsunuz. İşin uzmanları üşenmemiş, oturmuş tabloyu santim santim incelemiş. O geniş açılı çizimde tam yüz yirmi altı deyim, deyiş, atasözü bulmuşlar. Aradan geçen zamanda Felemenkçe değiştiği, bazı deyişler artık kullanılmadığı için sırrı çözülemeyenler bile varmış. Yani adam tek tuvalde bütün bir dilin haritasını çizmiş, geleceğe bırakmış. Kendine “yaratıcı” sıfatını konduran herhangi bir fani daha ne ister?













































Yorumlar