top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Göçün her türlüsü ve göçmenliğin her hâli çok zor"

Gülden Doğay, Başak Baysallı ile büyük bir ilgiyle karşılanan Fresko Apartmanı ile başlayan üçlemenin ikinci kitabı, Sarkaç odağında söyleşti.


Gülden Doğay



Sarkaç, Başak Baysallı’nın büyük bir ilgiyle karşılanan Fresko Apartmanı ile başladığı üçlemenin ikinci kitabı. Kasım 2022’de Everest Yayınları tarafından yayımlanan roman mazide kalmış İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudi toplumlarının yaşadıklarına odaklanıyor.  



Üçlemenin birinci kitabı Fresko Apartmanı bir öykü kitabı, ikincisi Sarkaç ise bir roman, üçüncü kitap da bildiğim kadarıyla roman olacak. Farklı türlerdeki hikâyelerin birbirini tamamlaması sık karşılaşılan bir durum değil. Üçlemenin her bir kitabının türünü nasıl belirlediniz? 

Hiçbir zaman bir öykü ya da roman yazacağım, diye yola çıkmıyorum. Yazmak istediğim hikâye üzerine kafa yorarken tür de yavaş yavaş kendini belli ediyor. Üçlemenin hikâyesi zihnimde oluşmaya başladığında her şeyi tek kitapta ele alamayacağımı anladım. Fresko Apartmanı’nı karakterlerin andaki varoluşundan yola çıkarak kurguladım. Her bir karakterin kendi öyküsünü ana hikâyeyi destekleyecek şekilde yazdım, üçlemeye açılan ilk kapıda karakterler okuru kendi dünyalarında karşılasınlar istedim, bu nedenle kitabın türü öykü oldu. Sarkaç’ta ise 1940’tan 2003’e uzanan bir hikâyeyi, yitip giden bir şehri, birçok karakteri ayrıntılarıyla yazmam gerekiyordu, bunun için en elverişli tür romandı. 



Sarkaç’ta yer alan ayrıntılar yazma süreci boyunca yaptığınız araştırmaları, kütüphanelerde uzun zaman geçirdiğinizi ve çeşitli mekânlarda dolaştığınızı yansıtıyor. Bir kitap kulübü etkinliğinde Kuzguncuk’u sizinle gezmiştim. Romanda ayazmasından su içilerek şifa bulunan bir kiliseden kısaca bahsediyorsunuz, ancak gezerken öğrendik ki kilise üzerine araştırmalar yapmış, kitaplar okumuşsunuz. Tek bir cümleyi oluşturmak için çokça emek verdiğiniz, kurguyu gerçek bir bağlama oturttuğunuz bu kitabı yazma sürecinde yaşadıklarınızdan kısaca bahseder misiniz? Romanı tamamlamanız ne kadar sürdü?

Hiç yaşamadığım bir dönemi yazmak epey zordu. Söylediğiniz gibi kütüphanelerde, arşivlerde, müzelerde çok zaman geçirdim. Ele aldığım dönemleri yalnızca siyasi olayları ile değil; şehir yaşamı, müziği, modası, mimarisi, sosyal mekânları ile anlatmaya çalıştım. Gazete ve dergiler, fotoğraf arşivleri bu konuda bana çok yardımcı oldu. 1940’ları tüm ayrıntılarıyla hatırlayabilenler hayatta olmadığından döneme tanıklık edenleri dinleme şansım olmadı. Yazıya geçirilmiş ya da kayıt altına alınmış sözlü tarih çalışmalarından yararlandığımı söyleyebilirim. Olabildiğince gerçeğe yakın bir atmosfer yaratmak istediğim için titiz bir çalışma yapmam gerekti, çok yorucu, ancak bir o kadar da heyecan vericiydi. Romanı yaklaşık iki yılda tamamladım. 



Sarkaç’ı okurken anlatımdaki görsellik nedeniyle her şey gözümde bir film gibi canlandı, hatta kitabı bitirdikten sonra karakterlerin izini sürmek için Beyoğlu’ndaki Rumeli Han’a gittim. 1940’lı yılları anlatırken Rumeli Han’da çalışan karakterlerin mesleklerini nasıl belirlediniz?

Gerçekten yola çıktığımı söyleyebilirim. 1940’lı yılların İstanbul’unu ve İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni, Yahudi toplumlarını araştırırken Beyoğlu esnafıyla karşılaşmamanız mümkün değil. O yıllarda özellikle hanlarda esnaf olarak çalışan kişilerin mesleklerine yönelik araştırmalar yaptım. Fotoğrafçı, berber, şarapçı, çikolatacı ya da şarküteri sahibi o yıllarda herhangi bir handa karşımıza çıkabilecek kişilerdi. Öte yandan ilgi duyduğum alanlar da belirleyici oldu, diyebilirim. Farklı toplumların ve dönemlerin yeme-içme alışkanlıklarına meraklıyımdır. Resim ve fotoğraf da ilgiyle takip ettiğim alanlar.



Özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda Ermeni, Rum ve Yahudi toplumlarına mensup birçok kişinin Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldığını biliyoruz, bir şekilde burada yaşamaya devam edenler de var. Şu anda da benzer bir gitme/kalma hali var. Göç alan bir ülkeyiz, bir yandan da beyin göçü veren. Tarih tekerrürden ibaret mi? Son yıllarda yaşadığımız göçü 6-7 Eylül Olayları sonrasındaki göçlerle karşılaştırdığınızda neler söylersiniz?

Elbette göçlerin benzerliği kadar farklı nedenleri de var. 1950’li yıllardan sonra Ermeni, Rum, Yahudi toplumlarının büyük bir kesiminin Türkiye’yi terk etmesini, sürgün olarak değerlendirebiliriz. Onlar gitmek zorunda kaldılar. Haksız uygulamalar sonucunda evlerini, işlerini kaybettiler. 1964’te Türk vatandaşı olmayan Rum toplumunun çalışma ve oturma izinleri yenilenmedi, burada kalmaları mümkün değildi. Bugün tanık olduğumuz beyin göçünün sebebi ise çoğunlukla mutsuzluk. Türkiye’deki ekonomik şartlardan ve sosyal hayatın sunduğu imkânlardan memnun olmayan ya da çocuklarının geleceği için kaygılanan kesim daha iyi bir yaşam mümkün mü sorusunun yanıtını başka ülkelerde arıyor. Şundan eminim ki kimse doğduğu ve kendini var ettiği toprakları isteyerek terk etmez. Kendini baskı altında, köşeye sıkışmış hisseden insan kaçacak yer arar, o yeri bulduğunda ve ardına bakmadan gittiğinde mutlu olacağını zanneder. İnsanın, kendini ait hissetmediği bir ülkede yaşamaya devam ederken içindeki huzursuzluk hissiyle baş edebileceğini, yabancılaşma hissini bir kenara bırakıp kendini yeni bir dilde var edebileceğini pek sanmıyorum. Bir şeyler hep eksik kalacaktır... Neticede göçün her türlüsü ve göçmenliğin her hâli çok zor.



Sarkaç’ta “Beyoğlu’nda büyümek renkleri ve sesleri seçebilme, yokuşlarda adımların ritmini ayarlayabilme, daima uyanık olma, şehri iliklerine kadar hissedebilme yetisi kazandırırdı insana. Beyoğlu’nda büyümek binlerce fotoğraf kaydetmekti. Beyoğlu’nda büyüyen biri yalnızlık nedir bilmez, kimsenin yanına uğramadığı o ıssız vakitlerde bile çiçek dürbününden bakıyormuşçasına kendini oyalayabilirdi.” diyorsunuz. Siz bugün, Beyoğlu’nda kendinizi oyalayabiliyor musunuz?

Evet, her şeye rağmen Beyoğlu’nda vakit geçirmeyi seviyorum. Beyoğlu günden güne dokusunu, özünü yitiriyor, bunun farkındayım, ancak hâlâ bu semtte geçmişin güzelliğine, zarafetine dair izler bulabilmek mümkün. İstiklâl Caddesi’nde yürürken çok kalabalık diye söylenmek yerine şehrin sesine kulak verdiğim, hanların ve pasajların mimari detaylarını görebildiğim, herhangi bir ara sokakta zihnimde dönüp duran hikâyeyi emanet edebileceğim bir yüzle karşılaştığım için Beyoğlu’nda oyalanabiliyorum.  



Yazarların özellikle ilk eserleri otobiyografik öğeler taşır, diye düşünürsek Sarkaç’ta sizden hangi izleri görüyoruz?

Romanda ele aldığım nafia askerliği, varlık vergisi uygulamaları, göç ve sürgün gibi olayları ailemde ya da yakın çevremde yaşayan kimse yok, buradan bakarsak romanın otobiyografik anlatıma epey uzak olduğunu düşünebiliriz, ancak her roman yazarından izler taşır. Özellikle karakterlerde bu izler daha belirgindir. Eleni’nin İstanbul’a duyduğu hayranlık ve şehirde caddeler, sokaklar boyu yürümeyi sevmesi benden ona yansıyan izler olarak okunabilir.

bottom of page