top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Dedemin tuhaf aşkı

"Bu konular senlik değil Faize Hanım. Zaten dedem de hiç bahsetmedi. Ülkenin canının sıkkın olduğu tek bir anı hatırlamaz anneannem. Elbisesine bakar, düğümlerini sayardı. Biriktirdiği çilelere şarkı yazılmaz, olsa olsa seneye de giyilecek kazak çıkardı. Faize Hanım sıradanlığı abartan tek kadındı. Dedem paradan sonra gelen kumaydı sanki. “Ben hiç yaşamadım ki... Hiç sevilmedim ki” derken öyle bir kabak kemaneleşirdi ki sesi. Siz pişman olurdunuz."

Gonca Vuslateri'nden bir tuhaf aşk üzerine.

Gonca Vuslateri



Enteresan bir adamdı dedem.


Toprağa verildiği günden yirmi beş yıl önce ölmüştü. Kendini ölüme taşıyamamıştı yıllarca.

Çok defa ölürken görmüştüm onu. Avuç avuç yuttuğu sakinleştirici hapların, günde üç beş cümle kurmasının ardında yatan geçmişi susturduğunu bilmiyordum.


Hep komikti dedem. Hayvan severdi. Tuhaf şakaları vardı. Bayram sabahına uyanmak için bir gün önceden gelen kalabalık aile yorgun argın yatağa girerdi hemen. Sabah kalktıklarında herkesin ayağının rafyayla önce yanındakine daha sonra odadan odaya bağlanmış olacağından habersizlerdi. Bu dedemin ‘aile bağı’ şakasıydı.

Birkaç kelime kullanırdı hiç tamamlanmayan:

“Faize Hanım. Çay.”


Bunu öyle değişik tonlarda kullanırdı ki kimi zaman “seni seviyorum” anlamına geldiğini kimi zaman da “hay seni doğuran o ananın ben!”, “hay beni bu kadere sürükleyen talihin”, “ah o bana kazık atan Ferit’in,” gibi yaşamının tuhaf anılarına ışık tuttuğunu yahut karanlıkta bıraktığını hissederdi insan.



Masa başında toplandığımız sessiz bir ölüm yemeğinden sonra yavaş yavaş fısıltılar dönmeye başladı. Nasıl biriydi gibisinden. Dedem çok aşıkmış anneanneme. Onu bir otobüsle kaçırmış. Otobüsü arkadaşı kullanıyormuş. Bir yolcu gibi ayrı ayrı yerlerde oturmuşlar. Gariban Faize çok korkmuş. Dedem de arka sıralarda oturuyormuş. İki yolcunun tanışması gibi yaklaşmış anneanneme. Sohbet başlamış aralarında. Utangaç, içe kapanık Faize’nin, muhtemelen geleneksel yapı içinde barınan otoritenin yarattığı korkulardan kaynaklı “beni artık kim alır ki bu saatten sonra” düşüncesi dedemle evlenmesini buyurmuş. Eski zamanlarda aşka emredilirmiş sanırım.


“Her mevsim içimden gelip geçersin

Sen vefasız yolcu kalbimi viran edersin”


Böyle şarkılar dedemi hep o geceye götürür, “Nasıl kaçırdım ama seni!” bakışlarıyla Faize Hanım’ı kesip dururmuş.

Dönemin kelime dağarcığı içe kapanıktı. Ya komünisttiniz ya da gerici. Amerika’da peace and love seslerinin fısıltıdan çığlığa dönüştüğü bir ses yükseliyordu. Bizde ise canımızı yakacak, bir kuşağın üzerinden geçecek bir korku tünelinin prototipi hazırlanıyordu.

Anneannem koltukta otururdu. Asker emeklisi dedem ise ayağının dibinde. Zorla sinemaya götürürmüş anneannemi. “İnsanlar Yaşadıkça” filmi daima sükseli bir anıymış onda. Prewitt’in duygularını trompetle dile getirdiği can alıcı sahnede dedem ağlardı hep. Pearl Harbor zamanı filmleri bir asker olarak dedemi de derinden yaralardı. Dedem zamanı bükebilen bir adamdı. Faize Hanımın bilmediği konulara vaktinden fazla üzülmezdi de.


Bir gülüşüne defalarca iflas etmiş, yapmadığı alışveriş kalmamış. Üç aylık birikmiş maaşıyla bir gün tüm evin mobilyalarını değiştiren anneanneme verdiği tepki eve girdikten sonra kapıdan bakıp “kusura bakmayın yanlış eve geldim herhalde” olmuş.


Cenazesinde enteresan bir anı bozdu sessizliği. Yakın arkadaşı Servet Amca gelmişti eşi Misliye Teyze ile. Güven veren gülüşüyle babacan bir elektriği vardı kendisinin. Çok severdim çocukluğumda. Ben çocukluktan kopunca Servet Amca da derinlerde bir yerde kaldı gitti öyle. Dedemi çok tatlı anlatırdı. Dedem anılardaki ismine hep gülerdi Servet Amca anlattığında. Fakat bu anıyı belki ölmüş dedem bile ilk kez dinliyordu. Dördü arasında daima sır olarak kalacağına yemin ettikleri olaya. Kendisini yalnızca anlayabildiğim, açıklayamadığım bir anı..


Diyarbakır’ın belki de en siyah zamanı, 60’lı yılların sonlarıymış. Gündüzlerinden bile adeta gecenin bir yarısıymışcasına korkulan, beş dakika önce selam verdiğiniz birinin belki de hayatında gördüğü son kişi olduğunuz, bitmeyen bir ağıt şehri.

Dedem ve Servet amca lojmanda oturma izni aldıklarından beri belki ilk kez bu kadar rahatlar. Akşamları asla iş konuşmadan geçen; geceyi rakıya, sessizliğe, Safiye Ayla’ya, Tolstoy’a, aşka bıraktıkları saatler. Dönemin kelime dağarcığı içe kapanıktı. Ya komünisttiniz ya da gerici. Amerika’da peace and love seslerinin fısıltıdan çığlığa dönüştüğü bir ses yükseliyordu. Bizde ise canımızı yakacak, bir kuşağın üzerinden geçecek bir korku tünelinin prototipi hazırlanıyordu.


Bu konular senlik değil Faize Hanım. Zaten dedem de hiç bahsetmedi. Ülkenin canının sıkkın olduğu tek bir anı hatırlamaz anneannem. Elbisesine bakar, düğümlerini sayardı. Biriktirdiği çilelere şarkı yazılmaz, olsa olsa seneye de giyilecek kazak çıkardı. Faize Hanım sıradanlığı abartan tek kadındı. Dedem paradan sonra gelen kumaydı sanki. “Ben hiç yaşamadım ki... Hiç sevilmedim ki” derken öyle bir kabak kemaneleşirdi ki sesi. Siz pişman olurdunuz.


Günlerden bir gün Faize Hanım ile Misliye Hanım sonunda Diyarbakır’da bir kınaya davet edilirler. İkisinin de heyecanı gözlerinden okunur. Dönem sert dönem. Akşamları dışarı çıkmak, gezmek, kınadan koparılan bir iki parçanın kabuklarını yolarken gecenin dedikodusunu yapmak her zaman olacak iş değil. Orası Diyarbakır. Zaman karanlık.


Faize Hanım başlamış kendine bir elbise dikmeye. Önlerinde üç gün var. Bir gece kalıbı çıkarmış. Parşömenlerin üstüne notlarını almış. İkinci gün arkadaşı Züleyha’yı alıp çarşıya çıkmış. Kumaşını seçmiş. Ellerinde torbalarla çarşıda yürürken az ilerde bir araba durmuş. Arabanın camı açılmış ve yirmi beş adım önlerinden giden bir adama üç el ateş edilmiş. Herkes etrafa saçılmış. Çığlıklar halinde. Anneannem sağ kanadındaki bir apartmanın kapı eşiğine doğru kendini savurunca ferforje kapının lale şeklindeki sivri süsleri kollarına batmış. İşin acıklı tarafı bu orada yaşadıkları en sıra dışı olay olmadı hiçbir zaman. Anneannem çok sık yaşadı bunu. Gözlerinde yaşlar, Züleyha ile birbirlerine dayanarak hayata saydırarak yürürken anneannemin gözlerinden gitmeyen görüntü, insanların kendi canını düşünürken kaldırıma cenin şeklinde yuvarlanan adamın kim olduğunu merak etmeden üstünden atlayarak evlerine koşması olmuş.


Eve gelip hüngür hüngür ağlayarak dedeme anlatmış bu olayı ve yine bildiğimiz o sessiz Faize Hanıma geri dönmüş. Ertesi sabah kalktıklarında ise dedem kahvaltıda kendisine kınaya gidip gitmeyeceğini sormuş. Anneannem “tadım tuzum yok ama Saadet Hanıma söz verdim, gitmezsem çok ayıp olacak. Memleketten tanıdığımız insanlar niye gelmedi diye laf söz etmesin”.

Dönem sert dönem. Akşamları dışarı çıkmak, gezmek, kınadan koparılan bir iki parçanın kabuklarını yolarken gecenin dedikodusunu yapmak her zaman olacak iş değil. Orası Diyarbakır. Zaman karanlık.

Akşamın altısı gibi dedem eve geldiğinde anneannemi farklı bir kıyafetle görünce şaşırmış.

“E niye diktiğin kıyafeti giymedin”

“N’olur İbocum. Hiç keyfim yok. Gelme üstüme. İçimden giymek gelmiyor. Yüzüm gülmüyor zaten kendimi sürükleyerek götürüyorum.”

“E Faize bunlar oluyor buralarda. Dua et senin canına bir şey olmadı. Akşam kim alacak seni ordan? Kaçta biter işin?”

“Gece yarısı oldu mu kalkarız biz. Servet ile almaya gelirsiniz.”


Gece yarısına yaklaştığında dedem, Servet Amca ve arkadaşlarıyla kahvede pişti oynarken: “Arkadaşlar ben bir izninizi isteyeceğim. Bir yere kadar gidip gelmem gerekiyor.” demiş. Servet amca gözleriyle “ne iş?” diye sorsa da bir cevap alamamış. Bunca yıllık dostuna bile anlatamayacağı bir durum olduğunu hissettirmeyi başarmış dedem.

Hikâyenin en kaşıyıcı ve çılgıncasına keyiflendirici kısmı da burası.


Dedem eve gitmiş. Kıyafetlerinden kurtulup onları muntazam bir şekilde yatağın üstüne sermiş. Daha sonra anneannemin dikiş odasına gidip ve makinadan yeni mezun olmuş elbiseyi almış. En son dikilen, düğümü taze atılmış omuz kısmındaki iplerden dişleriyle kurtulmuş. Neredeyse anneannemden daha zayıf olan bedenine kıyafeti geçirmiş. Siyah çorapları ayağına çekmiş. Bir tek ayakkabısından kurtulamamış. Kırk iki numara ayakkabısı tam uymamış ama o anda bu ayrıntıyı düşünecek değilmiş. Başörtüsünü takmış. Paltoyu sırtına geçirip, kınanın yapıldığı salonun yolunu tutmuş.


Anneannem ve Misliye Hanım kınada bir köşede durup çay ve beyaz leblebilerini götürürken kapıdan içeri hızla girip pistte dans eden kalabalığın arasına dalan bir kadın görmüşler. Kadının değişik tavırlarından ve komik danslarının etrafını kahkahaya boğmasından öyle etkilenmişler ki Misliye Hanım: “Kız Faize! Şu kadına bak! Kurt gibi yerinde durmuyor.” Diye dürtmüş anneannemi.


Fazie’nin gözüne çarpan ilk şey elbisesi ise olmuş. “Misliye! Bu benim dikti…” diyecek olmuş ama kelimeler çıkmamış ağzından. Gökkuşağını ilk kez gören bir çocuk gibi şaşkınlık ve tedirginlik iç içe geçmiş bir halde kadını seyretmeye başlamış. Pistteki kadının gözleri adeta birini arar gibi dönüp dolaşırken sonunda anneanneminkilerle buluşmuş ve hızla onun önüne gelip göbek atmaya başlamış.


Faize Hanım ayıp olmasın diye alkış tutmaya devam. Yüzünde koca bir dumur. Her şey beş dakika içinde olmuş bitmiş. Kadın ortadan kaybolmuş.


Fırladığı salondan koşar adım evin yolunu tutmuş dedem. Lojmandan içeri girerken nizamiyede asker çevirdiğinde akmış makyajının altından ciddiyetle askerin yüzüne bakıp kimliğini göstermiş. Sessizlik içinde yoluna devam etmiş. Merdivenleri üçer üçer çıkıp eve vardığında her şeyi yerli yerine koymuş. Elbise dikiş masasının orada. Kükürtlü sabunla yüzünü parçalarcasına yıkayıp, makyajdan kurtulmuş. Yatak odasında bir saat önce çıkardığı kıyafetlerini giymiş. Hızla İbrahim’e dönüşüp ve kahvenin yolunu tutmuş.


Kahveden içeri girer girmez kendine bir rakı koydurmuş. İnsanların sohbet kıvamına geçtiği zamanlarmış. Pişti de çoktan yalan olmuş. Kartlar artık son kalan tanecikli karlar gibi masaya yuvarlanırken Servet amca “İbo bizimkileri almaya gitmemiz lazım anca yürürüz” demiş.

Yolda dedem pek konuşmamış ama Servet Amca’nın meraktan ölüyormuş:

“Ulan ne oldu da kayboldun ortadan”.

“Sorma Servet, başıma bir şey geldi” demiş dedem.

“Akşamdan beri nefesim kesik. Biliyorsun, Faize mutlu değil burada yaşamaktan. Saçma sapan bir şeyler olmuş dün üstüne. İçim hep korku dolu. Diyorum şöyle çift katlı otobüslerden alsam Almanya’da çıkan. Hani seninle geçen gazetede resmine bakmıştık. Emekli olsam da erkenden şoförlüğe başlasam. Faize de çoluk çocuk büyütür korkmadan.”


Servet amca şaşırmış. “E kahveden bunun için mi çıktın. Bu akşam ne oldu İbo?”


“Bir şey olduğu yok. Faize’nin kına için diktiği kıyafeti giyip kınaya gittim”

“Ne!”

“Sorma..”

Servet amca kahkahaya giden yolu yarılamışken, kendini azarlarcasına ciddileşmiş: “Bir dakika yahu! E Faize anlamadı mı?”

“Anlasa ne olur. Ne diyecek ki? Bana bile soramaz o çekindiğinden.”

Bir sessizlik olmuş.

“Çekinmesin ama sorsun Servet..”


Servet amcanın kaşları anlam vermeye çalışmakla gülmek arası...


“Çok aşığım ben Faize’ye. Dün ödü bokuna karışınca bugün böyle bir şey yapasım geldi.”

“Oğlum gidip çiçek alaydın.”

Dedem düşünmüş. “Hmm. Olabilirdi aslında” deyince de kahkaha kopmuş karşılıklı. Gülmekten kenarda git gel yanan ışıklı direğe tutunmuşlar. Dakikalarca gözleri yaşarana gülmüşler.


Kınanın yapıldığı salona biraz geç gitmişler. Bizimkiler kapıya geldiğinde anneannem yere bakıyormuş. Sorsa ayıp, sormasa içinde bitmeyen sorular. Gelen kadın İbrahim miydi yoksa eve manyak bir hırsız girip elbisemi mi çaldı? Eve hırsız girdiyse biz niye bu kadar rahatız? Yoksa o kadın gerçekte hiç gelmedi mi? Düşüncelerini dedemin sorusu bölmüş:


“Faize Hanım rujunuz çıkmış dudağınızdan?” Dedem bu esnada anneannemin rujunu cebinden çıkarmış: “Benimkini sürün isterseniz?”

Misliye Hanım dayanamayıp dedemin omuzuna çakmış tokatı “Allah seni bildiği gibi yapsın İbrahim!”

O neşeyle kınanın yapıldığı salondan hızla uzaklaşmışlar. Sanki on yedi yaşındalar.

Bu esnada şakalaşıp duruyorlar, olayı tekrar tekrar birbirlerine anlatıyorlarmış.


Defalarca .

Defalarca.


Hüznün, ağıtların, yok yere ölümlerin, çıplak ayaklı bebeklerin şehri, bu olaydan birkaç yıl sonra doğacak olan yeğeninin bir gün Emniyet Müdürüyken şehit olacağı Diyarbakır’ın cebine böylece küçük bir şaka bırakmış dedem.


Kendisini misafir eden memleket de olayı bilen üç kişi de ölümüne kadar bu kahkahayı kimseyle paylaşmamaya yemin etmiş.


Ta ki ..


Enginde yavaş yavaş günün minesi solana kadar.





bottom of page